29 Temmuz 2025 Salı

SEÇİLMİŞ OLAN 26

 

“ne oldu bana,

neredeyim ben?”


Karanlık bir çukurun tam ortasında ayakta duruyorum. Birden sağ tarafımda daha önce gizlerin açıklandığı dedikleri mağarada gördüğüm pembemsi ışık yanıyor. Işığa dönüyorum. Giderek seyrelen zifir karanlıkta yanıma elinde tuttuğu bağrıyanan kuyruğuyla kutsal yaşlılardan biri yaklaşıyor. Kutsal göğsü kıllı yaşlı adam değil bu. İyice yaklaşıyor. Kutsal burun kıllı yaşlı adamda değil. Elindeki kuyruk sönmek üzere olduğu için yüzünü seçemiyorum. Yine de tanıdık ama.

“Sen?” diye söyleniyorum. “Sen henüz karşılaşmadığım üçüncü kutsal ihtiyarsın değil mi?”

Başını olumsuzca sallıyor.

“Hayır,” diyor. Dudakları kıpırdamıyor. Ya da kıpırdadıysa bile ben göremiyorum. “Ben dördüncü ihtiyarım,”

“Dördüncü ihtiyar?”

Mağarada yalnız kaldığımda ikinci kutsal ihtiyarın karşılaşacaksın dediği yaşlı adam yani.

Yaşlı adam iyice yaklaşıyor bana.

“Evet,” diyor. “Benim Muharrem. Ben dördüncü ihtiyarım.”

Muharrem mi?

“Muharrem kim?” diye soruyorum. Sorumla aynı anda sanki sözleşmişler gibi kertenkele kuyruğu sönüyor ve yanımdaki yaşlı adam koyu karanlığın içinde görünmez oluyor.

Gözlerimi açtığımda elimde camdan bir kalp var ve ben nerede olduğumu bir türlü hatırlayamıyorum. Başındaki külahı eline alıp araladığım gözlerime eğilen Şerefsiz’i görünce nerede olduğumu anımsıyorum?

“Ne oldu bana?” diye soruyorum. Konuşmaya çalışmamla çenemden şakaklarıma doğru fırlayan derin bir sancı gözlerimi yaşartıyor. Parmaklarımın arasında ki camdan kalbin soğuk yüzeyini ağrıyan çenemin üzerinde gezdiriyorum. Soğuk cam yüzey iyi geliyor.

“Kazandın,” diye bağırıyor Şerefsiz.

Kazanmış gibi hissetmiyorum. Sol şakağıma saplanan keskin bir acı benimle hemfikir olduğunu belirtircesine zonklayarak sol kulağıma siniyor.

Şerefsiz ayağa kalkıyorve odanın ortasında kendini bir Kazandibi’nin, bir benim yerime koyarak hayal meyal hatırladığım müsabakayı canlandırmaya başlıyor. “Muhteşemdin, ringin ortasında karşı karşıya geldiniz,” diyor. “Sen sanki yemyeşil otlaklarda gezintiye çıkmıştın. O kadar rahattın ki.”

Rahattım tabi. Cesaretimde atıfta bulunduğu aslında korkudan ne yaptığımın farkında olmadığımdan.

Şerefsiz’de bunun farkında değil. Yumruk yaptığı elini havaya kaldırıp rakibine vuruyormuş gibi bütün gücüyle boşluğa savuruyor. Yumruk salladığımı hatırlayamıyorum. “Kazandibi tam çenenin ortasına yapıştırdı yumruğunu,” diyor. Sol kulağımda gizlenen ağrı duyduğum cümleden sonra incecik bir sızıyı da peşine takarak alt çenemdeki bütün dişlerimi dolaşıyor. “İkinci sıradaki seyircilerin arasına kadar uçtun,” diyerek gözlerimin içine bakıyor Şerefsiz. İkinci sıraya dek uçmak uçağın bulunmasından bu yana bu konudaki en büyük başarı sayılabilir ancak. Öyle değilmiş. “İlk kez bu kadar başarılı bir maç seyrettik,” diyor.

