29 Temmuz 2025 Salı

SEÇİLMİŞ OLAN 26

 

“ne oldu bana,

neredeyim ben?”


Karanlık bir çukurun tam ortasında ayakta duruyorum. Birden sağ tarafımda daha önce gizlerin açıklandığı dedikleri mağarada gördüğüm pembemsi ışık yanıyor. Işığa dönüyorum. Giderek seyrelen zifir karanlıkta yanıma elinde tuttuğu bağrıyanan kuyruğuyla kutsal yaşlılardan biri yaklaşıyor. Kutsal göğsü kıllı yaşlı adam değil bu. İyice yaklaşıyor. Kutsal burun kıllı yaşlı adamda değil. Elindeki kuyruk sönmek üzere olduğu için yüzünü seçemiyorum. Yine de tanıdık ama.

“Sen?” diye söyleniyorum. “Sen henüz karşılaşmadığım üçüncü kutsal ihtiyarsın değil mi?”

Başını olumsuzca sallıyor.

“Hayır,” diyor. Dudakları kıpırdamıyor. Ya da kıpırdadıysa bile ben göremiyorum. “Ben dördüncü ihtiyarım,”

“Dördüncü ihtiyar?”

Mağarada yalnız kaldığımda ikinci kutsal ihtiyarın karşılaşacaksın dediği yaşlı adam yani.

Yaşlı adam iyice yaklaşıyor bana.

“Evet,” diyor. “Benim Muharrem. Ben dördüncü ihtiyarım.”

Muharrem mi?

“Muharrem kim?” diye soruyorum. Sorumla aynı anda sanki sözleşmişler gibi kertenkele kuyruğu sönüyor ve yanımdaki yaşlı adam koyu karanlığın içinde görünmez oluyor.

Gözlerimi açtığımda elimde camdan bir kalp var ve ben nerede olduğumu bir türlü hatırlayamıyorum. Başındaki külahı eline alıp araladığım gözlerime eğilen Şerefsiz’i görünce nerede olduğumu anımsıyorum?

“Ne oldu bana?” diye soruyorum. Konuşmaya çalışmamla çenemden şakaklarıma doğru fırlayan derin bir sancı gözlerimi yaşartıyor. Parmaklarımın arasında ki camdan kalbin soğuk yüzeyini ağrıyan çenemin üzerinde gezdiriyorum. Soğuk cam yüzey iyi geliyor.

“Kazandın,” diye bağırıyor Şerefsiz.

Kazanmış gibi hissetmiyorum. Sol şakağıma saplanan keskin bir acı benimle hemfikir olduğunu belirtircesine zonklayarak sol kulağıma siniyor.

Şerefsiz ayağa kalkıyorve odanın ortasında kendini bir Kazandibi’nin, bir benim yerime koyarak hayal meyal hatırladığım müsabakayı canlandırmaya başlıyor. “Muhteşemdin, ringin ortasında karşı karşıya geldiniz,” diyor. “Sen sanki yemyeşil otlaklarda gezintiye çıkmıştın. O kadar rahattın ki.”

Rahattım tabi. Cesaretimde atıfta bulunduğu aslında korkudan ne yaptığımın farkında olmadığımdan.

Şerefsiz’de bunun farkında değil. Yumruk yaptığı elini havaya kaldırıp rakibine vuruyormuş gibi bütün gücüyle boşluğa savuruyor. Yumruk salladığımı hatırlayamıyorum. “Kazandibi tam çenenin ortasına yapıştırdı yumruğunu,” diyor. Sol kulağımda gizlenen ağrı duyduğum cümleden sonra incecik bir sızıyı da peşine takarak alt çenemdeki bütün dişlerimi dolaşıyor. “İkinci sıradaki seyircilerin arasına kadar uçtun,” diyerek gözlerimin içine bakıyor Şerefsiz. İkinci sıraya dek uçmak uçağın bulunmasından bu yana bu konudaki en büyük başarı sayılabilir ancak. Öyle değilmiş. “İlk kez bu kadar başarılı bir maç seyrettik,” diyor.

“Sevindim,” diyorum. Hiç değilse birilerinin mutlu olmasına seviniyorum. Kazandibi yine de merhametli davranmış demek ki. Yoksa o cüssesiyle, savurduğu yumruğun hızı artı, yer çekimi ivmesini de hesaba katarsak en azından dördüncü sıraya kadar gönderebilir. “Sevindim,” diyorum tekrar. Bu kez kendi adıma. Yattığım yerden doğrulmaya kalkınca sızının bir tek dişlerimi ziyaret etmediğini fark ediyorum. Bütün eklemlerim on yıl aradan sonra altı saat aralıksız vücut çalışmışım gibi ağrıyor.

Şerefsiz, eliyle ensesini kaşıyarak, “Ha bu arada, Kazandibi ile Seksişey bir hafta sonra evlenecekler,” diyor. Dev adam adına mutlu oluyorum. Gözlerindeki yalvarır ifade gözlerimin önüne geliyor. Hiç değilse yediğim yumruk boşa gitmiyor. “Kazandibi senin şahidi olmanı istiyor.”

“Bakarız,” diye söyleniyorum. Alt damağımdaki diş etlerim acı biber sürülmüş gibi buram buram yanıyor.

“Bir de Muharrem kim?” diye soruyor Şerefsiz.

“Kim?” diyorum.

“Muharrem,” diyor. “Baygınken devamlı Muharrem deyip duruyordun. Kim bu Muharrem.”

“Bilmiyorum,” diye cevaplıyorum. Yaşlı adama anlattığım hikayemi sızım sızım sızlayan dişlerimle bir de Şerefsiz’e anlatmak gözlerimde büyüyor. “Muharrem mi dedim.”

Şerefsiz başını sallıyor. ‘Aman boş ver’ tarzı dudak büküyor sonra. “Neyse kendini hazır hissettiğin zaman giyin toplantıya gidelim,” diyor. “Ama önce yemeğini ye, ben dışarıdayım.” Odadan çıkıyor.

Arkasından, “Ne toplantısı,” diye sesleniyorum ama beni duymuyor bile. Üzerimde yalnızca bir şort var hala. Pantolonum ve gömleğim köşede ayakkabılarımın üzerine düzenle katlanarak konmuş. Ayağa kalkmaya çabalıyorum, ama başaramıyorum. Eklemlerimdeki çılgın ağrılar ben her harekete yeltendiğimde kendini belli ediyor, başım deliler gibi dönüp duruyor. Midem bulanıyor. Oturuyorum tekrar. Biraz daha dinlenmeye ihtiyacım var. Başımı yere bırakıp sırt üstü uzanıyorum. Tam gözlerimi kapamış başımı dönmekten kurtarıyorum ki, bir ses her şeyi göze alıp gözlerimi yeniden açmama neden oluyor.

“Yemeğini getirdim Seçilmiş olan,” diyor kulaklarımda volta atan acıyı kenara iterek kulak zarlarıma yapışan ses. Etli ve hafif ileri doğru çıkık dudaklardan döküldüğü için ıslık çalarak söylenen bir cümle. Gözlerimi o kadar hızlı açıp, uzandığım yerden o kadar süratli doğruluyorum ki, başım yeni irtifaya ayak uyduramıyor ve deliler gibi dönüyor. Gözlerimi kapatıp sırtımı duvara dayayarak bekliyorum bir süre.

Henüz göremediğim kız, “İyi misin Seçilmiş olan,” diyor beynime kazınıp kalan ses tonuyla. “Yardım edeyim mi?” Sorusunu cevaplamamı beklemeden omzumdan tutarak doğrulmama yardım ediyor. Parmaklarının dokunduğu yerler alev almış yanıyor sanki. Gözlerimi ilkinden daha dikkatli açarak genç kıza dönüyorum.

