29 Temmuz 2025 Salı

SEÇİLMİŞ OLAN 25

 

“tekrar

Düşünebilir miyim?”

 

            Ringe kurulmuş platform çoktan kaldırılıp dövüş alanı pırıl pırıl temizleniyor. Turkuaz renkli bir şort giyiyorum ve kollarıma aynı renk bileklik bağlıyorlar. Akıllarında tasvir ettikleri Seçilmiş Olan’ı benden daha iriyarı beklediklerinden, muhtemel seçilmiş olana hazırlanan şort bana birkaç beden büyük geliyor. Ringin köşesine konmuş tabureye oturuyorum. Midem bulandı bulanıyor. Kalabalık dağıldıkları yerlerden dönerek tekrar sandalyelerine sıralanıyor, ilk kez yaşadıkları kuvvetle ihtimal aynı gece yapılacak ikinci maç için sabırsızlanıyorlar. Midemden kopup gelen küçük bir öğürtü boğazımdan enstrümanı belli olmayan bir ezgiyle kalabalığın uğultusuna katılıyor. 

Birden ringin titrediğini hissediyorum.

Kalabalık benim ringin titrediğini sandığımla aynı anda ani bir sessizliğe gömülüyor. Bu iyiye işaret değil. Yerin titrediğini ilk hissettiğim zaman Yusufluköy’e giriyorum ve çıkamıyorum. Boğazımı düğümleyen huzursuzlukla etrafıma bakınıyorum ama, hiçbir şey göremiyorum.

Aynı sarsıntı daha güçlü tekrarlandığında oturduğum tabureden kayıyorum bu kez. Düştüğüm yerden çevremi izliyorum. Hiçbir şey göremiyorum yine de. Ayağa kalktığımda karşımdaki seyirciler iki yana kayarak ringle salonun giriş kapısı arasında dar bir koridor açıyorlar. Zeminin titremeleri giderek sıklaşıyor ve sıklaşan sarsıntıların kuvveti durmadan artıyor.

Ne olur ne olmaz diye ringin köşe direğine tutunuyorum.

“Haydi seçilmiş olan, göster kendini.”

Ses tam arkamdan geliyor. Dürzü’nün darbesinden sonra kendime geldiğimde hemen arkamda oturan ama, asla yüzünü göremediğim, ses tonu kulağıma yapışıp kalan genç kızın pelteksi sesi. Dönüyorum, sesin geldiği yöne bakıyorum. Tam karşımda ringi aydınlatmak için çevrilmiş parlayan ışık, gözlerimi karartıyor. Elimi gözlerime siper yaparak ısrarla bakmama rağmen yine hiçbir şey göremiyorum.

Önüme dönüyorum tekrar.

Önümü göremiyorum.

Gözlerimi kamaştıran ışıktan olsa gerek. Işık körlüğü denen şey olmalı. Gözlerimi hızlı hızlı kırpıştırıyorum. Bir türlü önümde uzayıp giden koyu karanlığı aşıp arkasını ayırt edemiyorum.

“Seçilmiş olan, seninle dövüşmek, onurdur,” diyor gök gürültüsünü andırır bir ses. İçimde organ namına ne varsa, hepsi boğazımın altında, kalbimin arkasına saklanıyor. Gürültü yukarıdan geliyor. Başımı kaldırıyorum.

İki büyük burun deliği karşılıyor beni.

Burun delikleri beni görebilmek için eğildiğinde, daha iri olan saçsız bir başla göz göze geliyorum.

Önümde uzayan minare, “Ben, Kazandibi,” diyor elini uzatarak. Tokalaşmak istiyor. Elimi uzatıyorum. Elimi neredeyse dirseğime kadar avuçlayarak sıkıyor. “Seni göreceğimi hiç tahmin etmiyordum,” diye fısıldıyor. Sesinde saygı var ve saygının kenarları rakibim olduğu için sevinçle kuşatılmış. “Şimdi seninle dövüşeceğim. Bu benim için onurdur.”

Duyduklarım başımın içerisinde nereden çıktıları belirsiz binlerce zilin hep bir ağızdan çalmasına yol açıyor. Bir çukurun başında arkamdan ağlayan insanları görür gibi oluyorum. Kapılarının önüne kadar gelen Seçilmiş Olan’ı suyu köylerine getiremeden kaybettiklerine üzülecekler. Kesinlikle hiçbir şansım yok. Şanssızlığım yalnızca kazanmak adına değil, maç sonrası hayatta kalabilmek için bile en ufak bir şansım gözükmüyor. Ufukta görünen maalesef bu insanlar için hayal kırıklığı, benim içinse boyun kırıklığı. Karşımdaki yarmanın onur saydığı dövüş, kişisel olarak benim ölüm fermanım.

Kazandibi ringin diğer ucuna ilerlerken onu seyrediyorum. Demek ki buraya kadarmış. En azından iki buçuk metre boyunda ve şişman sayılır. Ben nutku tutulan idrakimle çarpım tablosunun ilgili basamaklarını eşleştirip iki buçuk metrelik bir şişkonun kaç kilo gelebileceğini tahmin bile edemiyorum. Yumruk atmasına gerek bile yok. Teşebbüsünde ölürüm zaten.

‘Merhumu nasıl bilirdiniz?’

‘Rüzgarından öldü zavallı.’

Etrafıma bakınarak Şerefsiz’i araştırıyorum. Ringe yönlendirilmiş ışığın kararttığı tarafta olmalı, göremiyorum. Nasıl böyle bir hata yapabiliyorum. Suratsız’ı tekrar yaşıyor görebilmek ihtimalinin heyecanına kapılıyorum ve ne yazık ki, dilimin altında kalması gereken kelimeleri duymaması lehime olan insana duyuruyorum. Ve ben bunu hep yapıyorum. Neyse yine de iyi yanından bakacaksak, bugünkü hatadan sonra hatamı yineleyecek başka bir hakkım kalmayacak.

Hatalarından ders almazsan, hataların sana ders veriyor işte.

Ne yaptığımın farkında olmadan Kazandibi’nin arkasından yürüyorum. Köşesindeki taburesine oturmak üzereyken beni görünce ayağa kalkıyor. Saygıda kusur etmiyor.

Sesimin titremesini engellemeye uğraşarak yaptığım yanlışı telafiyi deniyorum.

“Bak,” diyorum. “Dövüşmek zorunluluğumuz yok, bunu tatlılıkla halledebiliriz.”

Koca kule, cüssesinden beklenmeyecek hızla dizleri üzerine düşüp ancak serçe parmakları kadar olan ellerime kapaklanıyor. Önümde büzülüp kalan devasa yığını korkumdan düşünme yetimi kaybettiğim için sadece izliyorum. Ayaklarımın ucunda cereyan eden sahne garip. Yüzüme doğru hohlasa üfürüğünden zatürree olup yataklara düşeceğim iki katlı bina kılıklı adam, oyuncağı elinden alınan çocukların çıkardığı benzeri bir ses tonuyla dokunsan ağlayacak.

“Korktuğumu anladın değil mi?” diyor. “Çok korkuyorum Seçilmiş olan ama korkaklığımı köye belli etme ne olur.”

Korkaklığını köye belli etmek? Az önce o köylülerin hepsi benim mezarımın başında ağlaşmıyorlar mı? Doğaçlama bir karşılık için ağzımı açacakken yanıt vermeme fırsat tanımadan sızlanmasına devam ediyor.

“Hem izin ver lütfen,” diye fısıldıyor. “Şerefsiz seninle dövüşmemi şart koştu.”

“Şart mı koştu,” diye mırıldanıyorum. Bu adam Seçilmiş olan diri istemiyor herhalde. “Ne için şart koştu?”

Başını çevirerek ringin kenarına dek yaklaşmış genç bir kızı işaret ediyor. Genç kız gözlerine doldurduğu minnetle, dizleri üzerinde, önümde kapaklanan dev adamı seyrediyor.

“Onunla evlenebilmem için,” diyor sadece kafası anatomik bütünlüğümün tamamı kadar olan adam. “Seksişey onun kız kardeşi.”

Seksişey’e bakıyorum Boyu en fazla bir elli civarında. Zayıf sayılacak denli ince yapılı. Önümde eğilmiş, neredeyse ağlamak üzere olan iri yarı adama dönüyorum tekrar. Söyleyebilecek bir şey bulamıyorum. En azından seks hayatları monoton olmayacak.

Kazandibi, “Seksişey’de seninle dövüşmezsem benimle evlenmeyeceğini söyledi hem,” diye mırıldanıyor. Gözlerindeki yalvaran bakışlar bünyesine uymuyor bile. Bir metre altmış dokuz santimlik boyumla, ancak beline kadar çıkabiliyorum oysa. “Canımı çok fazla yakma lütfen,” diye ekliyor.

