“ne oldu bana,
neredeyim ben?”
Karanlık bir çukurun tam ortasında
ayakta duruyorum. Birden sağ tarafımda daha önce gizlerin açıklandığı dedikleri
mağarada gördüğüm pembemsi ışık yanıyor. Işığa dönüyorum. Giderek seyrelen
zifir karanlıkta yanıma elinde tuttuğu bağrıyanan kuyruğuyla kutsal yaşlılardan
biri yaklaşıyor. Kutsal göğsü kıllı yaşlı adam değil bu. İyice yaklaşıyor.
Kutsal burun kıllı yaşlı adamda değil. Elindeki kuyruk sönmek üzere olduğu için
yüzünü seçemiyorum. Yine de tanıdık ama.
“Sen?” diye söyleniyorum. “Sen henüz
karşılaşmadığım üçüncü kutsal ihtiyarsın değil mi?”
Başını olumsuzca sallıyor.
“Hayır,” diyor. Dudakları
kıpırdamıyor. Ya da kıpırdadıysa bile ben göremiyorum. “Ben dördüncü
ihtiyarım,”
“Dördüncü ihtiyar?”
Mağarada yalnız kaldığımda ikinci
kutsal ihtiyarın karşılaşacaksın dediği yaşlı adam yani.
Yaşlı adam iyice yaklaşıyor bana.
“Evet,” diyor. “Benim Muharrem. Ben
dördüncü ihtiyarım.”
Muharrem mi?
“Muharrem kim?” diye soruyorum.
Sorumla aynı anda sanki sözleşmişler gibi kertenkele kuyruğu sönüyor ve
yanımdaki yaşlı adam koyu karanlığın içinde görünmez oluyor.
Gözlerimi açtığımda elimde camdan bir
kalp var ve ben nerede olduğumu bir türlü hatırlayamıyorum. Başındaki külahı
eline alıp araladığım gözlerime eğilen Şerefsiz’i görünce nerede olduğumu
anımsıyorum?
“Ne oldu bana?” diye soruyorum.
Konuşmaya çalışmamla çenemden şakaklarıma doğru fırlayan derin bir sancı
gözlerimi yaşartıyor. Parmaklarımın arasında ki camdan kalbin soğuk yüzeyini
ağrıyan çenemin üzerinde gezdiriyorum. Soğuk cam yüzey iyi geliyor.
“Kazandın,” diye bağırıyor Şerefsiz.
Kazanmış gibi hissetmiyorum. Sol
şakağıma saplanan keskin bir acı benimle hemfikir olduğunu belirtircesine
zonklayarak sol kulağıma siniyor.
Şerefsiz ayağa kalkıyorve odanın
ortasında kendini bir Kazandibi’nin, bir benim yerime koyarak hayal meyal
hatırladığım müsabakayı canlandırmaya başlıyor. “Muhteşemdin, ringin ortasında
karşı karşıya geldiniz,” diyor. “Sen sanki yemyeşil otlaklarda gezintiye
çıkmıştın. O kadar rahattın ki.”
Rahattım tabi. Cesaretimde atıfta
bulunduğu aslında korkudan ne yaptığımın farkında olmadığımdan.
Şerefsiz’de bunun farkında değil.
Yumruk yaptığı elini havaya kaldırıp rakibine vuruyormuş gibi bütün gücüyle
boşluğa savuruyor. Yumruk salladığımı hatırlayamıyorum. “Kazandibi tam çenenin
ortasına yapıştırdı yumruğunu,” diyor. Sol kulağımda gizlenen ağrı duyduğum
cümleden sonra incecik bir sızıyı da peşine takarak alt çenemdeki bütün
dişlerimi dolaşıyor. “İkinci sıradaki seyircilerin arasına kadar uçtun,”
diyerek gözlerimin içine bakıyor Şerefsiz. İkinci sıraya dek uçmak uçağın
bulunmasından bu yana bu konudaki en büyük başarı sayılabilir ancak. Öyle
değilmiş. “İlk kez bu kadar başarılı bir maç seyrettik,” diyor.
“Sevindim,” diyorum. Hiç değilse
birilerinin mutlu olmasına seviniyorum. Kazandibi yine de merhametli davranmış
demek ki. Yoksa o cüssesiyle, savurduğu yumruğun hızı artı, yer çekimi ivmesini
de hesaba katarsak en azından dördüncü sıraya kadar gönderebilir. “Sevindim,”
diyorum tekrar. Bu kez kendi adıma. Yattığım yerden doğrulmaya kalkınca sızının
bir tek dişlerimi ziyaret etmediğini fark ediyorum. Bütün eklemlerim on yıl
aradan sonra altı saat aralıksız vücut çalışmışım gibi ağrıyor.
Şerefsiz, eliyle ensesini kaşıyarak,
“Ha bu arada, Kazandibi ile Seksişey bir hafta sonra evlenecekler,” diyor. Dev
adam adına mutlu oluyorum. Gözlerindeki yalvarır ifade gözlerimin önüne
geliyor. Hiç değilse yediğim yumruk boşa gitmiyor. “Kazandibi senin şahidi
olmanı istiyor.”
“Bakarız,” diye söyleniyorum. Alt
damağımdaki diş etlerim acı biber sürülmüş gibi buram buram yanıyor.
“Bir de Muharrem kim?” diye soruyor
Şerefsiz.
“Kim?” diyorum.
“Muharrem,” diyor. “Baygınken devamlı
Muharrem deyip duruyordun. Kim bu Muharrem.”
“Bilmiyorum,” diye cevaplıyorum. Yaşlı
adama anlattığım hikayemi sızım sızım sızlayan dişlerimle bir de Şerefsiz’e
anlatmak gözlerimde büyüyor. “Muharrem mi dedim.”
Şerefsiz başını sallıyor. ‘Aman boş
ver’ tarzı dudak büküyor sonra. “Neyse kendini hazır hissettiğin zaman giyin
toplantıya gidelim,” diyor. “Ama önce yemeğini ye, ben dışarıdayım.” Odadan
çıkıyor.
Arkasından, “Ne toplantısı,” diye
sesleniyorum ama beni duymuyor bile. Üzerimde yalnızca bir şort var hala.
Pantolonum ve gömleğim köşede ayakkabılarımın üzerine düzenle katlanarak
konmuş. Ayağa kalkmaya çabalıyorum, ama başaramıyorum. Eklemlerimdeki çılgın
ağrılar ben her harekete yeltendiğimde kendini belli ediyor, başım deliler gibi
dönüp duruyor. Midem bulanıyor. Oturuyorum tekrar. Biraz daha dinlenmeye
ihtiyacım var. Başımı yere bırakıp sırt üstü uzanıyorum. Tam gözlerimi kapamış
başımı dönmekten kurtarıyorum ki, bir ses her şeyi göze alıp gözlerimi yeniden
açmama neden oluyor.
“Yemeğini getirdim Seçilmiş olan,”
diyor kulaklarımda volta atan acıyı kenara iterek kulak zarlarıma yapışan ses.
Etli ve hafif ileri doğru çıkık dudaklardan döküldüğü için ıslık çalarak
söylenen bir cümle. Gözlerimi o kadar hızlı açıp, uzandığım yerden o kadar
süratli doğruluyorum ki, başım yeni irtifaya ayak uyduramıyor ve deliler gibi
dönüyor. Gözlerimi kapatıp sırtımı duvara dayayarak bekliyorum bir süre.
Henüz göremediğim kız, “İyi misin
Seçilmiş olan,” diyor beynime kazınıp kalan ses tonuyla. “Yardım edeyim mi?”
Sorusunu cevaplamamı beklemeden omzumdan tutarak doğrulmama yardım ediyor.
Parmaklarının dokunduğu yerler alev almış yanıyor sanki. Gözlerimi ilkinden
daha dikkatli açarak genç kıza dönüyorum.
“Adım Soybeni,” diye gülümsüyor kız.
“Asla,” diye bağırarak geriliyorum.
Sırtım yeniden duvara dokunduğunda tüylerimi diken diken eden serin yüzey,
bütün ağrılarımı birkaç saniyeliğine iptal ediyor. Soybeni sesinin aklıma
çizdiğinin aksine, dudakları neredeyse çizgi kadar ince, dişlek, çalı gibi bir
kız.
Ben bağırınca o da elindeki tepsiyi
bırakıp kapıya fırlıyor.
“geldin
demek seçilmiş olan, gelemeyeceksin sanmıştık.”
Şerefsiz kurmayları olduğunu sandığım
yedi kişiyle, yuvarlak bir masanın etrafını çevirmiş, anladığım kadarıyla
oldukça uzun bir süredir beni bekliyor. Odaya girdiğimi görünce ayağa kalkıyor.