“Adım Soybeni,” diye gülümsüyor kız.

“Asla,” diye bağırarak geriliyorum. Sırtım yeniden duvara dokunduğunda tüylerimi diken diken eden serin yüzey, bütün ağrılarımı birkaç saniyeliğine iptal ediyor. Soybeni sesinin aklıma çizdiğinin aksine, dudakları neredeyse çizgi kadar ince, dişlek, çalı gibi bir kız.

Ben bağırınca o da elindeki tepsiyi bırakıp kapıya fırlıyor.

 

“geldin demek seçilmiş olan, gelemeyeceksin sanmıştık.”

 

Şerefsiz kurmayları olduğunu sandığım yedi kişiyle, yuvarlak bir masanın etrafını çevirmiş, anladığım kadarıyla oldukça uzun bir süredir beni bekliyor. Odaya girdiğimi görünce ayağa kalkıyor. Etrafındaki yedi kişi de onunla beraber sandalyelerinden doğruluyorlar.

“Biz de tam seçilmiş olan gelse de toplantıya geç kalmadan başlasak diyorduk,” diye geveliyor. Beklemenin verdiği bezginliği ustaca gizleyerek gülümsüyor. Yine de endişeli olduğunu sezebiliyorum. Ya benden emin değil seçilmiş olan olarak ya da seçilmiş olan olsam dahi, yapmamı bekledikleri neyse onu yapabileceğimden.

Hemen Şerefsiz’in solunda oturan şişman adam, “Bir an korktuğunu falan düşünmedik bile,” diye tamamlıyor. Düşünerek konuştuğunu sanmıyorum. Şerefsiz bana belli etmemeye gayret ederek karnına sertçe dirsek atıyor. Canı yanan adam Şerefsiz’e dönüyor. Acıyla karışık teessüfle, “Ama, düşünmedik bile dedim şef,” diye üsteliyor.

Şerefsiz gülümseyerek sağında kalan boş sandalyeyi işaret ediyor.

“Otur lütfen,” diyor. “Öncelikle hoş geldin diyelim. Seni yoruyoruz ama, bir an önce toplanmamız gerekiyor.”

Gösterilen sandalyeye oturuyorum. Şerefsiz’de oturuyor ve diğerleri de onun hemen ardından yerlerini alıyorlar. “Önce tanışalım,” diye başlıyor Şerefsiz eliyle yuvarlak masanın etrafını çevreleyen adamları ima ederek. “Tanışmak ortaklığın ilk taşıdır, değil mi?” Demin konuşan şişman adamı gösteriyor. Şişman adam, otuz yaşlarında gösteriyor. Asla bıyık ve sakalının çıkmadığına adım kadar eminim. Kaşları da yok. Kafasında kocaman başını küçücük gösteren devasa bir sarığı var. “Bu Yağlekesi.” Beyaz sarığın üzerinde, uzun süredir orada olduğundan artık iyice silinmiş ve kumaşa zamanın maharetli parmaklarıyla iyiden iyiye işlemiş grimsi kahverengi lekeyi işaret ediyor. “Bu da meşhur yağ lekesi.” Sesini biraz düşürerek bana doğru eğiliyor, sahte bir ciddiyetle ekliyor ardından, “Sarığından da anlayacağın üzere kraldan çok kralcıdır. Kafasında tek kıl olmadığı için toplamı kadar sarık takıyor.”

“Şef,” diye alınganlık gösteriyor Yağlekesi.

“Şaka be şaka, hemen alınma,” diyor Şerefsiz eliyle koca kafalı adamın ensesine ufak bir şaplak atarak. Yağlekesi’nin başındaki devasa kavuk şaplağın şiddetiyle bir iki sallanıyor, düşecek gibi oluyor. Düşmüyor ama. Yağlekesi başındaki ağırlık merkezini değiştiren kavuğunu itinayla düzeltiyor. Şerefsiz bana dönüyor yeniden, “Yağlekesi ani baskın stratejilerimizi planlar ve kaçış yerlerinin güvenliğinden sorumludur,” diye tamamlıyor.

Çaktırmadan Yağlekesi’ne bakıyorum. Şerefsiz’in görevini açıklamasıyla boynuna soktuğu başını gömüldüğü omuzlarının arasından çıkarıyor, bütün kütlesinin üçte birini kaplayan göbeğini içine çekerek göğsünü şişiriyor. Kaçırılmamı o planlıyor yani. Bu kadar önemli olduğunu düşündükleri planla bizi getirmesi için Dürzü’yü gönderen de o. Boynunun altında sarkan yağlar, kendini dikleştirdiğinde hafifçe bir sallanıyor.

Eyvah ki eyvah.

“Her şakada küçükte olsa bir gerçek payı vardır ama,” diye söze karışıyor Yağlekesi’nin hemen solunda oturan zayıf bedenli, en fazla yirmi beş yaşında olduğunu zannettiğim ama bir o kadar daha yaşlı gösteren keçi sakallı. Başında belli belirsiz, sadece takmak zorunluluğu yüzünden taktığını ima eden gri, tek renk bir başlık var. Sözlerinin ardından başındakini düzeltmek gereği duyuyor. Yine de haklı. Şef diye hitap ettiği adam başına uçları sökülmeye başlamış eski püskü bir külah takarken, Yağlekesi kendi başına gösterişli devasa bir sarık takıyor. Görevinden dolayı kendini diğerlerinin üstünde görüyor büyük ihtimal. Ya da görevini diğerlerinin görevlerinden daha önemli buluyor. Bu da her iki durumda kendince kendisini diğerlerinden değerli kılıyor. Hatta öyle ki, Şerefsiz’in yerinde kendisinin olması gerektiğini düşündüğünden bile eminim. Şeflik nasıl bir konumsa o konumun dört dörtlük sahibi o. Keçi sakallı genç adamda benim düşündüğümü düşünür bakıyor Yağlekesi’ne. Şişman olandan hoşlanmadığı apaçık belli. İmasını lafının sonuna sıkıştırıyor. “Kurtarmaya Dürzü’yü gönderdiğine göre.”

Yağlekesi ağzına teptiği cümlelerini çiğneyerek, “Ama hep o ikisi gider,” diyecek oluyor. Kavuğun ağır kumaşından terlemeye başlamış.

“Sorun da burada ya zaten,” diyor keçi sakallı. “Hep o ikisi gider.” Ses tonu fısıltıya dönüşüyor. “Ve kimse kalmak istemez.”

“Kurukemik’le tanış,” diyor Şerefsiz. Başımı eğerek selamlıyorum. Aynı şekilde karşılık veriyor. “Kendisi ordumuzun saldırı ve savunma taktiklerini yönetir. Yanında Kıytırık var.” Ufak tefek, sevimli bir adam gülümsüyor.

“Ayağa kalksana,” diye uyarıyor yanındaki sarışın, yüzü çillerden gözükmeyen on sekiz, yirmi yaşlarındaki çocuk. Selam verirken diğerleri de kalkmıyorlar halbuki.

Kıytırık sertçe, “Zaten ayaktayım,” diye yanıtlıyor.

“Biliyorum,” diye sürdürüyor çilli olan. Ringe çevrilmiş salonda, gözümü açtığımda dönüp şampiyonun ödülünü almaya geleceğini haber veren genç bu.

“Sen kendine bak,” diye azarlıyor Kıytırık. “Suratın da neyin nerede olduğu belli değil.”

Çilli çocuk iki parmağıyla gözlerini işaret ederek sırıtıyor. “Üsttekiler gözlerim,” diyor şımarıkça. “Gözlerine yakın olan da çenem.”