Canımı çok fazla yakma? Bütün gücümle arka arkaya seksen yumruk atsam bile yumruk attığımı hissedeceğinden şüpheliyim. Cevap vermem ortalığı karıştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Dönüyorum ve yapacak başka bir seçeneğim kalmadığı için taburemin olduğu köşeme yürüyorum. Ringi çepeçevre saran topluluktan şiddetli bir alkış kopuyor bir anda.

Kazandibi’nin yanına gitmemi, tıpkı Kazandibi gibi yorumluyorlar.

Palyaço kılıklı hakem ringin ortasına geldiğinde kalabalık yeniden eski sessizliğine bürünüyor. Müsabakaya hakemlik görevi verilmiş palyaço, etrafında üç yüz altmış derece dönerek halkı selamlıyor önce, sonra elleriyle bizleri gösteriyor. Kazandibi ayağa kalkınca, benim de kalkmam gerektiğine karar veriyorum. Biz ayağa kalkar kalkmaz oturduğumuz tabureler, ringin dibinde konuşlanmış bu anı bekleyen görevliler tarafından süratle dışarı alınıyor. Bu ok yaydan çıktı artık demek.

Seksişey koluna giren bir görevli tarafından uzaklaştırılıyor. Uzaklaştırılırken bile gözlerini Kazandibi’nden alamıyor, acıma dolu bakışlarıyla, sanki sevdiği adamı bir daha göremeyecek gibi her ayrıntısını hafızasına kazıyor. Kazandibi dağ gibi, başını doğru dürüst göremediğimden sürüklenerek ringden uzaklaştırılan kız arkadaşını izlerken ne düşündüğünü tahmin edemiyorum. Tek emin olduğum duyduklarım. Benimle dövüşeceği için heyecanlı ve bana söylediğine bakılırsa benden korkuyor. Biri çıkıp kızı alabileceğini, bunun uğruna dövüşmesinin şart olmadığını söylese, arkasına bakmadan kaçacak.

Keşke biri çıkıp bunu söylese.

Kazandibi, gözlerini hakemin ellerine kenetlemiş müsabakanın başlama işaretine odaklanıyor. Fareden korkan fil gibi ürkek, bana bakmaya bile çekiniyor.

Son bir gayretle gözümü alan ışığın olduğu tarafa bakınıyorum. Şerefsiz’i görebilmeyi umuyorum. Gözlerimi kısıyorum. Olmuyor.

Birden,” Hazır mısın?” diye bağıran hakemin sesiyle olduğum yerde sıçrıyorum. Kazandibi’ne dönüyor.

Kalabalıktan yoğun bir uğultu kopuyor.

Kazandibi, “Hazırım,” diyor. Bunu öyle söylüyor ki, ringin diğer ucunda olmama rağmen ben duymakta zorlanıyorum. Adam benimle dövüşmekten gerçekten korkuyor.

Palyaço kılıklı adam bana dönüyor bu kez. “Hazır mısın?” diye ünlüyor.

Kalabalıktan aynı yoğun uğultu duyuluyor tekrar. Cevap vermem gerekiyor ama, boğazıma yediğim bir şey takılmış gibi konuşamıyorum. Ağzımı açıp evet, demeyi deniyorum. Artık maçın iptalini sağlayabilmek amacıyla yapabileceğim bir şey yok. Sesim çıkmıyor.

Kalabalık susmuş, benden gelecek cevabı bekliyor. Ağız dolusu havayı yutarak boğazımı temizliyorum. Bütün gücümle, “Evet,” diye bağırıyorum. Sesimin çıkacağını sanmıyorum. Boğazımdan benim bile beklemediğim duvarlara çarpıp yankılanan güçlü bir nida kopuyor. 

Kazandibi, olduğu yerde sendeleyerek bir adım geriliyor. Bakışlarını hakemin ellerinden ayırtarak Seksişey’in az önce beklediği tarafa çeviriyor.

Genç kız yok.

Kalabalık attığım naradan heyecanlanmış çılgınlar gibi alkışlamaya başlıyor.

Hakem eliyle ringin ortasını işaret edip, “Öyleyse mücadele başlasın,” diyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

SEÇİLMİŞ OLAN 28

  “Ben buraya girdim daha önce.” Mağaranın içi daha önce 117 numaralı evde, şöminedeki gizli kapıdan Suratsız’la girdiğimiz mağaranın içi ...