“Sevindim,” diyorum. Hiç değilse birilerinin mutlu olmasına seviniyorum. Kazandibi yine de merhametli davranmış demek ki. Yoksa o cüssesiyle, savurduğu yumruğun hızı artı, yer çekimi ivmesini de hesaba katarsak en azından dördüncü sıraya kadar gönderebilir. “Sevindim,” diyorum tekrar. Bu kez kendi adıma. Yattığım yerden doğrulmaya kalkınca sızının bir tek dişlerimi ziyaret etmediğini fark ediyorum. Bütün eklemlerim on yıl aradan sonra altı saat aralıksız vücut çalışmışım gibi ağrıyor.

Şerefsiz, eliyle ensesini kaşıyarak, “Ha bu arada, Kazandibi ile Seksişey bir hafta sonra evlenecekler,” diyor. Dev adam adına mutlu oluyorum. Gözlerindeki yalvarır ifade gözlerimin önüne geliyor. Hiç değilse yediğim yumruk boşa gitmiyor. “Kazandibi senin şahidi olmanı istiyor.”

“Bakarız,” diye söyleniyorum. Alt damağımdaki diş etlerim acı biber sürülmüş gibi buram buram yanıyor.

“Bir de Muharrem kim?” diye soruyor Şerefsiz.

“Kim?” diyorum.

“Muharrem,” diyor. “Baygınken devamlı Muharrem deyip duruyordun. Kim bu Muharrem.”

“Bilmiyorum,” diye cevaplıyorum. Yaşlı adama anlattığım hikayemi sızım sızım sızlayan dişlerimle bir de Şerefsiz’e anlatmak gözlerimde büyüyor. “Muharrem mi dedim.”

Şerefsiz başını sallıyor. ‘Aman boş ver’ tarzı dudak büküyor sonra. “Neyse kendini hazır hissettiğin zaman giyin toplantıya gidelim,” diyor. “Ama önce yemeğini ye, ben dışarıdayım.” Odadan çıkıyor.

Arkasından, “Ne toplantısı,” diye sesleniyorum ama beni duymuyor bile. Üzerimde yalnızca bir şort var hala. Pantolonum ve gömleğim köşede ayakkabılarımın üzerine düzenle katlanarak konmuş. Ayağa kalkmaya çabalıyorum, ama başaramıyorum. Eklemlerimdeki çılgın ağrılar ben her harekete yeltendiğimde kendini belli ediyor, başım deliler gibi dönüp duruyor. Midem bulanıyor. Oturuyorum tekrar. Biraz daha dinlenmeye ihtiyacım var. Başımı yere bırakıp sırt üstü uzanıyorum. Tam gözlerimi kapamış başımı dönmekten kurtarıyorum ki, bir ses her şeyi göze alıp gözlerimi yeniden açmama neden oluyor.

“Yemeğini getirdim Seçilmiş olan,” diyor kulaklarımda volta atan acıyı kenara iterek kulak zarlarıma yapışan ses. Etli ve hafif ileri doğru çıkık dudaklardan döküldüğü için ıslık çalarak söylenen bir cümle. Gözlerimi o kadar hızlı açıp, uzandığım yerden o kadar süratli doğruluyorum ki, başım yeni irtifaya ayak uyduramıyor ve deliler gibi dönüyor. Gözlerimi kapatıp sırtımı duvara dayayarak bekliyorum bir süre.

Henüz göremediğim kız, “İyi misin Seçilmiş olan,” diyor beynime kazınıp kalan ses tonuyla. “Yardım edeyim mi?” Sorusunu cevaplamamı beklemeden omzumdan tutarak doğrulmama yardım ediyor. Parmaklarının dokunduğu yerler alev almış yanıyor sanki. Gözlerimi ilkinden daha dikkatli açarak genç kıza dönüyorum.

“Adım Soybeni,” diye gülümsüyor kız.

“Asla,” diye bağırarak geriliyorum. Sırtım yeniden duvara dokunduğunda tüylerimi diken diken eden serin yüzey, bütün ağrılarımı birkaç saniyeliğine iptal ediyor. Soybeni sesinin aklıma çizdiğinin aksine, dudakları neredeyse çizgi kadar ince, dişlek, çalı gibi bir kız.

Ben bağırınca o da elindeki tepsiyi bırakıp kapıya fırlıyor.

 

“geldin demek seçilmiş olan, gelemeyeceksin sanmıştık.”

 

Şerefsiz kurmayları olduğunu sandığım yedi kişiyle, yuvarlak bir masanın etrafını çevirmiş, anladığım kadarıyla oldukça uzun bir süredir beni bekliyor. Odaya girdiğimi görünce ayağa kalkıyor. Etrafındaki yedi kişi de onunla beraber sandalyelerinden doğruluyorlar.

“Biz de tam seçilmiş olan gelse de toplantıya geç kalmadan başlasak diyorduk,” diye geveliyor. Beklemenin verdiği bezginliği ustaca gizleyerek gülümsüyor. Yine de endişeli olduğunu sezebiliyorum. Ya benden emin değil seçilmiş olan olarak ya da seçilmiş olan olsam dahi, yapmamı bekledikleri neyse onu yapabileceğimden.

Hemen Şerefsiz’in solunda oturan şişman adam, “Bir an korktuğunu falan düşünmedik bile,” diye tamamlıyor. Düşünerek konuştuğunu sanmıyorum. Şerefsiz bana belli etmemeye gayret ederek karnına sertçe dirsek atıyor. Canı yanan adam Şerefsiz’e dönüyor. Acıyla karışık teessüfle, “Ama, düşünmedik bile dedim şef,” diye üsteliyor.

Şerefsiz gülümseyerek sağında kalan boş sandalyeyi işaret ediyor.

“Otur lütfen,” diyor. “Öncelikle hoş geldin diyelim. Seni yoruyoruz ama, bir an önce toplanmamız gerekiyor.”

Gösterilen sandalyeye oturuyorum. Şerefsiz’de oturuyor ve diğerleri de onun hemen ardından yerlerini alıyorlar. “Önce tanışalım,” diye başlıyor Şerefsiz eliyle yuvarlak masanın etrafını çevreleyen adamları ima ederek. “Tanışmak ortaklığın ilk taşıdır, değil mi?” Demin konuşan şişman adamı gösteriyor. Şişman adam, otuz yaşlarında gösteriyor. Asla bıyık ve sakalının çıkmadığına adım kadar eminim. Kaşları da yok. Kafasında kocaman başını küçücük gösteren devasa bir sarığı var. “Bu Yağlekesi.” Beyaz sarığın üzerinde, uzun süredir orada olduğundan artık iyice silinmiş ve kumaşa zamanın maharetli parmaklarıyla iyiden iyiye işlemiş grimsi kahverengi lekeyi işaret ediyor. “Bu da meşhur yağ lekesi.” Sesini biraz düşürerek bana doğru eğiliyor, sahte bir ciddiyetle ekliyor ardından, “Sarığından da anlayacağın üzere kraldan çok kralcıdır. Kafasında tek kıl olmadığı için toplamı kadar sarık takıyor.”

“Şef,” diye alınganlık gösteriyor Yağlekesi.

“Şaka be şaka, hemen alınma,” diyor Şerefsiz eliyle koca kafalı adamın ensesine ufak bir şaplak atarak. Yağlekesi’nin başındaki devasa kavuk şaplağın şiddetiyle bir iki sallanıyor, düşecek gibi oluyor. Düşmüyor ama. Yağlekesi başındaki ağırlık merkezini değiştiren kavuğunu itinayla düzeltiyor. Şerefsiz bana dönüyor yeniden, “Yağlekesi ani baskın stratejilerimizi planlar ve kaçış yerlerinin güvenliğinden sorumludur,” diye tamamlıyor.

Çaktırmadan Yağlekesi’ne bakıyorum. Şerefsiz’in görevini açıklamasıyla boynuna soktuğu başını gömüldüğü omuzlarının arasından çıkarıyor, bütün kütlesinin üçte birini kaplayan göbeğini içine çekerek göğsünü şişiriyor. Kaçırılmamı o planlıyor yani. Bu kadar önemli olduğunu düşündükleri planla bizi getirmesi için Dürzü’yü gönderen de o. Boynunun altında sarkan yağlar, kendini dikleştirdiğinde hafifçe bir sallanıyor.

Eyvah ki eyvah.

