“seçilmiş olan sensin değil mi,
emin misin.”
Vesikalı gerçekten sağ ayakkabısını sana verdi mi?” diye
soruyor Çildekeş. Göründüğünden konuşkan ve aslında oldukça neşeli bir adam.
Yaklaşık beş dakikadır karanlık dehlizlerin birinden çıkıp birine girerek yol
alıyoruz.
“Verdi,” diyorum.
Suratsız’ın çöplükte söylediği
tonlamayla, “Şanslı adamsın,” diye mırıldanıyor.
Israrla yüzüne bakmamdan rahatsız
oluyor.
“Yanlış anlama,” diyor. “Yusuflu’da
onun sağ ayakkabısı için herkes canını bile verir.” Susuyor. “Saklıköy’de de
aynı.”
“Suratsız’da aynısını söylemişti,”
diye yanıtlıyorum. “Sen evli misin?” Elmacık kemikleri yanaklarından
fırlayacakmış gibi duran zayıf , kemikli bir yüzü var. İrili ufaklı bir sürü
çil suratının her santimetrekaresine gelişigüzel serpili, neredeyse Kıytırık’ın
toplantıda dile getirdiği gibi yüzünde neyin nerede olduğunu saklıyor.
Gözlerinin içi gülüyor yine. Cevap alamıyorum. “Kaç yaşındasın?”
“Yirmi sekiz,” diyor. On sekiz falan
sanıyorum oysa, belki de yirmi. Küsuru yok ama.
“Ben de yirmi dokuz,” diyorum.
“Evliyim,” diye cevaplıyor.
Yüzüne bakıyorum. Bana dönmeden
konuşuyor.
“Evli misin, diye sormuştun ya.”
Otuz yaşıma dek değil evlenmek, elime
kız eli değmiyor neredeyse. Yine de evlilik için aceleye gerek yok diyorum.
Kendi dünyam da yani. Ömür toplamda otuz yıl olunca burada her şey daha hızlı
yaşanmak zorunda kalınıyor olmalı. Çocuğu var mı acaba? Sormakla sormamak
arasında gidip geliyorum. Otuz yaşında insanları kanun gereği suya çevrilen bir
yerde eğer çocuğu varsa Saklıköy’de mi, Yusuflu’da mı yaşadığına emin olamayıp
susuyorum.
“Bir de küçük kızım var,” diye
mırıldanıyor. Gözlerinin içindeki gülümseme kayboluyor ve elmacık kemikleri
gözlerini kapayacak kadar belirginleşiyor birden. “Ve onun su olmasını
istemiyorum.”
Yerinde bir istek diye düşünüyorum.
Kim okşamaya kıyamadığı kızının otuz yaşına gelince mutlaka su olacağını
bilerek yaşayabilir ki?
Haklıyım.
‘Onun otuz yaşına geldiğinde zorla
suya dönüştürüleceğini bilerek yaşayamadığım için kaçtım köyden.’
“İyi yapmışsın,” diyorum.
“Efendim,” diyor başını eğdiği yoldan
kaldırıp fısıldayarak.
Az önce kurduğu cümlesini
hatırlatarak, “Kızının otuz yaşına geldiğinde zorla su yapılmasını görmemek
için köyden kaçtım dedin ya,” diye tekrarlıyorum.
Şaşkın gözlerle süzüyorbeni.
“Demedim,” diyor. Şaşırma sırası bana
geliyor. Kulaklarımla duyduğuma yemin edebileceğim sözleri, üstelik ikisi
önümüzde, ikisi arkamızda beraber yürüdüğümüz dört muhafızın yanında söylüyor.
Ses tonunu düşürerek ekliyor, “Sadece düşündüm.”
“Ne?”
“Sadece düşündüm,” diye yineliyor.
“Düşündün mü. Ben düşünce okuyamam
ki?” diyorum. Okuyamam da.
Gözlerinin geriyor Çildekeş. Kafasını
önüne eğerek yürümesini sürdürüyor. “Ne biliyorsun?” diye mırıldanıyor. Bana
dönerek duruyor. “Ne biliyorsun?” diyor daha güçlü bu kez. Arkadaki iki askerde
o durunca yerlerine çakılıyorlar.
Önde giden ikisi durduğumuzu fark
etmiyor.
“Sen uçabilir misin?” diye soruyorum.
Omuzlarını silkiyor. “Hayır,” diye
yanıtlıyor sorumu. “Uçamam.”
“Ne biliyorsun?” diye soruyorum.
Gülümsemesini gözlerinden alıp
dudaklarına kondurarak yürümeye devam ediyor. Bizi takip eden askerlerde aynı
anda ilerlemeye başlıyorlar.
Önümüzden gidenler on, on iki adım
ilerimizdeler.
“Denedim,” diyor Çildekeş.
Ne demek istediğini çıkaramıyorum.
“Anlamadım.” Oysa on sekiz yaşında gösteren yirmi sekiz yaşındaki genç adamdan
cevap olarak ‘Çünkü uçamam işte,’ gibi bir şeyler bekliyorum ya da ne bileyim,
‘Kanatlarım yok,’ benzeri şeyler. Mantığıma uygun bir şeyler bekliyorum yani.
Denedim duymayı çok tahmin etmediğim bir yanıt.
Ama yok, burada da kalmıyor. “Sen düşünce okumayı kaç
defa denedin?” diye soruyor o.
“Denemek mi?” diyorum. Hayatımda bana
yöneltilen en kolay soru belki de bu. Yine de geveliyorum. “Ben. Şey.” Aklıma
bile gelmiyor normalde. Cevap veriyorum; Hiç. “Hiç tabi ki. Aklıma bile gelmedi.”
Kaşlarını bilmiş bilmiş kaldırıp, “Hiç
denemediğin bir şeyi yapamayacağını nereden biliyorsun peki?” diye azarlıyor bu
kez, istifini bozmadan.
“Saçma ama,” diye mırıldanıyorum.
Saçma ama.
“Gerçekten öyle mi?” diyor. “İnsanlar
kendilerinde olanların farkına bile varamazlar bazen. Oysa deneseler ne kadar
çok güçlerinin olduğunu görüp şaşırırlar. Sadece yapamam derler, beceremem
derler. Daha kolaydır çünkü bu.”
“Yapamam ama,” diye onaylıyorum.
Çildekeş ben demedim mi tarzı bakıyor.
“Aslında yapmam desen daha doğru olur,” diye düzeltiyor. “Yapamadığın zaman
yapamam demek gerekir, yapamadığın denemeden, yapmaya uğraşmak için kılını dahi
kıpırdatmadan konuşulacaksa sadece yapmam denilebilir.”
“Ama ben. Nasıl düşünce okuyabilirim
ki?” diyorum.
“Bir; Sen Seçilmiş olansın,” diye
konuşuyor Çildekeş. Devamı var muhakkak.
“İki,” diyorum.
“İki; İçindeki böcekten haberin yok
sanırım,” diyerek gülümsüyor. “Yoksa böyle konuşmazdın.”
“İçimdeki böcek mi, o da ne?” diye
soruyorum. “İçimdeki böcekte ne demek oluyor?”
Çildekeş, “Tanrı aşkına şaşırtıyorsun
beni,” diye konuşuyor hayretle. “Vücudun haritasını ilkokulda okuturlar.”
Anatomi herhalde.
“Yani?”
“Yani, bilincin altında kalan
bilinçaltının ön lobundan bahsediyorum. Çakranın hemen arkasındaki konuşan
böcekten. Görüş alanına takılan çakraların arkasındaki böceklerle telepati
kuran böcekten. Dudaklarını kullanmana gerek kalmadan iletişim sağlayabilmen
için okullarda verilen eğitimle uyandırılırlar hani,” diyor soluksuz
sıralayarak.
Yine de es geçtiği bir pürüz var
anlattıklarında.
“Ben eğitim almadım ama,” diye
söyleniyorum.
Gülümsüyor yeniden.
“Dürzü’nün kütüğünü başına iki kez
yemişsin,” diyor. “İnan bana o böceğin uyanması için yeter de artar bile.”
Ensemde neredeyse tamamen unuttuğum
eski bir sızı, Çildekeş’in hatırlattığıyla aklımın neresine saklanmışsa çıkıp
başımın çevresinde bir tur atıyor.
“Geldik efendim.”
Önümüzde yürüyen iki asker durmuş,
önlerine çıkan kayaya sırtlarını vermiş bizi bekliyor.
“Çıkmaz yol mu?” diye söyleniyorum.
Yolumuzu tıkayan yığıntı bir kayalık, ucu bucağı gözükmeden önümüzde uzanarak
gözden kayboluyor.
Çildekeş kıkırdıyor.
“Gizlerin açıklandığı’na hoş geldin,”
diyor. Kayaya yaklaşıyor. Sırtlarını kayaya yaslamış iki asker Çildekeş
yanlarına gelince biri sağına öteki soluna doğru kayıp aralanıyor. Aralarından
geçen zayıf adam kayanın önünde duruyor.
“Saklıköy’e gel,” diyor ve aynı
cümleyi iki kere daha tekrarlıyor.
Aniden yer titremeye başlıyor.
“Deprem,” diye bağırıyorum. “Deprem
oluyor.”
“Sakin ol,” diyor Çildekeş. “Deprem
falan yok, Gizlerin açıklandığı geliyor. Gürültülü gelmeyi sever o, o kadar.”
“Gizlerin açıklandığı?” Şu mağara.
Yusuflu’da normal evcil hayvan çağıran yok galiba. Vesikalı’nın solucanlarından
başka, şimdi de Çildekeş’in mağarası.
Cümlemi yeni tamamlıyorum ki
Çildekeşin önündeki kaya tam ortasından boydan boya ayrılmaya başlıyor. Yarılan
taşların bütünden koparken çıkardığı cayırtıyı ve havaya karışan kükürt
kokusunu alabiliyorum.
Çildekeş gözlerini tam karşımızda
kendi haykırışlarıyla yırtılıveren koca kayalıktan çevirmeden derin bir nefes
çekerek ciğerlerini dolduruyor. “Özgürlüğün kokusunu alıyor musun?” diye
soruyor.
Kükürt kokusunu özgürlükle
bağdaştırmakta zorlanıyorum ama, bunu kendime saklıyorum.
Sert duvar üzerinde bir insanın
rahatlıkla geçebileceği genişlikte yarık oluşunca yer sarsıntısı duruyor.
Çildekeş kayalık duvar tamamen hareketsiz kalınca eliyle az önce beliren yarığı
işaret ediyor.
“Önden Seçilmiş olan, lütfen.”
Benden bahsediyor.
“Bu mağarayı biliyorum ben,” diye mırıldanıyorum.
Fırının yanında karşıma çıkan üzerine kırmızı boyayla çalakalem üç satır
yazılmış kayanın aynısı.
“Biliyorum,” diyerek tasdikliyor Çildekeş. “Lütfen Gizlerin açıklandığı’na gir, zamanımız daralıyor.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder