“Ben buraya girdim daha önce.”
Mağaranın içi daha önce 117 numaralı
evde, şöminedeki gizli kapıdan Suratsız’la girdiğimiz mağaranın içi kadar
karanlık. Boşluğa adım atmamaya gayret ederek, içeri giriyorum. Çildekeş hemen
arkamda, neredeyse benimle birlikte mağaraya dalıyor. Son muhafızda içeriye
adımını atar atmaz, yarık aynı daha önceki mağara gibi aniden kapanıyor ve
aydınlıkla aramızda olan son bağı da koparıyor.
Gözün gözü görmediği zifiri karanlığın
ortasında altı adam kalakalıyoruz.
“Kertenkeleler,” diye bağırıyorum
tecrübemi hatırlayarak.
Nemli duvarlara çarparak yankılanan
küçük bir çıtırtı duyuyorum önce. Ardından mağarayı tamamen kaplayan parlak
beyaz bir ışık dört bir yanımızı aydınlatıyor.
“Ne dedin?” diye soruyor Çildekeş.
Duvarda, az önce girdiğimiz ve açıldığı gibi aniden sır olan yarığın
kenarındaki ufak bir düğmeye dokunuyor.
“Bağrıyanan kertenkeleler,” diyorum
usulca. “Koparınca kuyrukları ışık çıkarıyor. Önümüzü görebilmek için…”
devamını getiremiyorum.
“İyi de gerek yok ki,” diyerek itiraz
ediyor Çildekeş. “Herkes bilir ki, ışığın düğmesi kapının hemen yanındadır hep.
Sadece onu görebilmek için gözlerin karanlığa alışması gerekir.”
Doğru.
Çildekeş duvardaki kök boyasıyla
çizilmiş yedi resmi gösteriyor. Gülümsüyor. Bakışlarını beşinci karede bana çok
benzeyen figüre yöneltiyor.
“Sen Seçilmiş olansın, gördün mü?”
diyor. Diğer dört muhafız şaşkınlık dolu uğuldamalarıyla duvardaki çizimle
benim inanılmaz benzerliğimi karşılaştırıyor.
“Bir dakika,” diye sesleniyorum.
“Ne oldu?”
“Bu mağaraya daha önce geldim ben,”
diyorum. “Bu resimleri gördüm.”
“Resmi gördün yani?” diye konuşuyor
Çildekeş. “Seçilmiş olanın sen olduğunu biliyorsun.”
“Hayır,” diyorum. “Ben bu mağaraya
yakalanmadan önce Yusuflu’da 117 numaralı evdeki şömineden girmiştim.”
Çildekeş, “İkinci kapı,” diye omuz silkiyor.
Ona göre sıradan bir şey açıklamaya çalıştığım. “Ne var bunda?”
“İkinci kapı mı?”
“Evet,” diyor Çildekeş. “Gizlerin
açıklandığı mağara özgür su toplayıcılarının kurucu üçlüsünün ilk sığındıkları
mağara. Ne yapacaklarına karar veremeden öylece korkuyla bekleşirken kıpırdayıp
yollarını Saklıköy’e çıkarmıştı.”
““Mağara mı yaptı bunu yani?” diye
soruyorum. Mağaradan aklı varmış gibi konuşuyor. “Buna inanmamı mı
bekliyorsun?”
“Neye inanacağına sen karar verirsin,”
diyor Çildekeş. “Bu senin insan olma hakkın. Ama bu doğru. Gizlerin açıklandığı
mağara yedi kapıya hareket eder ve yedi kapıdan çağırılır.”
“Çağırılır mı?”
“Aslında ikisi hariç,” diye düzeltiyor
bir önceki cümlesinde atladığı ayrıntıyı anımsayınca. “Gizler kapısı ve geçmişe
açılan kapı hariç, zamanı gelince onlar seni bulurlar. Sen onları
çağıramazsın.”
“Geri kalan beş kapıyı çağırırsın,”
diyorum sözlerini hatırlatarak. “Öyle mi?”
Başıyla onaylıyor Çildekeş. “Aynen
öyle,” diyor. “Saklıköy’de, Yusuflu’da 117 numaralı evde, Kamburçıkaran tepesinde,
Delinin mabedinde, Kutsal akışkanın kulübesinde. Üç kere gel deyince diyene
gider ve üç kere çıkar deyince istenene çıkarır.” Susuyor, söylemekle
söylememek arası karar vermekte zorlandığı son kelimeleri istemeden çıkarıyor
dilinin altından. “Birde geçmişe açılan kapı üç kişinin derin isteğiyle
çağrılır diyorlar ama. Ciddi konsantrasyon lazım herhalde, şu ana dek deneyen
çıkmadı hiç. Düşünsene eski günlerine götüren bir kapı.”
“Ama bizi o tepeye çıkarmıştı,”
diyorum.
Çildekeş daldığı dünyadan çıkıp
yanımıza dönüyor tekrar.
“Kamburçıkaran’a, duydum. Yer
belirtmezsen mağara senin içindeki böceği okuyamaz,” diye yanıtlıyor. “Gizleri
açıklayanın kalbi vardır ama beyni yoktur. Sen ne istediğini bilmiyorsan,
kaderini kaderin çizer. Mağarada kaderine saygı gösterir ve sana denk gelen
kaderin kapısını açar.”
“Sonra?”
“Sonra mı?” diye soruyor. Eliyle
hafifçe alnına vuruyor. “Sonra diye bir şey yok. Seçimlerinden seçen
sorumludur, mağara sadece taşıyandır o kadar. Aracıdır ve bilirsin, aracıya
zeval olmaz.”
Birden aklımın diplerine sakladığım
küçük bir not saklandığı yerden çıkıveriyor..
“Çildekeş, mağaradayken saatlerimiz
durmuştu ve çıktığımızda gündüzdü,” diyorum. “Oysa mağaraya girdiğimizde
dokuzlara yasak yeni başlamıştı.”
Çildekeş yüzüne yaydığı gülümsemeyi
kulaklarına dek uzatıyor, “Gel benimle,” diyerek mağaranın içlerine doğru
yürüyor. Takip edip etmemekte kararsız kalıyorum bir ara. Dönüp bana
sesleniyor. “Gel,” diyor tekrar. “Gel ve kendin gör.”
Muhafızlar Çildekeş’in bu ani hareketi
karşısında büyük bir heyecana kapılıyorlar, neredeyse duvarın dibine
yapışmışlar, ürkek gözlerle yanlarından uzaklaşan Çildekeş’i izliyorlar.
İçlerinden en uzun boylusu korku emareleri taşıyan ses tonuyla sesleniyor.
“Yüce can zaman ölüme koşuyor, haydi.”
Diğerleri bir iki homurdanıyor. Emir
burada da demiri kesiyor ama, demir farklı olarak kesilirken burada ses
çıkarıyor.
“Neler oluyor?” diye soruyorum.
Muhafızları bu denli korkutan şey ne
ve biz onları ürküten şey neyse, neden ona doğru gidiyoruz?
Çildekeş parmağını dudaklarına
götürerek sus yapıyor. “Sadece beni takip et.” Karşımıza çıkan ilk boşluğa
girince duruyor. Çildekeş’i kaybetmeyeyim diye hızlanıyorum ki, o durunca
hızımı alamayıp sırtına çarpıyorum.
“Neler oluyor?” Muhafızların tavırlarından
olsa gerek korkmaya başlıyorum. “Niye durduk Çildekeş?”
Çildekeş, sorumu duymuyor yahut cevap
verme gereği hissetmiyor. Sesini çıkarmadan bakışlarını önüne deviriyor.
Gözlerini çevirip kenetlediği yere bakınca kulaklarımın arkasından sırtıma doğru
boşalan sıcak akıntıya engel olamıyorum, dizlerimin bağı çözülüveriyor.
Gözlerimi takıldığı noktadan alamadan olduğum yere çöküveriyorum.
İki tane iskelet duvarın dibinde
kıvrılmış yatıyor.
“Gizlerin açıklandığında zaman bizim
kitabımıza uymaz,” diye fısıldıyor Çildekeş. “Zaman mağarada her şeyi çürütür.”
Çenesini öne çıkararak yerde yan yana yatan iki iskeleti gösteriyor.
“Semirmiş’le Kemirmiş aynı batınlardı. Bize katılmak için gelirlerken
yorgunluktan mağarada uyuyakaldılar. Geçen haftaydı, uyku gözlerini kapatınca
bir daha da açamadılar,” diyor. Ciğerlerindeki bütün havayı boşaltarak başını
sallıyor. “Biz de yenilere uyarı olsun diye onları uyudukları gibi bıraktık.”
Çildekeş’in hikayesinde bir gariplik
var. Bir ayrıntı gerçek olabilmekten hayli uzak.
“Bir hafta önce mi?” diye soruyorum.
Yedi gün. “Bir haftada insanlar iskelete dönüşmezler ki?”
“Haklısın,” diye cevaplıyor Çildekeş.
“Normal de dönüşmezler.”
Anormal ne peki?
“Ama Gizlerin açıklandığı mağarada
zaman hızlanarak akar,” diye devam ediyor. Sonra ekliyor. “Onlara katılmak
istemiyorsak haydi çıkalım.”
Yerde yatan iskeletlere bakıyorum.
Onlara katılmayı isteyeceğimi sanmıyorum.
“Çıkalım,” diyorum.
Geri döndüğümüze benden çok muhafızlar
seviniyor. Korkularından bembeyaz kesilmiş, gözlerini saatlerinden alamadan
sindikleri duvarın dibinde dönmemizi bekliyorlar. Çildekeş mağaraya girmemizden
hemen sonra kapanan yarığın karşısına geçiyor.
“Kamburçıkaran’a çıkar bizi,” diye
sesleniyor. “Kamburçıkaran’a çıkar bizi. Kamburçıkaran’a çıkar bizi.”
Yer Çildekeş’in sözlerini anlamışta
emri yerine getiriyormuş gibi aniden sarsılmaya başlıyor. Ayakta kalmakta
zorlanıyorum. Muhafızlardan biri beklemenin korkusundan iyice yorgun düşmüş
olacak, sarsıntıya karşı koyamıyor ve dengesini kaybederek yuvarlanıyor. Yanındaki
muhafız eğilip arkadaşının koluna giriyor. Beraberce doğrulurlarken kayalık
duvar bir öncekinin aynı, boydan ikiye ayrılıyor ve bir kişinin rahatça
geçebileceği kadar aralanıp duruyor.
Muhafızlar açık havaya çıkar çıkmaz kendilerini yere atarlarken mağaradan en son Çildekeş çıkıyor
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder