“tekrar
Düşünebilir miyim?”
Ringe kurulmuş platform çoktan kaldırılıp dövüş alanı
pırıl pırıl temizleniyor. Turkuaz renkli bir şort giyiyorum ve kollarıma aynı
renk bileklik bağlıyorlar. Akıllarında tasvir ettikleri Seçilmiş Olan’ı benden
daha iriyarı beklediklerinden, muhtemel seçilmiş olana hazırlanan şort bana
birkaç beden büyük geliyor. Ringin köşesine konmuş tabureye oturuyorum. Midem
bulandı bulanıyor. Kalabalık dağıldıkları yerlerden dönerek tekrar
sandalyelerine sıralanıyor, ilk kez yaşadıkları kuvvetle ihtimal aynı gece yapılacak
ikinci maç için sabırsızlanıyorlar. Midemden kopup gelen küçük bir öğürtü
boğazımdan enstrümanı belli olmayan bir ezgiyle kalabalığın uğultusuna
katılıyor.
Birden ringin titrediğini
hissediyorum.
Kalabalık benim ringin titrediğini
sandığımla aynı anda ani bir sessizliğe gömülüyor. Bu iyiye işaret değil. Yerin
titrediğini ilk hissettiğim zaman Yusufluköy’e giriyorum ve çıkamıyorum.
Boğazımı düğümleyen huzursuzlukla etrafıma bakınıyorum ama, hiçbir şey
göremiyorum.
Aynı sarsıntı daha güçlü tekrarlandığında
oturduğum tabureden kayıyorum bu kez. Düştüğüm yerden çevremi izliyorum. Hiçbir
şey göremiyorum yine de. Ayağa kalktığımda karşımdaki seyirciler iki yana
kayarak ringle salonun giriş kapısı arasında dar bir koridor açıyorlar. Zeminin
titremeleri giderek sıklaşıyor ve sıklaşan sarsıntıların kuvveti durmadan
artıyor.
Ne olur ne olmaz diye ringin köşe
direğine tutunuyorum.
“Haydi seçilmiş olan, göster kendini.”
Ses tam arkamdan geliyor. Dürzü’nün
darbesinden sonra kendime geldiğimde hemen arkamda oturan ama, asla yüzünü
göremediğim, ses tonu kulağıma yapışıp kalan genç kızın pelteksi sesi.
Dönüyorum, sesin geldiği yöne bakıyorum. Tam karşımda ringi aydınlatmak için
çevrilmiş parlayan ışık, gözlerimi karartıyor. Elimi gözlerime siper yaparak
ısrarla bakmama rağmen yine hiçbir şey göremiyorum.
Önüme dönüyorum tekrar.
Önümü göremiyorum.
Gözlerimi kamaştıran ışıktan olsa
gerek. Işık körlüğü denen şey olmalı. Gözlerimi hızlı hızlı kırpıştırıyorum.
Bir türlü önümde uzayıp giden koyu karanlığı aşıp arkasını ayırt edemiyorum.
“Seçilmiş olan, seninle dövüşmek,
onurdur,” diyor gök gürültüsünü andırır bir ses. İçimde organ namına ne varsa,
hepsi boğazımın altında, kalbimin arkasına saklanıyor. Gürültü yukarıdan
geliyor. Başımı kaldırıyorum.
İki büyük burun deliği karşılıyor
beni.
Burun delikleri beni görebilmek için
eğildiğinde, daha iri olan saçsız bir başla göz göze geliyorum.
Önümde uzayan minare, “Ben,
Kazandibi,” diyor elini uzatarak. Tokalaşmak istiyor. Elimi uzatıyorum. Elimi
neredeyse dirseğime kadar avuçlayarak sıkıyor. “Seni göreceğimi hiç tahmin
etmiyordum,” diye fısıldıyor. Sesinde saygı var ve saygının kenarları rakibim
olduğu için sevinçle kuşatılmış. “Şimdi seninle dövüşeceğim. Bu benim için
onurdur.”
Duyduklarım başımın içerisinde nereden
çıktıları belirsiz binlerce zilin hep bir ağızdan çalmasına yol açıyor. Bir
çukurun başında arkamdan ağlayan insanları görür gibi oluyorum. Kapılarının
önüne kadar gelen Seçilmiş Olan’ı suyu köylerine getiremeden kaybettiklerine
üzülecekler. Kesinlikle hiçbir şansım yok. Şanssızlığım yalnızca kazanmak adına
değil, maç sonrası hayatta kalabilmek için bile en ufak bir şansım gözükmüyor.
Ufukta görünen maalesef bu insanlar için hayal kırıklığı, benim içinse boyun
kırıklığı. Karşımdaki yarmanın onur saydığı dövüş, kişisel olarak benim ölüm
fermanım.
Kazandibi ringin diğer ucuna
ilerlerken onu seyrediyorum. Demek ki buraya kadarmış. En azından iki buçuk
metre boyunda ve şişman sayılır. Ben nutku tutulan idrakimle çarpım tablosunun
ilgili basamaklarını eşleştirip iki buçuk metrelik bir şişkonun kaç kilo
gelebileceğini tahmin bile edemiyorum. Yumruk atmasına gerek bile yok.
Teşebbüsünde ölürüm zaten.
‘Merhumu nasıl bilirdiniz?’
‘Rüzgarından öldü zavallı.’
Etrafıma bakınarak Şerefsiz’i
araştırıyorum. Ringe yönlendirilmiş ışığın kararttığı tarafta olmalı,
göremiyorum. Nasıl böyle bir hata yapabiliyorum. Suratsız’ı tekrar yaşıyor
görebilmek ihtimalinin heyecanına kapılıyorum ve ne yazık ki, dilimin altında
kalması gereken kelimeleri duymaması lehime olan insana duyuruyorum. Ve ben
bunu hep yapıyorum. Neyse yine de iyi yanından bakacaksak, bugünkü hatadan
sonra hatamı yineleyecek başka bir hakkım kalmayacak.
Hatalarından ders almazsan, hataların
sana ders veriyor işte.
Ne yaptığımın farkında olmadan
Kazandibi’nin arkasından yürüyorum. Köşesindeki taburesine oturmak üzereyken
beni görünce ayağa kalkıyor. Saygıda kusur etmiyor.
Sesimin titremesini engellemeye
uğraşarak yaptığım yanlışı telafiyi deniyorum.
“Bak,” diyorum. “Dövüşmek
zorunluluğumuz yok, bunu tatlılıkla halledebiliriz.”
Koca kule, cüssesinden beklenmeyecek
hızla dizleri üzerine düşüp ancak serçe parmakları kadar olan ellerime
kapaklanıyor. Önümde büzülüp kalan devasa yığını korkumdan düşünme yetimi
kaybettiğim için sadece izliyorum. Ayaklarımın ucunda cereyan eden sahne garip.
Yüzüme doğru hohlasa üfürüğünden zatürree olup yataklara düşeceğim iki katlı
bina kılıklı adam, oyuncağı elinden alınan çocukların çıkardığı benzeri bir ses
tonuyla dokunsan ağlayacak.
“Korktuğumu anladın değil mi?” diyor.
“Çok korkuyorum Seçilmiş olan ama korkaklığımı köye belli etme ne olur.”
Korkaklığını köye belli etmek? Az önce
o köylülerin hepsi benim mezarımın başında ağlaşmıyorlar mı? Doğaçlama bir
karşılık için ağzımı açacakken yanıt vermeme fırsat tanımadan sızlanmasına
devam ediyor.
“Hem izin ver lütfen,” diye
fısıldıyor. “Şerefsiz seninle dövüşmemi şart koştu.”
“Şart mı koştu,” diye mırıldanıyorum.
Bu adam Seçilmiş olan diri istemiyor herhalde. “Ne için şart koştu?”
Başını çevirerek ringin kenarına dek
yaklaşmış genç bir kızı işaret ediyor. Genç kız gözlerine doldurduğu minnetle,
dizleri üzerinde, önümde kapaklanan dev adamı seyrediyor.
“Onunla evlenebilmem için,” diyor
sadece kafası anatomik bütünlüğümün tamamı kadar olan adam. “Seksişey onun kız
kardeşi.”
Seksişey’e bakıyorum Boyu en fazla bir
elli civarında. Zayıf sayılacak denli ince yapılı. Önümde eğilmiş, neredeyse
ağlamak üzere olan iri yarı adama dönüyorum tekrar. Söyleyebilecek bir şey
bulamıyorum. En azından seks hayatları monoton olmayacak.
Kazandibi, “Seksişey’de seninle dövüşmezsem
benimle evlenmeyeceğini söyledi hem,” diye mırıldanıyor. Gözlerindeki yalvaran
bakışlar bünyesine uymuyor bile. Bir metre altmış dokuz santimlik boyumla,
ancak beline kadar çıkabiliyorum oysa. “Canımı çok fazla yakma lütfen,” diye
ekliyor.
Canımı çok fazla yakma? Bütün gücümle
arka arkaya seksen yumruk atsam bile yumruk attığımı hissedeceğinden
şüpheliyim. Cevap vermem ortalığı karıştırmaktan başka bir işe yaramıyor.
Dönüyorum ve yapacak başka bir seçeneğim kalmadığı için taburemin olduğu köşeme
yürüyorum. Ringi çepeçevre saran topluluktan şiddetli bir alkış kopuyor bir
anda.
Kazandibi’nin yanına gitmemi, tıpkı
Kazandibi gibi yorumluyorlar.
Palyaço kılıklı hakem ringin ortasına
geldiğinde kalabalık yeniden eski sessizliğine bürünüyor. Müsabakaya hakemlik
görevi verilmiş palyaço, etrafında üç yüz altmış derece dönerek halkı
selamlıyor önce, sonra elleriyle bizleri gösteriyor. Kazandibi ayağa kalkınca,
benim de kalkmam gerektiğine karar veriyorum. Biz ayağa kalkar kalkmaz
oturduğumuz tabureler, ringin dibinde konuşlanmış bu anı bekleyen görevliler
tarafından süratle dışarı alınıyor. Bu ok yaydan çıktı artık demek.
Seksişey koluna giren bir görevli
tarafından uzaklaştırılıyor. Uzaklaştırılırken bile gözlerini Kazandibi’nden
alamıyor, acıma dolu bakışlarıyla, sanki sevdiği adamı bir daha göremeyecek
gibi her ayrıntısını hafızasına kazıyor. Kazandibi dağ gibi, başını doğru
dürüst göremediğimden sürüklenerek ringden uzaklaştırılan kız arkadaşını
izlerken ne düşündüğünü tahmin edemiyorum. Tek emin olduğum duyduklarım.
Benimle dövüşeceği için heyecanlı ve bana söylediğine bakılırsa benden
korkuyor. Biri çıkıp kızı alabileceğini, bunun uğruna dövüşmesinin şart
olmadığını söylese, arkasına bakmadan kaçacak.
Keşke biri çıkıp bunu söylese.
Kazandibi, gözlerini hakemin ellerine
kenetlemiş müsabakanın başlama işaretine odaklanıyor. Fareden korkan fil gibi
ürkek, bana bakmaya bile çekiniyor.
Son bir gayretle gözümü alan ışığın
olduğu tarafa bakınıyorum. Şerefsiz’i görebilmeyi umuyorum. Gözlerimi
kısıyorum. Olmuyor.
Birden,” Hazır mısın?” diye bağıran
hakemin sesiyle olduğum yerde sıçrıyorum. Kazandibi’ne dönüyor.
Kalabalıktan yoğun bir uğultu kopuyor.
Kazandibi, “Hazırım,” diyor. Bunu öyle
söylüyor ki, ringin diğer ucunda olmama rağmen ben duymakta zorlanıyorum. Adam benimle
dövüşmekten gerçekten korkuyor.
Palyaço kılıklı adam bana dönüyor bu
kez. “Hazır mısın?” diye ünlüyor.
Kalabalıktan aynı yoğun uğultu
duyuluyor tekrar. Cevap vermem gerekiyor ama, boğazıma yediğim bir şey takılmış
gibi konuşamıyorum. Ağzımı açıp evet, demeyi deniyorum. Artık maçın iptalini
sağlayabilmek amacıyla yapabileceğim bir şey yok. Sesim çıkmıyor.
Kalabalık susmuş, benden gelecek
cevabı bekliyor. Ağız dolusu havayı yutarak boğazımı temizliyorum. Bütün
gücümle, “Evet,” diye bağırıyorum. Sesimin çıkacağını sanmıyorum. Boğazımdan
benim bile beklemediğim duvarlara çarpıp yankılanan güçlü bir nida
kopuyor.
Kazandibi, olduğu yerde sendeleyerek
bir adım geriliyor. Bakışlarını hakemin ellerinden ayırtarak Seksişey’in az
önce beklediği tarafa çeviriyor.
Genç kız yok.
Kalabalık attığım naradan
heyecanlanmış çılgınlar gibi alkışlamaya başlıyor.
Hakem eliyle ringin ortasını işaret
edip, “Öyleyse mücadele başlasın,” diyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder