1 Ağustos 2025 Cuma

SEÇİLMİŞ OLAN 27

“seçilmiş olan sensin değil mi,

emin misin.”

 

Vesikalı gerçekten sağ ayakkabısını sana verdi mi?” diye soruyor Çildekeş. Göründüğünden konuşkan ve aslında oldukça neşeli bir adam. Yaklaşık beş dakikadır karanlık dehlizlerin birinden çıkıp birine girerek yol alıyoruz.

“Verdi,” diyorum.

Suratsız’ın çöplükte söylediği tonlamayla, “Şanslı adamsın,” diye mırıldanıyor.

Israrla yüzüne bakmamdan rahatsız oluyor.

“Yanlış anlama,” diyor. “Yusuflu’da onun sağ ayakkabısı için herkes canını bile verir.” Susuyor. “Saklıköy’de de aynı.”

“Suratsız’da aynısını söylemişti,” diye yanıtlıyorum. “Sen evli misin?” Elmacık kemikleri yanaklarından fırlayacakmış gibi duran zayıf , kemikli bir yüzü var. İrili ufaklı bir sürü çil suratının her santimetrekaresine gelişigüzel serpili, neredeyse Kıytırık’ın toplantıda dile getirdiği gibi yüzünde neyin nerede olduğunu saklıyor. Gözlerinin içi gülüyor yine. Cevap alamıyorum. “Kaç yaşındasın?”

“Yirmi sekiz,” diyor. On sekiz falan sanıyorum oysa, belki de yirmi. Küsuru yok ama.

“Ben de yirmi dokuz,” diyorum.

“Evliyim,” diye cevaplıyor.

Yüzüne bakıyorum. Bana dönmeden konuşuyor.

“Evli misin, diye sormuştun ya.”

Otuz yaşıma dek değil evlenmek, elime kız eli değmiyor neredeyse. Yine de evlilik için aceleye gerek yok diyorum. Kendi dünyam da yani. Ömür toplamda otuz yıl olunca burada her şey daha hızlı yaşanmak zorunda kalınıyor olmalı. Çocuğu var mı acaba? Sormakla sormamak arasında gidip geliyorum. Otuz yaşında insanları kanun gereği suya çevrilen bir yerde eğer çocuğu varsa Saklıköy’de mi, Yusuflu’da mı yaşadığına emin olamayıp susuyorum.

“Bir de küçük kızım var,” diye mırıldanıyor. Gözlerinin içindeki gülümseme kayboluyor ve elmacık kemikleri gözlerini kapayacak kadar belirginleşiyor birden. “Ve onun su olmasını istemiyorum.”

Yerinde bir istek diye düşünüyorum. Kim okşamaya kıyamadığı kızının otuz yaşına gelince mutlaka su olacağını bilerek yaşayabilir ki?

Haklıyım.

‘Onun otuz yaşına geldiğinde zorla suya dönüştürüleceğini bilerek yaşayamadığım için kaçtım köyden.’

“İyi yapmışsın,” diyorum.

“Efendim,” diyor başını eğdiği yoldan kaldırıp fısıldayarak.

Az önce kurduğu cümlesini hatırlatarak, “Kızının otuz yaşına geldiğinde zorla su yapılmasını görmemek için köyden kaçtım dedin ya,” diye tekrarlıyorum.

Şaşkın gözlerle süzüyorbeni.

“Demedim,” diyor. Şaşırma sırası bana geliyor. Kulaklarımla duyduğuma yemin edebileceğim sözleri, üstelik ikisi önümüzde, ikisi arkamızda beraber yürüdüğümüz dört muhafızın yanında söylüyor. Ses tonunu düşürerek ekliyor, “Sadece düşündüm.”

“Ne?”

“Sadece düşündüm,” diye yineliyor.

“Düşündün mü. Ben düşünce okuyamam ki?” diyorum. Okuyamam da.

Gözlerinin geriyor Çildekeş. Kafasını önüne eğerek yürümesini sürdürüyor. “Ne biliyorsun?” diye mırıldanıyor. Bana dönerek duruyor. “Ne biliyorsun?” diyor daha güçlü bu kez. Arkadaki iki askerde o durunca yerlerine çakılıyorlar.

Önde giden ikisi durduğumuzu fark etmiyor.

“Sen uçabilir misin?” diye soruyorum.

Omuzlarını silkiyor. “Hayır,” diye yanıtlıyor sorumu. “Uçamam.”

“Ne biliyorsun?” diye soruyorum.

Gülümsemesini gözlerinden alıp dudaklarına kondurarak yürümeye devam ediyor. Bizi takip eden askerlerde aynı anda ilerlemeye başlıyorlar.

Önümüzden gidenler on, on iki adım ilerimizdeler.

“Denedim,” diyor Çildekeş.

Ne demek istediğini çıkaramıyorum. “Anlamadım.” Oysa on sekiz yaşında gösteren yirmi sekiz yaşındaki genç adamdan cevap olarak ‘Çünkü uçamam işte,’ gibi bir şeyler bekliyorum ya da ne bileyim, ‘Kanatlarım yok,’ benzeri şeyler. Mantığıma uygun bir şeyler bekliyorum yani. Denedim duymayı çok tahmin etmediğim bir yanıt.

Ama yok,  burada da kalmıyor. “Sen düşünce okumayı kaç defa denedin?” diye soruyor o.

“Denemek mi?” diyorum. Hayatımda bana yöneltilen en kolay soru belki de bu. Yine de geveliyorum. “Ben. Şey.” Aklıma bile gelmiyor normalde. Cevap veriyorum; Hiç.  “Hiç tabi ki. Aklıma bile gelmedi.”

Kaşlarını bilmiş bilmiş kaldırıp, “Hiç denemediğin bir şeyi yapamayacağını nereden biliyorsun peki?” diye azarlıyor bu kez, istifini bozmadan.

“Saçma ama,” diye mırıldanıyorum. Saçma ama.

“Gerçekten öyle mi?” diyor. “İnsanlar kendilerinde olanların farkına bile varamazlar bazen. Oysa deneseler ne kadar çok güçlerinin olduğunu görüp şaşırırlar. Sadece yapamam derler, beceremem derler. Daha kolaydır çünkü bu.”

“Yapamam ama,” diye onaylıyorum.

Çildekeş ben demedim mi tarzı bakıyor. “Aslında yapmam desen daha doğru olur,” diye düzeltiyor. “Yapamadığın zaman yapamam demek gerekir, yapamadığın denemeden, yapmaya uğraşmak için kılını dahi kıpırdatmadan konuşulacaksa sadece yapmam denilebilir.”

“Ama ben. Nasıl düşünce okuyabilirim ki?” diyorum.

“Bir; Sen Seçilmiş olansın,” diye konuşuyor Çildekeş. Devamı var muhakkak.

“İki,” diyorum.

“İki; İçindeki böcekten haberin yok sanırım,” diyerek gülümsüyor. “Yoksa böyle konuşmazdın.”

“İçimdeki böcek mi, o da ne?” diye soruyorum. “İçimdeki böcekte ne demek oluyor?”

Çildekeş, “Tanrı aşkına şaşırtıyorsun beni,” diye konuşuyor hayretle. “Vücudun haritasını ilkokulda okuturlar.”

Anatomi herhalde.

“Yani?”

“Yani, bilincin altında kalan bilinçaltının ön lobundan bahsediyorum. Çakranın hemen arkasındaki konuşan böcekten. Görüş alanına takılan çakraların arkasındaki böceklerle telepati kuran böcekten. Dudaklarını kullanmana gerek kalmadan iletişim sağlayabilmen için okullarda verilen eğitimle uyandırılırlar hani,” diyor soluksuz sıralayarak.

Yine de es geçtiği bir pürüz var anlattıklarında.

“Ben eğitim almadım ama,” diye söyleniyorum.

Gülümsüyor yeniden.

“Dürzü’nün kütüğünü başına iki kez yemişsin,” diyor. “İnan bana o böceğin uyanması için yeter de artar bile.”

Ensemde neredeyse tamamen unuttuğum eski bir sızı, Çildekeş’in hatırlattığıyla aklımın neresine saklanmışsa çıkıp başımın çevresinde bir tur atıyor.

“Geldik efendim.”

Önümüzde yürüyen iki asker durmuş, önlerine çıkan kayaya sırtlarını vermiş bizi bekliyor.

“Çıkmaz yol mu?” diye söyleniyorum. Yolumuzu tıkayan yığıntı bir kayalık, ucu bucağı gözükmeden önümüzde uzanarak gözden kayboluyor.

Çildekeş kıkırdıyor.

“Gizlerin açıklandığı’na hoş geldin,” diyor. Kayaya yaklaşıyor. Sırtlarını kayaya yaslamış iki asker Çildekeş yanlarına gelince biri sağına öteki soluna doğru kayıp aralanıyor. Aralarından geçen zayıf adam kayanın önünde duruyor.

“Saklıköy’e gel,” diyor ve aynı cümleyi iki kere daha tekrarlıyor.

Aniden yer titremeye başlıyor.

“Deprem,” diye bağırıyorum. “Deprem oluyor.”

“Sakin ol,” diyor Çildekeş. “Deprem falan yok, Gizlerin açıklandığı geliyor. Gürültülü gelmeyi sever o, o kadar.”

“Gizlerin açıklandığı?” Şu mağara. Yusuflu’da normal evcil hayvan çağıran yok galiba. Vesikalı’nın solucanlarından başka, şimdi de Çildekeş’in mağarası.

Cümlemi yeni tamamlıyorum ki Çildekeşin önündeki kaya tam ortasından boydan boya ayrılmaya başlıyor. Yarılan taşların bütünden koparken çıkardığı cayırtıyı ve havaya karışan kükürt kokusunu alabiliyorum.

Çildekeş gözlerini tam karşımızda kendi haykırışlarıyla yırtılıveren koca kayalıktan çevirmeden derin bir nefes çekerek ciğerlerini dolduruyor. “Özgürlüğün kokusunu alıyor musun?” diye soruyor.

Kükürt kokusunu özgürlükle bağdaştırmakta zorlanıyorum ama, bunu kendime saklıyorum.

Sert duvar üzerinde bir insanın rahatlıkla geçebileceği genişlikte yarık oluşunca yer sarsıntısı duruyor. Çildekeş kayalık duvar tamamen hareketsiz kalınca eliyle az önce beliren yarığı işaret ediyor.

“Önden Seçilmiş olan, lütfen.”

Benden bahsediyor.

“Bu mağarayı biliyorum ben,” diye mırıldanıyorum. Fırının yanında karşıma çıkan üzerine kırmızı boyayla çalakalem üç satır yazılmış kayanın aynısı.

“Biliyorum,” diyerek tasdikliyor Çildekeş. “Lütfen Gizlerin açıklandığı’na gir, zamanımız daralıyor.” 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

SEÇİLMİŞ OLAN 28

  “Ben buraya girdim daha önce.” Mağaranın içi daha önce 117 numaralı evde, şöminedeki gizli kapıdan Suratsız’la girdiğimiz mağaranın içi ...