Masayı çevreleyenler kıkırdamaya başlıyorlar.

“Kıytırık lağımcıların başıdır,” diyor Şerefsiz. Kıkırdamalar belli belirsiz devam ederken çevresindekilere eliyle sus hareketi yapıyor. Sessizlik beklediğimden hızlı geliyor. “Özellikle yer altı tünelleri ondan sorulur. Yanındaki Çildekeş, patlayan balonların mucididir ve ordumuzun silahlanmasından sorumludur.”

Çildekeş’in yanı başında birbirine tıpatıp benzeyen iki genç adam oturuyor.

Şerefsiz’in kendini tanıtmasına fırsat tanımadan, “Ben, Kısaçöp,” diyor bana yakın oturan. Sol tarafımdan bana yakın oturan yani. “Gizliköy’ün haberleşmesinden sorumluyum.”

“Sadece gelen haberlerden,” diye düzeltiyor tıpatıp Kısaçöp’e benzeyen diğeri. “Gidecek olan haberlerden ben sorumluyum. Adım Uzunçöp.” Uzun falan değil oysa, tıpatıp ötekinin aynı.

“Biz ikiziz,” diyor Kısaçöp.

“Evet,” diye onaylıyor Uzunçöp. “Ama sen sormadan söyleyeyim, annelerimiz ayrı.”

‘Biz ikiziz,’ diyen Kısaçöp başıyla kardeşini doğruluyor. “Hep sorarlar çünkü.”

“Nasıl yani?” Nasıl ve yani hayatım boyunca hiç bu sayıda yan yana gelmiş değil ve hayatımın hiçbir evresinde mağaraya ilk girdiğimden bu yana kullandığım kadar soru işareti tüketmiyorum. “Bu nasıl olur Tanrı aşkına?”

Uzunçöp Şerefsiz’e bakıyor. Şerefsiz omuzlarını silkiyor. Uzunçöp kardeşine bakıyor bu defa. Kısaçöp beni izlediği için onu fark etmiyor . “Annem beni doğururken yaşama veda edip sınırsız çimenlerin ve şarıldayan suların vatanına gitti,” diye konuşuyor sonra.

Cennete yani.

“O sıra ben annemin içindeydim,” diyor Kısaçöp. “Annemiz yaşamı bırakıp sınırsız çimenlerin ve şarıldayan suların vatanına gidince, Uzunçöp’ün arkasından beni çıkarmadılar.”

“Çıkarmadılar mı?” diye soruyorum. “Neden peki?”

Şerefsiz’a bakıyorlar. Anlatıp anlatmamakta kararsızlar. Şerefsiz’e dönüyorum.

“Yusuflu’da bir bat vardında iki ya da daha fazlası yasaklanmıştır,” diyor Şerefsiz.

Suratsız’ın çöplükte anlattıklarını anımsıyorum.

“E,” diyorum. Çocuk sınırlamasının ikiz doğumlarına yapabileceği bir şey yok ki? O bir şans veya her doğumda, özellikle ailede başka örnek varsa artan bir ihtimal.

Şerefsiz, “Üçüz yaşlılar üçüz olduğu için aynı batında fazla can, aklı çürütür kararı verildi,” diyor.  Bakışlarını önüne çeviriyor. Karnında kenetlediği parmaklarıyla oynuyor. “İlk doğan şanslıdır ikinci doğanın çıkmasına izin verilmez.”

Çeteleye bir tane daha ekleyip, “Nasıl yani,” diye soruyorum. Sesim biraz güçlü çıkıyor. Masayı çevreleyenlerin hepsi bana dönüyor. Yağlekesi’nin kavuğu bu ani dönüşüne ayak uyduramayıp, sağ kulağına doğru kayıyor biraz. “İmkansız ama bu.” Anatomiye aykırı bir olaydan bahsediyor. “ Anneye zarar verir hem.”

Başını salladı Şerefsiz. “Evet,” diyor. “Eğer anneleri doğumda Sulak vatan’a göçmeseydi, Utançlar yarığına gönderilecekti zaten.”

“Nereye?”

“Utançlar yarığı kanunlara karşı gelenlerin gönderildikleri karanlık, ateşler içerisindeki ebedi acılar yurdudur,” diye tanımlıyor Uzunçöp. “Sonsuza dek susuzluk çekeceği yer. Kadim üçüzlerin kusuruna rağmen yasaya karşı gelemezsin.”

“Ve kanun der ki; bir batında sadece bir bebek yapabilirsin,” diyor Kısaçöp kardeşini tasdikleyerek. “İkinci çocuk batında bekliyorsa ve eğer sen kendi isteğinle Sulak Vatan’a gitmezsen utançlar yarığına atılırsın.”

“Cehenneme yani öyle mi?” diye soruyorum.

“Orası neresi?” diye soruyor Şerefsiz.

Masayı çevreleyen ve benim hemen sağımda oturan uzun sakallı adam başından beri kapalı olan gözlerini açıp, önüne bakarak konuşuyor. Dudaklarını açmaya üşeniyormuş gibi ve sözleri zar zor anlaşılıyor.

“Cehennem, bazı kültürlerde ruhunu kaybedenlerin cezalandırıldığı sonsuz hapishanelerdir.” Uzun süre yağlanmamış kapı menteşelerinin çıkardığı gıcırtıya benzer boğazını temizliyor sonra.

“Ruhun özgür kalsın,” diye temennide bulunuyor Şerefsiz. Bana bakıp konuşan uzun sakallıyı tanıtıyor. “Konuşan Meymenetsiz’dir. Köyümüzün eğitiminden sorumludur ve ayrıca ordumuzun casus eğitmenidir. Senin anlayacağın burada her kim ne öğrenirse Meymenetsiz’den öğrenir.”

Meymenetsiz gözlerini kapatarak, eski uykusuna yuvarlanıyor tekrar.

Gerçekten de meymenetsiz.

“Kısaçöp nasıl kurtuldu peki?” diye soruyorum.

“Batın sonrası korudu onu,” diye cevaplıyor beni Şerefsiz. “Annesi Sulak vatana gidince suyu acı olur diye toprağa emanet edildi.”

“Yani gömüldü.” Aynı zamanda murdar sayıldığı için suyu çıkartılmıyor anladığım. İkiz çocuk doğurmaya cüret ediyor ya. Bunu söylemiyorum ama.

Şerefsiz Meymenetsiz’e bakıyor. Meymenetsiz gözlerini açmadan başıyla onaylıyor sözlerimi.

“Evet gömüldü,” diyor Şerefsiz. “Gecenin sonunda annelerinin batın sonrası gidip emaneti araladı.”

Meymenetsiz’e bakıyorum tekrar. Gözleri kapalı nasıl fark ettiğini bilmiyorum ama, güç bela anladığım bir tonda, “Teyzesi,” diyor.

Şerefsiz kaldığı yerden anlatmasını sürdürüyor. “Ve batındaki çiçeği alıp kendi batınına ekti.”

Meymenetsiz’e dönüyorum bir kez daha. Bu kez cevap vermiyor. Hafif bir horultuyla uykusunun bir alt katına iniyor.

Şerefsiz, “Ertesi hafta kendi çocuğuymuş gibi birincinin gölgesini akışkan olmaya sundu,” diyerek hikayeyi tamamlıyor.

Meymenetsiz kendiliğinden cevaplıyorbu defa. Bir alt katına indiği uykusunun merdivenlerini koşarak çıkıyor. Kısa bir ürpermenin ardından, “Doğurdu,” diyor.