Etrafındaki yedi kişi de onunla beraber sandalyelerinden doğruluyorlar.
“Biz de tam seçilmiş olan gelse de
toplantıya geç kalmadan başlasak diyorduk,” diye geveliyor. Beklemenin verdiği
bezginliği ustaca gizleyerek gülümsüyor. Yine de endişeli olduğunu
sezebiliyorum. Ya benden emin değil seçilmiş olan olarak ya da seçilmiş olan
olsam dahi, yapmamı bekledikleri neyse onu yapabileceğimden.
Hemen Şerefsiz’in solunda oturan
şişman adam, “Bir an korktuğunu falan düşünmedik bile,” diye tamamlıyor.
Düşünerek konuştuğunu sanmıyorum. Şerefsiz bana belli etmemeye gayret ederek
karnına sertçe dirsek atıyor. Canı yanan adam Şerefsiz’e dönüyor. Acıyla
karışık teessüfle, “Ama, düşünmedik bile dedim şef,” diye üsteliyor.
Şerefsiz gülümseyerek sağında kalan
boş sandalyeyi işaret ediyor.
“Otur lütfen,” diyor. “Öncelikle hoş
geldin diyelim. Seni yoruyoruz ama, bir an önce toplanmamız gerekiyor.”
Gösterilen sandalyeye oturuyorum.
Şerefsiz’de oturuyor ve diğerleri de onun hemen ardından yerlerini alıyorlar.
“Önce tanışalım,” diye başlıyor Şerefsiz eliyle yuvarlak masanın etrafını
çevreleyen adamları ima ederek. “Tanışmak ortaklığın ilk taşıdır, değil mi?”
Demin konuşan şişman adamı gösteriyor. Şişman adam, otuz yaşlarında gösteriyor.
Asla bıyık ve sakalının çıkmadığına adım kadar eminim. Kaşları da yok.
Kafasında kocaman başını küçücük gösteren devasa bir sarığı var. “Bu
Yağlekesi.” Beyaz sarığın üzerinde, uzun süredir orada olduğundan artık iyice
silinmiş ve kumaşa zamanın maharetli parmaklarıyla iyiden iyiye işlemiş grimsi
kahverengi lekeyi işaret ediyor. “Bu da meşhur yağ lekesi.” Sesini biraz
düşürerek bana doğru eğiliyor, sahte bir ciddiyetle ekliyor ardından,
“Sarığından da anlayacağın üzere kraldan çok kralcıdır. Kafasında tek kıl
olmadığı için toplamı kadar sarık takıyor.”
“Şef,” diye alınganlık gösteriyor
Yağlekesi.
“Şaka be şaka, hemen alınma,” diyor
Şerefsiz eliyle koca kafalı adamın ensesine ufak bir şaplak atarak.
Yağlekesi’nin başındaki devasa kavuk şaplağın şiddetiyle bir iki sallanıyor,
düşecek gibi oluyor. Düşmüyor ama. Yağlekesi başındaki ağırlık merkezini
değiştiren kavuğunu itinayla düzeltiyor. Şerefsiz bana dönüyor yeniden,
“Yağlekesi ani baskın stratejilerimizi planlar ve kaçış yerlerinin
güvenliğinden sorumludur,” diye tamamlıyor.
Çaktırmadan Yağlekesi’ne bakıyorum.
Şerefsiz’in görevini açıklamasıyla boynuna soktuğu başını gömüldüğü omuzlarının
arasından çıkarıyor, bütün kütlesinin üçte birini kaplayan göbeğini içine
çekerek göğsünü şişiriyor. Kaçırılmamı o planlıyor yani. Bu kadar önemli
olduğunu düşündükleri planla bizi getirmesi için Dürzü’yü gönderen de o.
Boynunun altında sarkan yağlar, kendini dikleştirdiğinde hafifçe bir
sallanıyor.
Eyvah ki eyvah.
“Her şakada küçükte olsa bir gerçek
payı vardır ama,” diye söze karışıyor Yağlekesi’nin hemen solunda oturan zayıf
bedenli, en fazla yirmi beş yaşında olduğunu zannettiğim ama bir o kadar daha
yaşlı gösteren keçi sakallı. Başında belli belirsiz, sadece takmak zorunluluğu
yüzünden taktığını ima eden gri, tek renk bir başlık var. Sözlerinin ardından
başındakini düzeltmek gereği duyuyor. Yine de haklı. Şef diye hitap ettiği adam
başına uçları sökülmeye başlamış eski püskü bir külah takarken, Yağlekesi kendi
başına gösterişli devasa bir sarık takıyor. Görevinden dolayı kendini
diğerlerinin üstünde görüyor büyük ihtimal. Ya da görevini diğerlerinin
görevlerinden daha önemli buluyor. Bu da her iki durumda kendince kendisini
diğerlerinden değerli kılıyor. Hatta öyle ki, Şerefsiz’in yerinde kendisinin
olması gerektiğini düşündüğünden bile eminim. Şeflik nasıl bir konumsa o
konumun dört dörtlük sahibi o. Keçi sakallı genç adamda benim düşündüğümü düşünür
bakıyor Yağlekesi’ne. Şişman olandan hoşlanmadığı apaçık belli. İmasını lafının
sonuna sıkıştırıyor. “Kurtarmaya Dürzü’yü gönderdiğine göre.”
Yağlekesi ağzına teptiği cümlelerini
çiğneyerek, “Ama hep o ikisi gider,” diyecek oluyor. Kavuğun ağır kumaşından
terlemeye başlamış.
“Sorun da burada ya zaten,” diyor keçi
sakallı. “Hep o ikisi gider.” Ses tonu fısıltıya dönüşüyor. “Ve kimse kalmak
istemez.”
“Kurukemik’le tanış,” diyor Şerefsiz.
Başımı eğerek selamlıyorum. Aynı şekilde karşılık veriyor. “Kendisi ordumuzun
saldırı ve savunma taktiklerini yönetir. Yanında Kıytırık var.” Ufak tefek,
sevimli bir adam gülümsüyor.
“Ayağa kalksana,” diye uyarıyor
yanındaki sarışın, yüzü çillerden gözükmeyen on sekiz, yirmi yaşlarındaki
çocuk. Selam verirken diğerleri de kalkmıyorlar halbuki.
Kıytırık sertçe, “Zaten ayaktayım,”
diye yanıtlıyor.
“Biliyorum,” diye sürdürüyor çilli
olan. Ringe çevrilmiş salonda, gözümü açtığımda dönüp şampiyonun ödülünü almaya
geleceğini haber veren genç bu.
“Sen kendine bak,” diye azarlıyor
Kıytırık. “Suratın da neyin nerede olduğu belli değil.”
Çilli çocuk iki parmağıyla gözlerini
işaret ederek sırıtıyor. “Üsttekiler gözlerim,” diyor şımarıkça. “Gözlerine
yakın olan da çenem.”
Masayı çevreleyenler kıkırdamaya
başlıyorlar.
“Kıytırık lağımcıların başıdır,” diyor
Şerefsiz. Kıkırdamalar belli belirsiz devam ederken çevresindekilere eliyle sus
hareketi yapıyor. Sessizlik beklediğimden hızlı geliyor. “Özellikle yer altı
tünelleri ondan sorulur. Yanındaki Çildekeş, patlayan balonların mucididir ve
ordumuzun silahlanmasından sorumludur.”
Çildekeş’in yanı başında birbirine
tıpatıp benzeyen iki genç adam oturuyor.
Şerefsiz’in kendini tanıtmasına fırsat
tanımadan, “Ben, Kısaçöp,” diyor bana yakın oturan. Sol tarafımdan bana yakın
oturan yani. “Gizliköy’ün haberleşmesinden sorumluyum.”
“Sadece gelen haberlerden,” diye
düzeltiyor tıpatıp Kısaçöp’e benzeyen diğeri. “Gidecek olan haberlerden ben
sorumluyum. Adım Uzunçöp.” Uzun falan değil oysa, tıpatıp ötekinin aynı.
“Biz ikiziz,” diyor Kısaçöp.
“Evet,” diye onaylıyor Uzunçöp. “Ama
sen sormadan söyleyeyim, annelerimiz ayrı.”
‘Biz ikiziz,’ diyen Kısaçöp başıyla
kardeşini doğruluyor. “Hep sorarlar çünkü.”
“Nasıl yani?” Nasıl ve yani hayatım
boyunca hiç bu sayıda yan yana gelmiş değil ve hayatımın hiçbir evresinde
mağaraya ilk girdiğimden bu yana kullandığım kadar soru işareti tüketmiyorum.
“Bu nasıl olur Tanrı aşkına?”
Uzunçöp Şerefsiz’e bakıyor. Şerefsiz
omuzlarını silkiyor. Uzunçöp kardeşine bakıyor bu defa. Kısaçöp beni izlediği
için onu fark etmiyor . “Annem beni doğururken yaşama veda edip sınırsız
çimenlerin ve şarıldayan suların vatanına gitti,” diye konuşuyor sonra.
Cennete yani.
“O sıra ben annemin içindeydim,” diyor
Kısaçöp. “Annemiz yaşamı bırakıp sınırsız çimenlerin ve şarıldayan suların
vatanına gidince, Uzunçöp’ün arkasından beni çıkarmadılar.”
“Çıkarmadılar mı?” diye soruyorum.
“Neden peki?”
Şerefsiz’a bakıyorlar. Anlatıp
anlatmamakta kararsızlar. Şerefsiz’e dönüyorum.
“Yusuflu’da bir bat vardında iki ya da
daha fazlası yasaklanmıştır,” diyor Şerefsiz.
Suratsız’ın çöplükte anlattıklarını
anımsıyorum.
“E,” diyorum. Çocuk sınırlamasının
ikiz doğumlarına yapabileceği bir şey yok ki? O bir şans veya her doğumda,
özellikle ailede başka örnek varsa artan bir ihtimal.
Şerefsiz, “Üçüz yaşlılar üçüz olduğu
için aynı batında fazla can, aklı çürütür kararı verildi,” diyor. Bakışlarını önüne çeviriyor. Karnında
kenetlediği parmaklarıyla oynuyor. “İlk doğan şanslıdır ikinci doğanın
çıkmasına izin verilmez.”
Çeteleye bir tane daha ekleyip, “Nasıl
yani,” diye soruyorum. Sesim biraz güçlü çıkıyor. Masayı çevreleyenlerin hepsi
bana dönüyor. Yağlekesi’nin kavuğu bu ani dönüşüne ayak uyduramayıp, sağ
kulağına doğru kayıyor biraz. “İmkansız ama bu.” Anatomiye aykırı bir olaydan
bahsediyor. “ Anneye zarar verir hem.”
Başını salladı Şerefsiz. “Evet,”
diyor. “Eğer anneleri doğumda Sulak vatan’a göçmeseydi, Utançlar yarığına
gönderilecekti zaten.”
“Nereye?”
“Utançlar yarığı kanunlara karşı
gelenlerin gönderildikleri karanlık, ateşler içerisindeki ebedi acılar yurdudur,”
diye tanımlıyor Uzunçöp. “Sonsuza dek susuzluk çekeceği yer. Kadim üçüzlerin
kusuruna rağmen yasaya karşı gelemezsin.”
“Ve kanun der ki; bir batında sadece
bir bebek yapabilirsin,” diyor Kısaçöp kardeşini tasdikleyerek. “İkinci çocuk
batında bekliyorsa ve eğer sen kendi isteğinle Sulak Vatan’a gitmezsen utançlar
yarığına atılırsın.”
“Cehenneme yani öyle mi?” diye
soruyorum.
“Orası neresi?” diye soruyor Şerefsiz.
Masayı çevreleyen ve benim hemen
sağımda oturan uzun sakallı adam başından beri kapalı olan gözlerini açıp,
önüne bakarak konuşuyor. Dudaklarını açmaya üşeniyormuş gibi ve sözleri zar zor
anlaşılıyor.
“Cehennem, bazı kültürlerde ruhunu
kaybedenlerin cezalandırıldığı sonsuz hapishanelerdir.” Uzun süre yağlanmamış
kapı menteşelerinin çıkardığı gıcırtıya benzer boğazını temizliyor sonra.
“Ruhun özgür kalsın,” diye temennide
bulunuyor Şerefsiz. Bana bakıp konuşan uzun sakallıyı tanıtıyor. “Konuşan
Meymenetsiz’dir. Köyümüzün eğitiminden sorumludur ve ayrıca ordumuzun casus
eğitmenidir. Senin anlayacağın burada her kim ne öğrenirse Meymenetsiz’den
öğrenir.”
Meymenetsiz gözlerini kapatarak, eski
uykusuna yuvarlanıyor tekrar.
Gerçekten de meymenetsiz.
“Kısaçöp nasıl kurtuldu peki?” diye
soruyorum.
“Batın sonrası korudu onu,” diye
cevaplıyor beni Şerefsiz. “Annesi Sulak vatana gidince suyu acı olur diye
toprağa emanet edildi.”