“Her şakada küçükte olsa bir gerçek payı vardır ama,” diye söze karışıyor Yağlekesi’nin hemen solunda oturan zayıf bedenli, en fazla yirmi beş yaşında olduğunu zannettiğim ama bir o kadar daha yaşlı gösteren keçi sakallı. Başında belli belirsiz, sadece takmak zorunluluğu yüzünden taktığını ima eden gri, tek renk bir başlık var. Sözlerinin ardından başındakini düzeltmek gereği duyuyor. Yine de haklı. Şef diye hitap ettiği adam başına uçları sökülmeye başlamış eski püskü bir külah takarken, Yağlekesi kendi başına gösterişli devasa bir sarık takıyor. Görevinden dolayı kendini diğerlerinin üstünde görüyor büyük ihtimal. Ya da görevini diğerlerinin görevlerinden daha önemli buluyor. Bu da her iki durumda kendince kendisini diğerlerinden değerli kılıyor. Hatta öyle ki, Şerefsiz’in yerinde kendisinin olması gerektiğini düşündüğünden bile eminim. Şeflik nasıl bir konumsa o konumun dört dörtlük sahibi o. Keçi sakallı genç adamda benim düşündüğümü düşünür bakıyor Yağlekesi’ne. Şişman olandan hoşlanmadığı apaçık belli. İmasını lafının sonuna sıkıştırıyor. “Kurtarmaya Dürzü’yü gönderdiğine göre.”

Yağlekesi ağzına teptiği cümlelerini çiğneyerek, “Ama hep o ikisi gider,” diyecek oluyor. Kavuğun ağır kumaşından terlemeye başlamış.

“Sorun da burada ya zaten,” diyor keçi sakallı. “Hep o ikisi gider.” Ses tonu fısıltıya dönüşüyor. “Ve kimse kalmak istemez.”

“Kurukemik’le tanış,” diyor Şerefsiz. Başımı eğerek selamlıyorum. Aynı şekilde karşılık veriyor. “Kendisi ordumuzun saldırı ve savunma taktiklerini yönetir. Yanında Kıytırık var.” Ufak tefek, sevimli bir adam gülümsüyor.

“Ayağa kalksana,” diye uyarıyor yanındaki sarışın, yüzü çillerden gözükmeyen on sekiz, yirmi yaşlarındaki çocuk. Selam verirken diğerleri de kalkmıyorlar halbuki.

Kıytırık sertçe, “Zaten ayaktayım,” diye yanıtlıyor.

“Biliyorum,” diye sürdürüyor çilli olan. Ringe çevrilmiş salonda, gözümü açtığımda dönüp şampiyonun ödülünü almaya geleceğini haber veren genç bu.

“Sen kendine bak,” diye azarlıyor Kıytırık. “Suratın da neyin nerede olduğu belli değil.”

Çilli çocuk iki parmağıyla gözlerini işaret ederek sırıtıyor. “Üsttekiler gözlerim,” diyor şımarıkça. “Gözlerine yakın olan da çenem.”

Masayı çevreleyenler kıkırdamaya başlıyorlar.

“Kıytırık lağımcıların başıdır,” diyor Şerefsiz. Kıkırdamalar belli belirsiz devam ederken çevresindekilere eliyle sus hareketi yapıyor. Sessizlik beklediğimden hızlı geliyor. “Özellikle yer altı tünelleri ondan sorulur. Yanındaki Çildekeş, patlayan balonların mucididir ve ordumuzun silahlanmasından sorumludur.”

Çildekeş’in yanı başında birbirine tıpatıp benzeyen iki genç adam oturuyor.

Şerefsiz’in kendini tanıtmasına fırsat tanımadan, “Ben, Kısaçöp,” diyor bana yakın oturan. Sol tarafımdan bana yakın oturan yani. “Gizliköy’ün haberleşmesinden sorumluyum.”

“Sadece gelen haberlerden,” diye düzeltiyor tıpatıp Kısaçöp’e benzeyen diğeri. “Gidecek olan haberlerden ben sorumluyum. Adım Uzunçöp.” Uzun falan değil oysa, tıpatıp ötekinin aynı.

“Biz ikiziz,” diyor Kısaçöp.

“Evet,” diye onaylıyor Uzunçöp. “Ama sen sormadan söyleyeyim, annelerimiz ayrı.”

‘Biz ikiziz,’ diyen Kısaçöp başıyla kardeşini doğruluyor. “Hep sorarlar çünkü.”

“Nasıl yani?” Nasıl ve yani hayatım boyunca hiç bu sayıda yan yana gelmiş değil ve hayatımın hiçbir evresinde mağaraya ilk girdiğimden bu yana kullandığım kadar soru işareti tüketmiyorum. “Bu nasıl olur Tanrı aşkına?”

Uzunçöp Şerefsiz’e bakıyor. Şerefsiz omuzlarını silkiyor. Uzunçöp kardeşine bakıyor bu defa. Kısaçöp beni izlediği için onu fark etmiyor . “Annem beni doğururken yaşama veda edip sınırsız çimenlerin ve şarıldayan suların vatanına gitti,” diye konuşuyor sonra.

Cennete yani.

“O sıra ben annemin içindeydim,” diyor Kısaçöp. “Annemiz yaşamı bırakıp sınırsız çimenlerin ve şarıldayan suların vatanına gidince, Uzunçöp’ün arkasından beni çıkarmadılar.”

“Çıkarmadılar mı?” diye soruyorum. “Neden peki?”

Şerefsiz’a bakıyorlar. Anlatıp anlatmamakta kararsızlar. Şerefsiz’e dönüyorum.

“Yusuflu’da bir bat vardında iki ya da daha fazlası yasaklanmıştır,” diyor Şerefsiz.

Suratsız’ın çöplükte anlattıklarını anımsıyorum.

“E,” diyorum. Çocuk sınırlamasının ikiz doğumlarına yapabileceği bir şey yok ki? O bir şans veya her doğumda, özellikle ailede başka örnek varsa artan bir ihtimal.

Şerefsiz, “Üçüz yaşlılar üçüz olduğu için aynı batında fazla can, aklı çürütür kararı verildi,” diyor.  Bakışlarını önüne çeviriyor. Karnında kenetlediği parmaklarıyla oynuyor. “İlk doğan şanslıdır ikinci doğanın çıkmasına izin verilmez.”

Çeteleye bir tane daha ekleyip, “Nasıl yani,” diye soruyorum. Sesim biraz güçlü çıkıyor. Masayı çevreleyenlerin hepsi bana dönüyor. Yağlekesi’nin kavuğu bu ani dönüşüne ayak uyduramayıp, sağ kulağına doğru kayıyor biraz. “İmkansız ama bu.” Anatomiye aykırı bir olaydan bahsediyor. “ Anneye zarar verir hem.”

Başını salladı Şerefsiz. “Evet,” diyor. “Eğer anneleri doğumda Sulak vatan’a göçmeseydi, Utançlar yarığına gönderilecekti zaten.”

“Nereye?”

“Utançlar yarığı kanunlara karşı gelenlerin gönderildikleri karanlık, ateşler içerisindeki ebedi acılar yurdudur,” diye tanımlıyor Uzunçöp. “Sonsuza dek susuzluk çekeceği yer. Kadim üçüzlerin kusuruna rağmen yasaya karşı gelemezsin.”

“Ve kanun der ki; bir batında sadece bir bebek yapabilirsin,” diyor Kısaçöp kardeşini tasdikleyerek. “İkinci çocuk batında bekliyorsa ve eğer sen kendi isteğinle Sulak Vatan’a gitmezsen utançlar yarığına atılırsın.”

“Cehenneme yani öyle mi?” diye soruyorum.

“Orası neresi?” diye soruyor Şerefsiz.

Masayı çevreleyen ve benim hemen sağımda oturan uzun sakallı adam başından beri kapalı olan gözlerini açıp, önüne bakarak konuşuyor. Dudaklarını açmaya üşeniyormuş gibi ve sözleri zar zor anlaşılıyor.

“Cehennem, bazı kültürlerde ruhunu kaybedenlerin cezalandırıldığı sonsuz hapishanelerdir.” Uzun süre yağlanmamış kapı menteşelerinin çıkardığı gıcırtıya benzer boğazını temizliyor sonra.

“Ruhun özgür kalsın,” diye temennide bulunuyor Şerefsiz. Bana bakıp konuşan uzun sakallıyı tanıtıyor. “Konuşan Meymenetsiz’dir. Köyümüzün eğitiminden sorumludur ve ayrıca ordumuzun casus eğitmenidir. Senin anlayacağın burada her kim ne öğrenirse Meymenetsiz’den öğrenir.”

Meymenetsiz gözlerini kapatarak, eski uykusuna yuvarlanıyor tekrar.

Gerçekten de meymenetsiz.

“Kısaçöp nasıl kurtuldu peki?” diye soruyorum.

“Batın sonrası korudu onu,” diye cevaplıyor beni Şerefsiz. “Annesi Sulak vatana gidince suyu acı olur diye toprağa emanet edildi.”

“Yani gömüldü.” Aynı zamanda murdar sayıldığı için suyu çıkartılmıyor anladığım. İkiz çocuk doğurmaya cüret ediyor ya. Bunu söylemiyorum ama.

Şerefsiz Meymenetsiz’e bakıyor. Meymenetsiz gözlerini açmadan başıyla onaylıyor sözlerimi.

“Evet gömüldü,” diyor Şerefsiz. “Gecenin sonunda annelerinin batın sonrası gidip emaneti araladı.”

Meymenetsiz’e bakıyorum tekrar. Gözleri kapalı nasıl fark ettiğini bilmiyorum ama, güç bela anladığım bir tonda, “Teyzesi,” diyor.

Şerefsiz kaldığı yerden anlatmasını sürdürüyor. “Ve batındaki çiçeği alıp kendi batınına ekti.”

Meymenetsiz’e dönüyorum bir kez daha. Bu kez cevap vermiyor. Hafif bir horultuyla uykusunun bir alt katına iniyor.

Şerefsiz, “Ertesi hafta kendi çocuğuymuş gibi birincinin gölgesini akışkan olmaya sundu,” diyerek hikayeyi tamamlıyor.

Meymenetsiz kendiliğinden cevaplıyorbu defa. Bir alt katına indiği uykusunun merdivenlerini koşarak çıkıyor. Kısa bir ürpermenin ardından, “Doğurdu,” diyor.

Kısaçöp bana bakıyor. “Bugün soluk hesabı yapıyorsam, nedeni annemin batın sonrasıdır,” diye söyleniyor. “İki yıl önce onu su yaptıklarında Yusuflu’dan kaçtım ben de. Kanunların daha fazla yürek yakmaması için Saklıköy’e geldim ve Özgür su toplayıcılarına katıldım.”

“Üç gün sonra da ben geldim,” diyor Uzunçöp. İkiz kardeşine bakıyor. “Batınbir’imi burada duyunca ona destek olmaya karar verdim.” Elini uzatıyor sonra kardeşinin kucağında yumruk yaptığı elini avucunun içine alıp sıkıyor. “Önce ben akışkanlığa adım atıyorum ama benden önce o Saklıköy’e cesaret biriktiriyor.” Kısaçöp kardeşine bakıp minnetle gülümsüyor.

Sessizlik yuvarlak masanın etrafında kendine verilen saniyelerin tadını çıkararak süzülüyor bir süre.

Şerefsiz, “Bu kadar hikaye yeter, artık konumuza geçelim,” diye ünleyerek masanın çevresinde oturanların dikkatlerini çekiyor. “Öncelikle Suratsız’ı kurtarmalıyız.” Kaşlarını çatarak saatine bakıyor. “İki saat içinde su yapacaklar onu, şu an anılarını tazelemek için köyde gezdiriyorlar.”

“Çocukluk anıları bitmek üzere şu an,” diyor Uzunçöp.

“Sormak için geç kalmayalım,” diye konuşuyor Şerefsiz. “Gelmek isterse hakkımızda güzeli olur.”

Gözlerini kısarak aklından yaptığı hesabı açıklıyor Yağlekesi. Kavuğu hesabının sonucunu söylemek için doğrulduğunda başında bir iki sallanıyor. “Gizlerin açıklandığıyla yarım saate kalmaz varırız oraya,” diyor.

Çildekeş, “Sekiz patlayan balon hazırladım. Bir tane de ruh  çatlatanım var,” diyor. “Hepsini de kullanabiliriz.”

Kısaçöp, “İlköpüşme taşının altındaki üç özgür su toplayıcısına haber gönderdim, bizi bekliyorlar,” diye devam ediyor.

“Sekiz kısa tünelim var ama, iki uzun tüneli öneririm,” diyor Kıytırık. Eliyle çenesini sıvazlıyor. “İki uzun tünelin bir ucu gizlerin açıklandığının dördüncüsünün önündeki kızıl çalıların altında saklandı, diğer ucu ilköpüşmeye üç koşum mesafede, kamburçıkaranın dibinde.”

“O zaman iki uzun tünel işimize yarar,” diyor Şerefsiz. Kolunun sıcaklığı kolumu yakarak uykusuna devam eden sakallıya soruyor. “Sen ne dersin Meymenetsiz, İki uzun uygun mudur sana göre?”

Meymenetsiz, gözlerini açmadan başını sallayarak yanıtlıyor Şerefsiz’i. Şerefsiz bakışlarını keçi sakallı zayıf adama çeviriyor bu kez. “Planımız nedir Kurukemik?”

“Dört adamım yardım edecek size, Seçilmiş olan yol gösterecek ve onu takip edecekler,” diye tane tane anlatıyor Kurukemik. “İki uzun tünelin girişinde bekleyecekler sonra.”

““Ben de onlarla gideceğim,” diyor Çildekeş.

Masanın etrafını çevrelemiş bu kadar insanın, dediklerinin hiç birini anlamadığım konuşmalarının ucu nasılsa dönüp dolanıyor Seçilmiş Olan’ı yani beni buluyor yine. “Bir dakika,” diye bağırıyorum. “Seçilmiş Olan yol gösterecekte ne demek oluyor.” Kendi muhabbetlerine dalmış kalabalık ben bağırınca kelimelerini toplayıp bana dönüyor. Sesimi düşürerek soruyorum. “Seçilmiş olan benim değil mi?”

Kıytırık bana dönüp ayağa kalkıyor. “Sensin tabi ki,” diyor. “İki uzun tünel içindekilerine göre hareket eder çünkü, götürmesi gerekeni gitmesi gerekene ulaştırmak için var edildi.”

“Bu ne demek şimdi?” diye kekeliyorum. Bu ne demek gerçekten.

“Ben anlatayım,” diyor Şerefsiz.

Kıytırık, “Onurla,” deyip yerine oturuyor.

Şerefsiz Kıytırık’a, “Onurunla var ol,” diye karşılık veriyor önce, sonra bana dönüyor. “Yani eğer sen, içindekiyle bütünleşebilirsen tüneller seninle konuşacak ve seni gitmen gerekene götürecek.”

“İçimdekiyle mi,” diye yutkunuyorum. Bütünleşmek mi? “İçimdeki de ne?”

Şerefsiz yanıtlamıyorbeni. Saatine göz atıyor. “Bu kadar söz söylemek yeter,” diyor. “Haydi yol sır olmadan çıkın artık.” Masayı çevreleyen yedi kişi Şerefsiz’in temennisiyle aynı anda ayaklanıyor. Ben de kalkıyorum. Şerefsiz gidip kapının yanında dikiliyor. Odayı boşaltmak için önünden geçen başıyla selam verip kapıdan çıkıyor.

Benimle sadece Çildekeş kalıyor.

Şerefsiz Çildekeş’e dönüyor. “Dört üstün muhafız gelecek,” diyor. “Sonra birlikte çıkarsınız.” Gözleri dolmuş. Yapacağımız yolculuk tehlikeli galiba. Boğuk bir sesle devam ediyor. ”Kutsiyet yanınızda olsun, su kadar seri olun.”

Şerefsiz’i, “Su kadar aziz ol,” diyerek selamlıyor Çildekeş.

Şerefsiz odadan çıkacakken duruyor, dönüp yanıma geliyor. Elini omzuma koyuyor ve gözlerime diktiği gözleriyle bakışlarını kaçırmadan eğiliyor. “Su gibi temiz ol,” diyor. “Su gibi saf ol ki içindeki sana boyun eğebilsin.”

Sözünü bitirdiğini diğerlerinin çıktığı kapıdan çıkıp Çildekeş’le beni odada yalnız bıraktığında anlıyorum ancak.

Az sonra aynı kapıdan odaya giren dört genç üniformalı adam giriyor. Dördüde benzer kıyafet giydiği için üniforma diyorum. Birinin elinde küçük bir çanta var.

“Biz hazırız,” diye tekmil veriyor en kısa boylu olan. “Emirlerinize uymak için emir aldık Yüce can.”

Çildekeş bana bakıyor önce. Sadece yutkunuyorum. Sonra dört genç muhafıza dönüyor yine. “O zaman suyu almak için suya gidelim,” diye emir veriyor.

“Işığımız olun lütfen,” diyor kısa boylu genç.

Çildekeş hafif reveransla önümde eğilerek kapıyı gösteriyor. “Seni tünelin ucuna götüreyim,” diye fısıldıyor. “Sen de bizi gideceğimiz yere götür.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

SEÇİLMİŞ OLAN 28

  “Ben buraya girdim daha önce.” Mağaranın içi daha önce 117 numaralı evde, şöminedeki gizli kapıdan Suratsız’la girdiğimiz mağaranın içi ...