Kısaçöp bana bakıyor. “Bugün soluk hesabı yapıyorsam, nedeni annemin batın sonrasıdır,” diye söyleniyor. “İki yıl önce onu su yaptıklarında Yusuflu’dan kaçtım ben de. Kanunların daha fazla yürek yakmaması için Saklıköy’e geldim ve Özgür su toplayıcılarına katıldım.”

“Üç gün sonra da ben geldim,” diyor Uzunçöp. İkiz kardeşine bakıyor. “Batınbir’imi burada duyunca ona destek olmaya karar verdim.” Elini uzatıyor sonra kardeşinin kucağında yumruk yaptığı elini avucunun içine alıp sıkıyor. “Önce ben akışkanlığa adım atıyorum ama benden önce o Saklıköy’e cesaret biriktiriyor.” Kısaçöp kardeşine bakıp minnetle gülümsüyor.

Sessizlik yuvarlak masanın etrafında kendine verilen saniyelerin tadını çıkararak süzülüyor bir süre.

Şerefsiz, “Bu kadar hikaye yeter, artık konumuza geçelim,” diye ünleyerek masanın çevresinde oturanların dikkatlerini çekiyor. “Öncelikle Suratsız’ı kurtarmalıyız.” Kaşlarını çatarak saatine bakıyor. “İki saat içinde su yapacaklar onu, şu an anılarını tazelemek için köyde gezdiriyorlar.”

“Çocukluk anıları bitmek üzere şu an,” diyor Uzunçöp.

“Sormak için geç kalmayalım,” diye konuşuyor Şerefsiz. “Gelmek isterse hakkımızda güzeli olur.”

Gözlerini kısarak aklından yaptığı hesabı açıklıyor Yağlekesi. Kavuğu hesabının sonucunu söylemek için doğrulduğunda başında bir iki sallanıyor. “Gizlerin açıklandığıyla yarım saate kalmaz varırız oraya,” diyor.

Çildekeş, “Sekiz patlayan balon hazırladım. Bir tane de ruh  çatlatanım var,” diyor. “Hepsini de kullanabiliriz.”

Kısaçöp, “İlköpüşme taşının altındaki üç özgür su toplayıcısına haber gönderdim, bizi bekliyorlar,” diye devam ediyor.

“Sekiz kısa tünelim var ama, iki uzun tüneli öneririm,” diyor Kıytırık. Eliyle çenesini sıvazlıyor. “İki uzun tünelin bir ucu gizlerin açıklandığının dördüncüsünün önündeki kızıl çalıların altında saklandı, diğer ucu ilköpüşmeye üç koşum mesafede, kamburçıkaranın dibinde.”

“O zaman iki uzun tünel işimize yarar,” diyor Şerefsiz. Kolunun sıcaklığı kolumu yakarak uykusuna devam eden sakallıya soruyor. “Sen ne dersin Meymenetsiz, İki uzun uygun mudur sana göre?”

Meymenetsiz, gözlerini açmadan başını sallayarak yanıtlıyor Şerefsiz’i. Şerefsiz bakışlarını keçi sakallı zayıf adama çeviriyor bu kez. “Planımız nedir Kurukemik?”

“Dört adamım yardım edecek size, Seçilmiş olan yol gösterecek ve onu takip edecekler,” diye tane tane anlatıyor Kurukemik. “İki uzun tünelin girişinde bekleyecekler sonra.”

““Ben de onlarla gideceğim,” diyor Çildekeş.

Masanın etrafını çevrelemiş bu kadar insanın, dediklerinin hiç birini anlamadığım konuşmalarının ucu nasılsa dönüp dolanıyor Seçilmiş Olan’ı yani beni buluyor yine. “Bir dakika,” diye bağırıyorum. “Seçilmiş Olan yol gösterecekte ne demek oluyor.” Kendi muhabbetlerine dalmış kalabalık ben bağırınca kelimelerini toplayıp bana dönüyor. Sesimi düşürerek soruyorum. “Seçilmiş olan benim değil mi?”

Kıytırık bana dönüp ayağa kalkıyor. “Sensin tabi ki,” diyor. “İki uzun tünel içindekilerine göre hareket eder çünkü, götürmesi gerekeni gitmesi gerekene ulaştırmak için var edildi.”

“Bu ne demek şimdi?” diye kekeliyorum. Bu ne demek gerçekten.

“Ben anlatayım,” diyor Şerefsiz.

Kıytırık, “Onurla,” deyip yerine oturuyor.

Şerefsiz Kıytırık’a, “Onurunla var ol,” diye karşılık veriyor önce, sonra bana dönüyor. “Yani eğer sen, içindekiyle bütünleşebilirsen tüneller seninle konuşacak ve seni gitmen gerekene götürecek.”

“İçimdekiyle mi,” diye yutkunuyorum. Bütünleşmek mi? “İçimdeki de ne?”

Şerefsiz yanıtlamıyorbeni. Saatine göz atıyor. “Bu kadar söz söylemek yeter,” diyor. “Haydi yol sır olmadan çıkın artık.” Masayı çevreleyen yedi kişi Şerefsiz’in temennisiyle aynı anda ayaklanıyor. Ben de kalkıyorum. Şerefsiz gidip kapının yanında dikiliyor. Odayı boşaltmak için önünden geçen başıyla selam verip kapıdan çıkıyor.

Benimle sadece Çildekeş kalıyor.

Şerefsiz Çildekeş’e dönüyor. “Dört üstün muhafız gelecek,” diyor. “Sonra birlikte çıkarsınız.” Gözleri dolmuş. Yapacağımız yolculuk tehlikeli galiba. Boğuk bir sesle devam ediyor. ”Kutsiyet yanınızda olsun, su kadar seri olun.”

Şerefsiz’i, “Su kadar aziz ol,” diyerek selamlıyor Çildekeş.

Şerefsiz odadan çıkacakken duruyor, dönüp yanıma geliyor. Elini omzuma koyuyor ve gözlerime diktiği gözleriyle bakışlarını kaçırmadan eğiliyor. “Su gibi temiz ol,” diyor. “Su gibi saf ol ki içindeki sana boyun eğebilsin.”

Sözünü bitirdiğini diğerlerinin çıktığı kapıdan çıkıp Çildekeş’le beni odada yalnız bıraktığında anlıyorum ancak.

Az sonra aynı kapıdan odaya giren dört genç üniformalı adam giriyor. Dördüde benzer kıyafet giydiği için üniforma diyorum. Birinin elinde küçük bir çanta var.

“Biz hazırız,” diye tekmil veriyor en kısa boylu olan. “Emirlerinize uymak için emir aldık Yüce can.”

Çildekeş bana bakıyor önce. Sadece yutkunuyorum. Sonra dört genç muhafıza dönüyor yine. “O zaman suyu almak için suya gidelim,” diye emir veriyor.

“Işığımız olun lütfen,” diyor kısa boylu genç.

Çildekeş hafif reveransla önümde eğilerek kapıyı gösteriyor. “Seni tünelin ucuna götüreyim,” diye fısıldıyor. “Sen de bizi gideceğimiz yere götür.”

SEÇİLMİŞ OLAN 25

 

“tekrar

Düşünebilir miyim?”

 

            Ringe kurulmuş platform çoktan kaldırılıp dövüş alanı pırıl pırıl temizleniyor. Turkuaz renkli bir şort giyiyorum ve kollarıma aynı renk bileklik bağlıyorlar. Akıllarında tasvir ettikleri Seçilmiş Olan’ı benden daha iriyarı beklediklerinden, muhtemel seçilmiş olana hazırlanan şort bana birkaç beden büyük geliyor. Ringin köşesine konmuş tabureye oturuyorum. Midem bulandı bulanıyor. Kalabalık dağıldıkları yerlerden dönerek tekrar sandalyelerine sıralanıyor, ilk kez yaşadıkları kuvvetle ihtimal aynı gece yapılacak ikinci maç için sabırsızlanıyorlar. Midemden kopup gelen küçük bir öğürtü boğazımdan enstrümanı belli olmayan bir ezgiyle kalabalığın uğultusuna katılıyor. 

Birden ringin titrediğini hissediyorum.

Kalabalık benim ringin titrediğini sandığımla aynı anda ani bir sessizliğe gömülüyor. Bu iyiye işaret değil. Yerin titrediğini ilk hissettiğim zaman Yusufluköy’e giriyorum ve çıkamıyorum. Boğazımı düğümleyen huzursuzlukla etrafıma bakınıyorum ama, hiçbir şey göremiyorum.

Aynı sarsıntı daha güçlü tekrarlandığında oturduğum tabureden kayıyorum bu kez. Düştüğüm yerden çevremi izliyorum. Hiçbir şey göremiyorum yine de. Ayağa kalktığımda karşımdaki seyirciler iki yana kayarak ringle salonun giriş kapısı arasında dar bir koridor açıyorlar. Zeminin titremeleri giderek sıklaşıyor ve sıklaşan sarsıntıların kuvveti durmadan artıyor.

Ne olur ne olmaz diye ringin köşe direğine tutunuyorum.

“Haydi seçilmiş olan, göster kendini.”

Ses tam arkamdan geliyor. Dürzü’nün darbesinden sonra kendime geldiğimde hemen arkamda oturan ama, asla yüzünü göremediğim, ses tonu kulağıma yapışıp kalan genç kızın pelteksi sesi. Dönüyorum, sesin geldiği yöne bakıyorum. Tam karşımda ringi aydınlatmak için çevrilmiş parlayan ışık, gözlerimi karartıyor. Elimi gözlerime siper yaparak ısrarla bakmama rağmen yine hiçbir şey göremiyorum.

Önüme dönüyorum tekrar.

Önümü göremiyorum.

Gözlerimi kamaştıran ışıktan olsa gerek. Işık körlüğü denen şey olmalı. Gözlerimi hızlı hızlı kırpıştırıyorum. Bir türlü önümde uzayıp giden koyu karanlığı aşıp arkasını ayırt edemiyorum.

“Seçilmiş olan, seninle dövüşmek, onurdur,” diyor gök gürültüsünü andırır bir ses. İçimde organ namına ne varsa, hepsi boğazımın altında, kalbimin arkasına saklanıyor. Gürültü yukarıdan geliyor. Başımı kaldırıyorum.

İki büyük burun deliği karşılıyor beni.

Burun delikleri beni görebilmek için eğildiğinde, daha iri olan saçsız bir başla göz göze geliyorum.

Önümde uzayan minare, “Ben, Kazandibi,” diyor elini uzatarak. Tokalaşmak istiyor. Elimi uzatıyorum. Elimi neredeyse dirseğime kadar avuçlayarak sıkıyor. “Seni göreceğimi hiç tahmin etmiyordum,” diye fısıldıyor. Sesinde saygı var ve saygının kenarları rakibim olduğu için sevinçle kuşatılmış. “Şimdi seninle dövüşeceğim. Bu benim için onurdur.”

Duyduklarım başımın içerisinde nereden çıktıları belirsiz binlerce zilin hep bir ağızdan çalmasına yol açıyor. Bir çukurun başında arkamdan ağlayan insanları görür gibi oluyorum. Kapılarının önüne kadar gelen Seçilmiş Olan’ı suyu köylerine getiremeden kaybettiklerine üzülecekler. Kesinlikle hiçbir şansım yok. Şanssızlığım yalnızca kazanmak adına değil, maç sonrası hayatta kalabilmek için bile en ufak bir şansım gözükmüyor. Ufukta görünen maalesef bu insanlar için hayal kırıklığı, benim içinse boyun kırıklığı. Karşımdaki yarmanın onur saydığı dövüş, kişisel olarak benim ölüm fermanım.

Kazandibi ringin diğer ucuna ilerlerken onu seyrediyorum. Demek ki buraya kadarmış. En azından iki buçuk metre boyunda ve şişman sayılır. Ben nutku tutulan idrakimle çarpım tablosunun ilgili basamaklarını eşleştirip iki buçuk metrelik bir şişkonun kaç kilo gelebileceğini tahmin bile edemiyorum. Yumruk atmasına gerek bile yok. Teşebbüsünde ölürüm zaten.

‘Merhumu nasıl bilirdiniz?’

‘Rüzgarından öldü zavallı.’

Etrafıma bakınarak Şerefsiz’i araştırıyorum. Ringe yönlendirilmiş ışığın kararttığı tarafta olmalı, göremiyorum. Nasıl böyle bir hata yapabiliyorum. Suratsız’ı tekrar yaşıyor görebilmek ihtimalinin heyecanına kapılıyorum ve ne yazık ki, dilimin altında kalması gereken kelimeleri duymaması lehime olan insana duyuruyorum. Ve ben bunu hep yapıyorum. Neyse yine de iyi yanından bakacaksak, bugünkü hatadan sonra hatamı yineleyecek başka bir hakkım kalmayacak.

Hatalarından ders almazsan, hataların sana ders veriyor işte.

Ne yaptığımın farkında olmadan Kazandibi’nin arkasından yürüyorum. Köşesindeki taburesine oturmak üzereyken beni görünce ayağa kalkıyor. Saygıda kusur etmiyor.

Sesimin titremesini engellemeye uğraşarak yaptığım yanlışı telafiyi deniyorum.

“Bak,” diyorum. “Dövüşmek zorunluluğumuz yok, bunu tatlılıkla halledebiliriz.”

Koca kule, cüssesinden beklenmeyecek hızla dizleri üzerine düşüp ancak serçe parmakları kadar olan ellerime kapaklanıyor. Önümde büzülüp kalan devasa yığını korkumdan düşünme yetimi kaybettiğim için sadece izliyorum. Ayaklarımın ucunda cereyan eden sahne garip. Yüzüme doğru hohlasa üfürüğünden zatürree olup yataklara düşeceğim iki katlı bina kılıklı adam, oyuncağı elinden alınan çocukların çıkardığı benzeri bir ses tonuyla dokunsan ağlayacak.

“Korktuğumu anladın değil mi?” diyor. “Çok korkuyorum Seçilmiş olan ama korkaklığımı köye belli etme ne olur.”

Korkaklığını köye belli etmek? Az önce o köylülerin hepsi benim mezarımın başında ağlaşmıyorlar mı? Doğaçlama bir karşılık için ağzımı açacakken yanıt vermeme fırsat tanımadan sızlanmasına devam ediyor.

“Hem izin ver lütfen,” diye fısıldıyor. “Şerefsiz seninle dövüşmemi şart koştu.”

“Şart mı koştu,” diye mırıldanıyorum. Bu adam Seçilmiş olan diri istemiyor herhalde. “Ne için şart koştu?”

Başını çevirerek ringin kenarına dek yaklaşmış genç bir kızı işaret ediyor. Genç kız gözlerine doldurduğu minnetle, dizleri üzerinde, önümde kapaklanan dev adamı seyrediyor.

“Onunla evlenebilmem için,” diyor sadece kafası anatomik bütünlüğümün tamamı kadar olan adam. “Seksişey onun kız kardeşi.”

Seksişey’e bakıyorum Boyu en fazla bir elli civarında. Zayıf sayılacak denli ince yapılı. Önümde eğilmiş, neredeyse ağlamak üzere olan iri yarı adama dönüyorum tekrar. Söyleyebilecek bir şey bulamıyorum. En azından seks hayatları monoton olmayacak.

Kazandibi, “Seksişey’de seninle dövüşmezsem benimle evlenmeyeceğini söyledi hem,” diye mırıldanıyor. Gözlerindeki yalvaran bakışlar bünyesine uymuyor bile. Bir metre altmış dokuz santimlik boyumla, ancak beline kadar çıkabiliyorum oysa. “Canımı çok fazla yakma lütfen,” diye ekliyor.

Canımı çok fazla yakma? Bütün gücümle arka arkaya seksen yumruk atsam bile yumruk attığımı hissedeceğinden şüpheliyim. Cevap vermem ortalığı karıştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Dönüyorum ve yapacak başka bir seçeneğim kalmadığı için taburemin olduğu köşeme yürüyorum. Ringi çepeçevre saran topluluktan şiddetli bir alkış kopuyor bir anda.

Kazandibi’nin yanına gitmemi, tıpkı Kazandibi gibi yorumluyorlar.

Palyaço kılıklı hakem ringin ortasına geldiğinde kalabalık yeniden eski sessizliğine bürünüyor. Müsabakaya hakemlik görevi verilmiş palyaço, etrafında üç yüz altmış derece dönerek halkı selamlıyor önce, sonra elleriyle bizleri gösteriyor. Kazandibi ayağa kalkınca, benim de kalkmam gerektiğine karar veriyorum. Biz ayağa kalkar kalkmaz oturduğumuz tabureler, ringin dibinde konuşlanmış bu anı bekleyen görevliler tarafından süratle dışarı alınıyor. Bu ok yaydan çıktı artık demek.

Seksişey koluna giren bir görevli tarafından uzaklaştırılıyor. Uzaklaştırılırken bile gözlerini Kazandibi’nden alamıyor, acıma dolu bakışlarıyla, sanki sevdiği adamı bir daha göremeyecek gibi her ayrıntısını hafızasına kazıyor. Kazandibi dağ gibi, başını doğru dürüst göremediğimden sürüklenerek ringden uzaklaştırılan kız arkadaşını izlerken ne düşündüğünü tahmin edemiyorum. Tek emin olduğum duyduklarım. Benimle dövüşeceği için heyecanlı ve bana söylediğine bakılırsa benden korkuyor. Biri çıkıp kızı alabileceğini, bunun uğruna dövüşmesinin şart olmadığını söylese, arkasına bakmadan kaçacak.

Keşke biri çıkıp bunu söylese.

Kazandibi, gözlerini hakemin ellerine kenetlemiş müsabakanın başlama işaretine odaklanıyor. Fareden korkan fil gibi ürkek, bana bakmaya bile çekiniyor.

Son bir gayretle gözümü alan ışığın olduğu tarafa bakınıyorum. Şerefsiz’i görebilmeyi umuyorum. Gözlerimi kısıyorum. Olmuyor.

Birden,” Hazır mısın?” diye bağıran hakemin sesiyle olduğum yerde sıçrıyorum. Kazandibi’ne dönüyor.

Kalabalıktan yoğun bir uğultu kopuyor.

Kazandibi, “Hazırım,” diyor. Bunu öyle söylüyor ki, ringin diğer ucunda olmama rağmen ben duymakta zorlanıyorum. Adam benimle dövüşmekten gerçekten korkuyor.

Palyaço kılıklı adam bana dönüyor bu kez. “Hazır mısın?” diye ünlüyor.

Kalabalıktan aynı yoğun uğultu duyuluyor tekrar. Cevap vermem gerekiyor ama, boğazıma yediğim bir şey takılmış gibi konuşamıyorum. Ağzımı açıp evet, demeyi deniyorum. Artık maçın iptalini sağlayabilmek amacıyla yapabileceğim bir şey yok. Sesim çıkmıyor.

Kalabalık susmuş, benden gelecek cevabı bekliyor. Ağız dolusu havayı yutarak boğazımı temizliyorum. Bütün gücümle, “Evet,” diye bağırıyorum. Sesimin çıkacağını sanmıyorum. Boğazımdan benim bile beklemediğim duvarlara çarpıp yankılanan güçlü bir nida kopuyor. 

Kazandibi, olduğu yerde sendeleyerek bir adım geriliyor. Bakışlarını hakemin ellerinden ayırtarak Seksişey’in az önce beklediği tarafa çeviriyor.

Genç kız yok.

Kalabalık attığım naradan heyecanlanmış çılgınlar gibi alkışlamaya başlıyor.

Hakem eliyle ringin ortasını işaret edip, “Öyleyse mücadele başlasın,” diyor.

21 Temmuz 2025 Pazartesi

SEÇİLMİŞ OLAN 24

 

“peki bu kız kim?”

 

Dürzü’nün eli ayağı birbirine dolaşmış, ne yapacağını şaşırıyor. Malak dut yemiş bülbüle dönmüş, tek kelime etmiyor. Dikildiği yerde ellerini göbeğinin önünde kenetlemiş, nefes bile almaktan ürkerek Şerefsiz’i izliyor.

“Evet,” diyor Şerefsiz, az ilerisinde elleri, ayakları bağlı, ağzına paçavra geçirilmiş halde korkmuş gözlerle kendisine bakan genç kızı başıyla işaret ederek. “Bu kız kim?”

“Adı Memişli,” diyerek kekeliyor Dürzü. Malak’a dönüyor “Di mi Malak?” diye soruyor.

Malak olaya kendisini de dahil ettiği için Dürzü’ye sert bir bakış fırlatıyor.

“Malak,” diye ünlüyor Şerefsiz. “Haydi o Dürzü diyelim, sen emirleri biliyorsun en azından.”

Başını sallıyor Malak. “Uyardım Şerefsiz, ama o, dinlemedi beni,” diyor. Uyardığı konusunda ben de şahidim. Doğru diyesim geliyor. Susuyorum. Sırası değil.

Şerefsiz bu kez Dürzü’ye dönüyor. Dürzü nefes almadan önünde bir sağa bir sola dolaşan kırlaşmış sakallı adama bakıyor.

“Ağzını niye bağladınız peki?” diye bağırıyor. “Hadi getirdiniz, yaptınız bir hata. Ağzını niye bağladınız?”

Dürzü göz ucuyla Malak’a bakıyor yeniden. Malak gözlerini duvardaki bir noktaya kilitlemiş, Dürzü’yü görmemek için kırpmadan kilitlendiği noktaya odaklanıyor. Dürzü, arkadaşından yardım gelmeyeceğini anlayınca çaresiz Şerefsiz’e dönüyor.

“Şey,” diyor. Susuyor sonra. Düşündüğü neyse cevap olarak kendisi de uygun bulmuyor.

“Evet, seni dinliyorum,” diye ısrar ediyor Şerefsiz. “Neden bağladınız ağzını?”

Dürzü, diliyle dudaklarını ıslatıp derin bir nefes alıyor önce, “Açınca bağırıyor ama,” diyor arkasından. “Çok bağırıyor.”

“Bağırıyor mu?” Şerefsiz’in yüzünde duyduklarına inanamayan adamların mimikleri oluşuyor. “Nasıl yani, bağırıyor?”

Şerefsiz Dürzü’ye yaklaşıp kıvırdığı işaret parmağını kapı çalar gibi kafasına birkaç kez tıklatıyor. Anlaşılmayacak bir durum yok oysa, ağzını açtıklarında kaçırılan kız da doğal olarak çığlık atıyor. Ne var bunda. Şerefsiz neredeyse Dürzü ile burun buruna.

“Yani izinsiz getirdiniz buraya öyle mi?” diye soruyor. Duyduklarıma inanamıyorum. Yani izinsiz kaçırdınız gibi bir şey söylediği.

Dürzü korkuyla Malak’a bakınıyor.

Malak hala duvarda kilitlendiği noktaya yapışık.  

“Galiba,” diye fısıldıyor Dürzü.

“Galiba mı?” diye soruyor Şerefsiz.

Dürzü başıyla onaylıyor.

Şerefsiz, “Bunun yasak olduğunu biliyorsun değil mi?” diye soruyor bu kez. “Bu yaptığın yasak değil mi?”

Dürzü yine başıyla onaylıyor Şerefsiz’i.

“Peki cezasını biliyor musun?” diye soruyor Şerefsiz. Dürzü başını sallayamıyor. Şerefsiz Malak’a dönüyor bu defa. “Malak,” diye sesleniyor.

Daha cümlesini henüz bitiriyor ki, Malak yanlarında bitiveriyor.“Efendim.”

“Al bunu götür,” diye emrediyor Şerefsiz, yanında bitiveren Malak’a. “Ve gerekeni yap.”

“Ama,” diyecek oluyor Malak. İşin sonunun ciddiye dönmesinden endişeli. Bir şeyler söyleyebilmek için kıvranıyor.

“Sakın konuşma,” diyor Şerefsiz. Sesi sert. Kesin bir emir veriyor.  “Onunla gitmek ister misin?”

“Hayır,” diyor Malak. O kadar cesareti yok.

“O zaman dediğimi yap.”

Malak Dürzü’nün koluna girip kapıya doğru sürüklüyor. Üzgün. Hareketlerini Şerefsiz belki emrinden vazgeçer ümidiyle ağırdan alıyor. Kızgın da. Varla yok arası arkadaşını azarlamayı da ihmal etmiyor. ”Uyardım ama seni,” diye söyleniyor. Öfkesine hakim olamıyor. “Pandiksin sen.”

Karşımda oynanan oyunu bir köşede sessizce izliyorum. Olan biten hakkında fikrim bile yok. Şaşkınlığım çok uzun sürmüyor ama, Şerefsiz, olan biteni anlamadan seyreden bana dönüyor.

“Kimseyi kendi rızası olmadan buraya getiremeyiz,” diye açıklıyor. “Yasalarımıza göre üçüncü madde der ki; bir kişi eğer rıza göstermiyorsa takip etmez, buna rağmen takibe zorlanırsa büyük ayıp olur ve ayıbı işleyen toplumun yüzüne bakamaz.”

“Anlayamadım,” diye karşılık veriyorum.

“Anlaşılmayacak bir şey yok,” diyor Şerefsiz. “Aynı yasanın ikinci maddesi çok açık olarak belirtir ki; alınmış bir ders unutulursa, hatırlatılır. Kasten ihlal edilirse hatırlatılmasına gerek yoktur.”

“Yani topluluktan uzaklaştırıyorsunuz,” diyorum. Üzülüyorum Dürzü için. Tek başına idare edemeyeceği kesin. Malak’ın endişesini anlıyorum.

“Bu konuyla ilgili bir atasözümüz vardır bizim,” diye devam ediyor Şerefsiz. “Sözünü bozanın sözü dinlenmez, düzeni bozanın özü düzelmez, der o bilge söz. Ayriyeten düzen bozan için üzülmekte ayıbı işlemeye tenezzül etmek gibidir.”

Kural konusunda ödün vermeyeceği açıkça belli. Sözünü bitirince köşeye çuval gibi bırakılmış Memişli’nin yanına gidiyor. Ağzındaki paçavraları çıkarıp yere fırlatıyor. Ne olur ne olmaz kulaklarımı kapıyorum. Memişli beklediğimin aksine çığlık falan atmıyor.

“Gitmekte serbestsin,” diyor Şerefsiz. ”Ama istersen kalabilirsin. Bu bizi memnun eder. Bu gece düşün, kararını ver, istemezsen sabah aldığımız yere bırakırız.”  Kapıya ilerliyor, kapı önünde bekleyenlere, “Götürün onu, dinlensin,” diye emrediyor. “Ve bu kez insan gibi davranın.”

Aynı anda içeriye iki tane iri yarı adam dalıyor. Genç kızın el ve ayaklarını ustaca parmak hareketleriyle hızla çözüyorlar ve koluna girerek odanın dışına çıkarıyorlar. Memişli giderken kısa bir an yüzüme bakıyor. ‘Sen kalırsan ben de kalırım,’ dediğini duyar gibi oluyorum. Ama ağzını açıp konuşmuyor bile.

“Sen kalırsan o da kalır,” diyor Şerefsiz.

“Sen de duydun değil mi?” diye soruyorum.

Şerefsiz “Neyi?” diye soruyor.

Susuyorum.

“Giderken sana bakışını görmedin mi, sen kalırsan o da kalır bana göre.”

Birden şimşek çakıyor. Ben kalırsam o da kalır. Nihayet anlıyorum. Yasaları gereği ya da başka bir nedenle, ben kalıyorum demezsem beni burada tutamayacaklar.“Yani şimdi ben kalmak istemiyorum dersem,” diyorum.

“İstemezsen gidersin,” diye yanıtlıyor Şerefsiz. O kadar doğal söylüyor ki bunu. Neden kaçırdınız öyleyse diye sorasım geliyor. “Şansımızı denemek için getirmeliydik seni. Gitmeyi seçersen sabah seni de aldığımız yere bırakırız.”

Hiç itirazı yok. Yine de bakışları bulutlanıveriyor.

“Peki kalmam ne kadar önemli?” diye soruyorum bu kez.

Oldum olası başımı belaya sokmada ustayım zaten.

Şerefsiz’in gözleri ışıldıyor. Başındaki külahı çıkarıp yanı başındaki masaya atıyor. Yanıma iyice yaklaşıyor. Eksik üç dişinin bıraktığı boşluğun arkasını görebileceğim kadar eğiliyor.

“Yusuflu’ya suyun gelmesi ve bizim tekrar oraya dönmemiz kadar,” diyor. Sesinde uçuşan kuşların sevinç cıvıltılarını duyabiliyorum. Samimi.

“Neden baştan beni bulmadınız o zaman?” diye soruyorum.

“Ancak,” diyor mırıldanarak. “İletişim hattımızın çok iyi olduğunu söyleyemem aslında.” Duralıyor. “Hiç iyi değil yani.”

“Gitmek istersem gerçekten gidebileceğim.”

Şerefsiz suratı asılmış olarak yüzüme bakıyor. “Tabi ki isteksiz yapacağın yardımın bize ne faydası olur ki?” diye konuşuyor. “Olmasını istediğin şey olur, bu gitmekse gidersin. Öyle ya da böyle yani, ya bırakırız, ya kaçarsın elbet senin anlayacağın. Kafan kaçmaya programlıysa bize faydan olmaz.” Basit ama mantıklı bir düşünce.Duruyor. Gözlerini köşede bir noktaya sabitleyip tekdüze bir sesle konuşmayı sürdürüyor. “Özgür su toplayıcılarını bir araya getireli on iki yıl oldu neredeyse. Bu süre içinde burada gördüğün arkadaşların yaklaşık üçte birini seni aldığımız kulübeden getirdik.”

“Kulübenin yerini değiştirmediler yine de öyle mi?” Ya da güvenlik güçlerini arttırmıyorlar.

“Gerek yok ki,” diyerek derin bir nefes alıyor. Gözlerini sabitlediği noktadan ayırıp bana çeviriyor. Yüzünde ilk kez gördüğüm acı dolu bir gülümseme var. “Çoğu kutsiyetine körü körüne bağlı olduğu için ertesi gün geri döndü zaten.”

Hayretten incelmiş bir sesle, “Su olmak için mi?” diye soruyorum.

Yüzündeki gülümsemeyi iyice yayıyor Şerefsiz. Başıyla onaylıyor beni. “Evet, böylece kutsal akışkan olacakları ve yaptıkları bu hareketin sonrasında ruhlarının sular ülkesine gideceğiyle büyütüldüler. Tersine ikna etmek o kadar zor ki, neredeyse imkansız.”

“Yine de başarısız sayılmazsınız,” diyorum “Demin ki kalabalığı göz önüne alırsak, epey bir insan kurtarmışsınız.”

“Kendileri kurtuldular,” diye kestirip atıyor Şerefsiz. “Kendi isteklerinin haricinde başka bir şey gerçekleşmedi. İnanır mısın, seninle yaptığımız bu konuşmayı tekrarladığım kaç adam veya kız bana kendilerinden çıkacak suyu hesaplayıp köyü bundan mahrum bırakamayacağını söyleyerek gelmeyi reddetti.”

“Fanatiklik,” diyorum.

“Hatta, içlerinde bazıları bol su çıksın diye son bir yılını kilo alarak geçirmişti.”

Saçmaydı biliyorum fakat yine de soruyorum. “Yarıyor mu peki? Kilo almaları su miktarını arttırıyor mu gerçekten?”

Başını olumsuzca sallıyor Şerefsiz. “Hayır,” diyor. “Yok öyle bir şey. Vücudundaki suyu arttıran bedenindeki yağ oranı değil ki?”

Dedim ya saçma ama ok yaydan fırlıyor bir kere. Kemiği olmayan dilime engel olamıyorum.

“Ne peki?”

Şerefsiz, ‘Bunu da mı bilmiyorsun’ der gibi şaşkın süzüyor beni.

“Ne olacak ruhun temizliği,” diye yanıtlıyor. “Ne kadar iyiysen o kadar akışkansın yani. Yumuşak bir bedenin var diye suyunun çok olacağı inancı sadece hurafe. Yalnızca gençlerin inançlarına körü körüne ve yüce bir görevi yerine getirdiklerine koşulsuz inanmalarını sağlamak için uydurulmuş yalanlar. Fiziki bir gerçek var aslında vücudunun yüzde sekseni su, bir de fiziki olmayan bir gerçek var; Ne kadar asabiysen o kadar acılaşır, ne kadar sakin kalabilirsen o derece tatlılaşırsın. Ruhunu kirden arındırırsan suyun miktarı çok artmaz aslında ama, bereketi artar,” diyor. Derin bir nefes alarak soluyor ardından. “Hepsi de bu.”

Başım ağrımaya başlıyor.

“Kalırsam, ne yapacağım?” diye soruyorum. Öyle ya beni kaçırdıklarına göre benden bir beklentileri olmalı. Ya da seçilmiş olandan. “Ben hiç tanımadığım bu köyde nasıl yardım edebilirim ki size?”

“Sen seçilmiş olansın,” diye gürültüyle cevaplıyor beni. Az önce sesinde uçuşan kuşlar yanlarına arkadaşlarını da alıyor bu kez ve bütün güçleriyle bağrışarak uçuyorlar. Sözlerimin onu mutlu ettiğini anlamak için müneccim olmaya gerek yok. Varlığımdan, sadece varlığımdan bile o denli umutlu ki. Bu bile mutlu olmasına yetiyor. “Çare neyse seni bulacaktır zaten, o zaman bize sadece ne yapmamız gerektiğini söyleyeceksin.”

“Sen başkanlarısın herhalde,” diyorum. Veya kendine ne diyorsa.

“Onların seçtikleriyim ben,” diye kükrüyor Şerefsiz. Sorum huzursuz ediyor gibi.  “Biz burada Yusuflu’nun aksine insanların seçtiklerinin sözünü dinleyeceklerini keşfettik.”

“Yusuflunun aksine mi?” diye soruyorum. “Yusuflu’da nasıl oluyor peki?”

Şerefsiz beni acıyan gözlerle süzüyor bir süre. “Orada başbıngıldak ne derse o olur. Bir de başsordurgeç,” diye dişlerini gıcırdatıyor. “Ve onları da doğru dürüst seçen yok.”

“Başsordurgeç’mi?” Zamanında baş olda istersen soğan başı ol diyor büyükbabam. Öldüğü günün bir gün öncesinde söylüyor.  Şerefsize göre ise önemli olan soğanın cücüğü. “Başsordurgeç ne iş yapıyor peki?”

“Suratsız’ı özgürleştirmeye gittiğimiz zaman göreceksin,” diyor Şerefsiz. Sonra susuyor. Kısık bir sesle ekliyor. “Kulübeye gönderdiğim üstatlar mağarada oyalanıp geç kalmasalardı bu konuşmayı yapmazdık tabi.” Daha kısık bir sesle, biraz da duymamı istemiyormuş gibi, “Tabi kabul edersen,” diye devam ediyor.

Suratsız’ı özgürleştirmek lafı bile içimin kıpır kıpır olmasına yetiyor. Kulübeden götürülürken yüzüme bakışı aklıma çivilecek son resmi olmayacak yani ve bir başkasına ondan bahsederken ‘çok güzel gülerdi,’ demeyeceğim. ‘İçerde git kendin gör,’ diyebileceğim.

Sevincim sohbetin neresinde bulunduğumuzu unutturuveriyor.

Sıradan bir şeymiş gibi, ”Tabi kabul ederim,” diyorum.

“Sen seçilmiş olansın,” diye bağırıyor Şerefsiz. Sesinde ki havalanan kuşların peşine takılmış neredeyse onlarla uçacak. Yerinde duramıyor. Susuyor birden. Aklına gelen yeni bir ayrıntı yüzünün çizgilerini sil baştan değiştiriyor. Bana bakıyor. Hoşuma gideceğini sanmadığım bir şeyler söylemeye hazırlanıyor gibi. İlk kez yüzünde sahte bir gülümseme yakalıyorum. “Ama bir sınavı geçmen gerekiyor,” diyor. “Maalesef.”

“Sınav mı?” diye soruyorum. “Ne sınavı?” Kendimi bildim bileli sınavlardan nefret ediyorum. Eğitim sahibi olabilmek için, meslek sahibi olabilmek için hayatım boyunca bir sürü sınava girip çıkıyorum. Birkaç kişinin hayatının sonrasını nasıl geçireceğine karar verebilmek için yaptıkları anlık seçimlerden tırsıyorum hep. Hangi sınava girersem gireyim o gün ya ishal oluyorum, ya da ateşim çıkıyor. Sırf bu nedenle hep olmam gereken yerlerde olamıyorum ve yapmak istediğim şeyleri sadece bu sınav korkusu nedeniyle yapamıyorum.

Şerefsiz nasıl çağrılırsa çağrılsın, sonuçta bir yönetici olmanın tecrübesiyle kaygımı fark ediyor. “Korkma,” diyor. “Sadece topluluğumuza kabul seremonisi gibi bir şey.” Sesi rahatlatıyor. “Hepsi bu.”

‘Hepsi bu’ların yeri geldiğinde ne denli korkutucu olabildiğini biliyorum. İçimde havalanan eski dost kelebekler boğazıma doğru havalanıyorlar çoktan. Sesimin titremesine mani olamıyorum. “Nasıl olacak peki, bu?”

Şerefsiz sadece gülümsüyor.

SEÇİLMİŞ OLAN 28

  “Ben buraya girdim daha önce.” Mağaranın içi daha önce 117 numaralı evde, şöminedeki gizli kapıdan Suratsız’la girdiğimiz mağaranın içi ...