“Yani gömüldü.” Aynı zamanda murdar
sayıldığı için suyu çıkartılmıyor anladığım. İkiz çocuk doğurmaya cüret ediyor
ya. Bunu söylemiyorum ama.
Şerefsiz Meymenetsiz’e bakıyor. Meymenetsiz
gözlerini açmadan başıyla onaylıyor sözlerimi.
“Evet gömüldü,” diyor Şerefsiz.
“Gecenin sonunda annelerinin batın sonrası gidip emaneti araladı.”
Meymenetsiz’e bakıyorum tekrar.
Gözleri kapalı nasıl fark ettiğini bilmiyorum ama, güç bela anladığım bir
tonda, “Teyzesi,” diyor.
Şerefsiz kaldığı yerden anlatmasını
sürdürüyor. “Ve batındaki çiçeği alıp kendi batınına ekti.”
Meymenetsiz’e dönüyorum bir kez daha.
Bu kez cevap vermiyor. Hafif bir horultuyla uykusunun bir alt katına iniyor.
Şerefsiz, “Ertesi hafta kendi
çocuğuymuş gibi birincinin gölgesini akışkan olmaya sundu,” diyerek hikayeyi
tamamlıyor.
Meymenetsiz kendiliğinden cevaplıyorbu
defa. Bir alt katına indiği uykusunun merdivenlerini koşarak çıkıyor. Kısa bir
ürpermenin ardından, “Doğurdu,” diyor.
Kısaçöp bana bakıyor. “Bugün soluk
hesabı yapıyorsam, nedeni annemin batın sonrasıdır,” diye söyleniyor. “İki yıl
önce onu su yaptıklarında Yusuflu’dan kaçtım ben de. Kanunların daha fazla
yürek yakmaması için Saklıköy’e geldim ve Özgür su toplayıcılarına katıldım.”
“Üç gün sonra da ben geldim,” diyor
Uzunçöp. İkiz kardeşine bakıyor. “Batınbir’imi burada duyunca ona destek olmaya
karar verdim.” Elini uzatıyor sonra kardeşinin kucağında yumruk yaptığı elini
avucunun içine alıp sıkıyor. “Önce ben akışkanlığa adım atıyorum ama benden
önce o Saklıköy’e cesaret biriktiriyor.” Kısaçöp kardeşine bakıp minnetle
gülümsüyor.
Sessizlik yuvarlak masanın etrafında
kendine verilen saniyelerin tadını çıkararak süzülüyor bir süre.
Şerefsiz, “Bu kadar hikaye yeter,
artık konumuza geçelim,” diye ünleyerek masanın çevresinde oturanların
dikkatlerini çekiyor. “Öncelikle Suratsız’ı kurtarmalıyız.” Kaşlarını çatarak
saatine bakıyor. “İki saat içinde su yapacaklar onu, şu an anılarını tazelemek
için köyde gezdiriyorlar.”
“Çocukluk anıları bitmek üzere şu an,”
diyor Uzunçöp.
“Sormak için geç kalmayalım,” diye
konuşuyor Şerefsiz. “Gelmek isterse hakkımızda güzeli olur.”
Gözlerini kısarak aklından yaptığı
hesabı açıklıyor Yağlekesi. Kavuğu hesabının sonucunu söylemek için doğrulduğunda
başında bir iki sallanıyor. “Gizlerin açıklandığıyla yarım saate kalmaz varırız
oraya,” diyor.
Çildekeş, “Sekiz patlayan balon
hazırladım. Bir tane de ruh çatlatanım
var,” diyor. “Hepsini de kullanabiliriz.”
Kısaçöp, “İlköpüşme taşının altındaki
üç özgür su toplayıcısına haber gönderdim, bizi bekliyorlar,” diye devam
ediyor.
“Sekiz kısa tünelim var ama, iki uzun
tüneli öneririm,” diyor Kıytırık. Eliyle çenesini sıvazlıyor. “İki uzun tünelin
bir ucu gizlerin açıklandığının dördüncüsünün önündeki kızıl çalıların altında
saklandı, diğer ucu ilköpüşmeye üç koşum mesafede, kamburçıkaranın dibinde.”
“O zaman iki uzun tünel işimize
yarar,” diyor Şerefsiz. Kolunun sıcaklığı kolumu yakarak uykusuna devam eden
sakallıya soruyor. “Sen ne dersin Meymenetsiz, İki uzun uygun mudur sana göre?”
Meymenetsiz, gözlerini açmadan başını
sallayarak yanıtlıyor Şerefsiz’i. Şerefsiz bakışlarını keçi sakallı zayıf adama
çeviriyor bu kez. “Planımız nedir Kurukemik?”
“Dört adamım yardım edecek size,
Seçilmiş olan yol gösterecek ve onu takip edecekler,” diye tane tane anlatıyor
Kurukemik. “İki uzun tünelin girişinde bekleyecekler sonra.”
““Ben de onlarla gideceğim,” diyor
Çildekeş.
Masanın etrafını çevrelemiş bu kadar
insanın, dediklerinin hiç birini anlamadığım konuşmalarının ucu nasılsa dönüp
dolanıyor Seçilmiş Olan’ı yani beni buluyor yine. “Bir dakika,” diye
bağırıyorum. “Seçilmiş Olan yol gösterecekte ne demek oluyor.” Kendi
muhabbetlerine dalmış kalabalık ben bağırınca kelimelerini toplayıp bana
dönüyor. Sesimi düşürerek soruyorum. “Seçilmiş olan benim değil mi?”
Kıytırık bana dönüp ayağa kalkıyor.
“Sensin tabi ki,” diyor. “İki uzun tünel içindekilerine göre hareket eder
çünkü, götürmesi gerekeni gitmesi gerekene ulaştırmak için var edildi.”
“Bu ne demek şimdi?” diye kekeliyorum.
Bu ne demek gerçekten.
“Ben anlatayım,” diyor Şerefsiz.
Kıytırık, “Onurla,” deyip yerine
oturuyor.
Şerefsiz Kıytırık’a, “Onurunla var
ol,” diye karşılık veriyor önce, sonra bana dönüyor. “Yani eğer sen,
içindekiyle bütünleşebilirsen tüneller seninle konuşacak ve seni gitmen
gerekene götürecek.”
“İçimdekiyle mi,” diye yutkunuyorum.
Bütünleşmek mi? “İçimdeki de ne?”
Şerefsiz yanıtlamıyorbeni. Saatine göz
atıyor. “Bu kadar söz söylemek yeter,” diyor. “Haydi yol sır olmadan çıkın
artık.” Masayı çevreleyen yedi kişi Şerefsiz’in temennisiyle aynı anda
ayaklanıyor. Ben de kalkıyorum. Şerefsiz gidip kapının yanında dikiliyor. Odayı
boşaltmak için önünden geçen başıyla selam verip kapıdan çıkıyor.
Benimle sadece Çildekeş kalıyor.
Şerefsiz Çildekeş’e dönüyor. “Dört
üstün muhafız gelecek,” diyor. “Sonra birlikte çıkarsınız.” Gözleri dolmuş.
Yapacağımız yolculuk tehlikeli galiba. Boğuk bir sesle devam ediyor. ”Kutsiyet
yanınızda olsun, su kadar seri olun.”
Şerefsiz’i, “Su kadar aziz ol,”
diyerek selamlıyor Çildekeş.
Şerefsiz odadan çıkacakken duruyor,
dönüp yanıma geliyor. Elini omzuma koyuyor ve gözlerime diktiği gözleriyle
bakışlarını kaçırmadan eğiliyor. “Su gibi temiz ol,” diyor. “Su gibi saf ol ki
içindeki sana boyun eğebilsin.”
Sözünü bitirdiğini diğerlerinin
çıktığı kapıdan çıkıp Çildekeş’le beni odada yalnız bıraktığında anlıyorum
ancak.
Az sonra aynı kapıdan odaya giren dört
genç üniformalı adam giriyor. Dördüde benzer kıyafet giydiği için üniforma
diyorum. Birinin elinde küçük bir çanta var.
“Biz hazırız,” diye tekmil veriyor en
kısa boylu olan. “Emirlerinize uymak için emir aldık Yüce can.”
Çildekeş bana bakıyor önce. Sadece
yutkunuyorum. Sonra dört genç muhafıza dönüyor yine. “O zaman suyu almak için
suya gidelim,” diye emir veriyor.
“Işığımız olun lütfen,” diyor kısa
boylu genç.
Çildekeş hafif reveransla önümde
eğilerek kapıyı gösteriyor. “Seni tünelin ucuna götüreyim,” diye fısıldıyor.
“Sen de bizi gideceğimiz yere götür.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder