“peki bu kız kim?”
Dürzü’nün eli ayağı birbirine dolaşmış, ne yapacağını
şaşırıyor. Malak dut yemiş bülbüle dönmüş, tek kelime etmiyor. Dikildiği yerde
ellerini göbeğinin önünde kenetlemiş, nefes bile almaktan ürkerek Şerefsiz’i
izliyor.
“Evet,” diyor Şerefsiz, az ilerisinde elleri, ayakları
bağlı, ağzına paçavra geçirilmiş halde korkmuş gözlerle kendisine bakan genç
kızı başıyla işaret ederek. “Bu kız kim?”
“Adı Memişli,” diyerek kekeliyor Dürzü. Malak’a dönüyor
“Di mi Malak?” diye soruyor.
Malak olaya kendisini de dahil ettiği için Dürzü’ye sert
bir bakış fırlatıyor.
“Malak,” diye ünlüyor Şerefsiz. “Haydi o Dürzü diyelim,
sen emirleri biliyorsun en azından.”
Başını sallıyor Malak. “Uyardım Şerefsiz, ama o,
dinlemedi beni,” diyor. Uyardığı konusunda ben de şahidim. Doğru diyesim
geliyor. Susuyorum. Sırası değil.
Şerefsiz
bu kez Dürzü’ye dönüyor. Dürzü nefes almadan önünde bir sağa bir sola dolaşan
kırlaşmış sakallı adama bakıyor.
“Ağzını niye bağladınız peki?” diye bağırıyor. “Hadi
getirdiniz, yaptınız bir hata. Ağzını niye bağladınız?”
Dürzü göz ucuyla Malak’a bakıyor yeniden. Malak gözlerini
duvardaki bir noktaya kilitlemiş, Dürzü’yü görmemek için kırpmadan kilitlendiği
noktaya odaklanıyor. Dürzü, arkadaşından yardım gelmeyeceğini anlayınca çaresiz
Şerefsiz’e dönüyor.
“Şey,” diyor. Susuyor sonra. Düşündüğü neyse cevap olarak
kendisi de uygun bulmuyor.
“Evet, seni dinliyorum,” diye ısrar ediyor Şerefsiz.
“Neden bağladınız ağzını?”
Dürzü, diliyle dudaklarını ıslatıp derin bir nefes alıyor
önce, “Açınca bağırıyor ama,” diyor arkasından. “Çok bağırıyor.”
“Bağırıyor mu?” Şerefsiz’in yüzünde duyduklarına
inanamayan adamların mimikleri oluşuyor. “Nasıl yani, bağırıyor?”
Şerefsiz Dürzü’ye yaklaşıp kıvırdığı işaret parmağını
kapı çalar gibi kafasına birkaç kez tıklatıyor. Anlaşılmayacak bir durum yok
oysa, ağzını açtıklarında kaçırılan kız da doğal olarak çığlık atıyor. Ne var
bunda. Şerefsiz neredeyse Dürzü ile burun buruna.
“Yani izinsiz getirdiniz buraya öyle mi?” diye soruyor.
Duyduklarıma inanamıyorum. Yani izinsiz kaçırdınız gibi bir şey söylediği.
Dürzü korkuyla Malak’a bakınıyor.
Malak hala duvarda kilitlendiği noktaya yapışık.
“Galiba,” diye fısıldıyor Dürzü.
“Galiba mı?” diye soruyor Şerefsiz.
Dürzü başıyla onaylıyor.
Şerefsiz, “Bunun yasak olduğunu biliyorsun değil mi?”
diye soruyor bu kez. “Bu yaptığın yasak değil mi?”
Dürzü yine başıyla onaylıyor Şerefsiz’i.
“Peki cezasını biliyor musun?” diye soruyor Şerefsiz.
Dürzü başını sallayamıyor. Şerefsiz Malak’a dönüyor bu defa. “Malak,” diye
sesleniyor.
Daha cümlesini henüz bitiriyor ki, Malak yanlarında
bitiveriyor.“Efendim.”
“Al bunu götür,” diye emrediyor Şerefsiz, yanında
bitiveren Malak’a. “Ve gerekeni yap.”
“Ama,” diyecek oluyor Malak. İşin sonunun ciddiye
dönmesinden endişeli. Bir şeyler söyleyebilmek için kıvranıyor.
“Sakın konuşma,” diyor Şerefsiz. Sesi sert. Kesin bir
emir veriyor. “Onunla gitmek ister
misin?”
“Hayır,” diyor Malak. O kadar cesareti yok.
“O zaman dediğimi yap.”
Malak Dürzü’nün koluna girip kapıya doğru sürüklüyor.
Üzgün. Hareketlerini Şerefsiz belki emrinden vazgeçer ümidiyle ağırdan alıyor.
Kızgın da. Varla yok arası arkadaşını azarlamayı da ihmal etmiyor. ”Uyardım ama
seni,” diye söyleniyor. Öfkesine hakim olamıyor. “Pandiksin sen.”
Karşımda oynanan oyunu bir köşede sessizce izliyorum.
Olan biten hakkında fikrim bile yok. Şaşkınlığım çok uzun sürmüyor ama,
Şerefsiz, olan biteni anlamadan seyreden bana dönüyor.
“Kimseyi kendi rızası olmadan buraya getiremeyiz,” diye
açıklıyor. “Yasalarımıza göre üçüncü madde der ki; bir kişi eğer rıza
göstermiyorsa takip etmez, buna rağmen takibe zorlanırsa büyük ayıp olur ve
ayıbı işleyen toplumun yüzüne bakamaz.”
“Anlayamadım,” diye karşılık veriyorum.
“Anlaşılmayacak bir şey yok,” diyor Şerefsiz. “Aynı
yasanın ikinci maddesi çok açık olarak belirtir ki; alınmış bir ders
unutulursa, hatırlatılır. Kasten ihlal edilirse hatırlatılmasına gerek yoktur.”
“Yani topluluktan uzaklaştırıyorsunuz,” diyorum.
Üzülüyorum Dürzü için. Tek başına idare edemeyeceği kesin. Malak’ın endişesini
anlıyorum.
“Bu konuyla ilgili bir atasözümüz vardır bizim,” diye
devam ediyor Şerefsiz. “Sözünü bozanın sözü dinlenmez, düzeni bozanın özü
düzelmez, der o bilge söz. Ayriyeten düzen bozan için üzülmekte ayıbı işlemeye
tenezzül etmek gibidir.”
Kural konusunda ödün vermeyeceği açıkça belli. Sözünü
bitirince köşeye çuval gibi bırakılmış Memişli’nin yanına gidiyor. Ağzındaki
paçavraları çıkarıp yere fırlatıyor. Ne olur ne olmaz kulaklarımı kapıyorum.
Memişli beklediğimin aksine çığlık falan atmıyor.
“Gitmekte serbestsin,” diyor Şerefsiz. ”Ama istersen
kalabilirsin. Bu bizi memnun eder. Bu gece düşün, kararını ver, istemezsen
sabah aldığımız yere bırakırız.” Kapıya
ilerliyor, kapı önünde bekleyenlere, “Götürün onu, dinlensin,” diye emrediyor.
“Ve bu kez insan gibi davranın.”
Aynı anda içeriye iki tane iri yarı adam dalıyor. Genç
kızın el ve ayaklarını ustaca parmak hareketleriyle hızla çözüyorlar ve koluna
girerek odanın dışına çıkarıyorlar. Memişli giderken kısa bir an yüzüme
bakıyor. ‘Sen kalırsan ben de kalırım,’ dediğini duyar gibi oluyorum. Ama
ağzını açıp konuşmuyor bile.
“Sen kalırsan o da kalır,” diyor Şerefsiz.
“Sen de duydun değil mi?” diye soruyorum.
Şerefsiz “Neyi?” diye soruyor.
Susuyorum.
“Giderken sana bakışını görmedin mi, sen kalırsan o da
kalır bana göre.”
Birden şimşek çakıyor. Ben kalırsam o da kalır. Nihayet
anlıyorum. Yasaları gereği ya da başka bir nedenle, ben kalıyorum demezsem beni
burada tutamayacaklar.“Yani şimdi ben kalmak istemiyorum dersem,” diyorum.
“İstemezsen gidersin,” diye yanıtlıyor Şerefsiz. O kadar doğal
söylüyor ki bunu. Neden kaçırdınız öyleyse diye sorasım geliyor. “Şansımızı
denemek için getirmeliydik seni. Gitmeyi seçersen sabah seni de aldığımız yere
bırakırız.”
Hiç itirazı yok. Yine de bakışları bulutlanıveriyor.
“Peki kalmam ne kadar önemli?” diye soruyorum bu kez.
Oldum olası başımı belaya sokmada ustayım zaten.
Şerefsiz’in gözleri ışıldıyor. Başındaki külahı çıkarıp
yanı başındaki masaya atıyor. Yanıma iyice yaklaşıyor. Eksik üç dişinin
bıraktığı boşluğun arkasını görebileceğim kadar eğiliyor.
“Yusuflu’ya suyun gelmesi ve bizim tekrar oraya dönmemiz
kadar,” diyor. Sesinde uçuşan kuşların sevinç cıvıltılarını duyabiliyorum.
Samimi.
“Neden baştan beni bulmadınız o zaman?” diye soruyorum.
“Ancak,” diyor mırıldanarak. “İletişim hattımızın çok iyi
olduğunu söyleyemem aslında.” Duralıyor. “Hiç iyi değil yani.”
“Gitmek istersem gerçekten gidebileceğim.”
Şerefsiz suratı asılmış olarak yüzüme bakıyor. “Tabi ki
isteksiz yapacağın yardımın bize ne faydası olur ki?” diye konuşuyor. “Olmasını
istediğin şey olur, bu gitmekse gidersin. Öyle ya da böyle yani, ya bırakırız,
ya kaçarsın elbet senin anlayacağın. Kafan kaçmaya programlıysa bize faydan
olmaz.” Basit ama mantıklı bir düşünce.Duruyor. Gözlerini köşede bir noktaya
sabitleyip tekdüze bir sesle konuşmayı sürdürüyor. “Özgür su toplayıcılarını
bir araya getireli on iki yıl oldu neredeyse. Bu süre içinde burada gördüğün
arkadaşların yaklaşık üçte birini seni aldığımız kulübeden getirdik.”
“Kulübenin yerini değiştirmediler yine de öyle mi?” Ya da
güvenlik güçlerini arttırmıyorlar.
“Gerek yok ki,” diyerek derin bir nefes alıyor. Gözlerini
sabitlediği noktadan ayırıp bana çeviriyor. Yüzünde ilk kez gördüğüm acı dolu
bir gülümseme var. “Çoğu kutsiyetine körü körüne bağlı olduğu için ertesi gün
geri döndü zaten.”
Hayretten incelmiş bir sesle, “Su olmak için mi?” diye
soruyorum.
Yüzündeki gülümsemeyi iyice yayıyor Şerefsiz. Başıyla
onaylıyor beni. “Evet, böylece kutsal akışkan olacakları ve yaptıkları bu
hareketin sonrasında ruhlarının sular ülkesine gideceğiyle büyütüldüler.
Tersine ikna etmek o kadar zor ki, neredeyse imkansız.”
“Yine de başarısız sayılmazsınız,” diyorum “Demin ki
kalabalığı göz önüne alırsak, epey bir insan kurtarmışsınız.”
“Kendileri kurtuldular,” diye kestirip atıyor Şerefsiz.
“Kendi isteklerinin haricinde başka bir şey gerçekleşmedi. İnanır mısın,
seninle yaptığımız bu konuşmayı tekrarladığım kaç adam veya kız bana
kendilerinden çıkacak suyu hesaplayıp köyü bundan mahrum bırakamayacağını
söyleyerek gelmeyi reddetti.”
“Fanatiklik,” diyorum.
“Hatta, içlerinde bazıları bol su çıksın diye son bir
yılını kilo alarak geçirmişti.”
Saçmaydı biliyorum fakat yine de soruyorum. “Yarıyor mu
peki? Kilo almaları su miktarını arttırıyor mu gerçekten?”
Başını olumsuzca sallıyor Şerefsiz. “Hayır,” diyor. “Yok
öyle bir şey. Vücudundaki suyu arttıran bedenindeki yağ oranı değil ki?”
Dedim ya saçma ama ok yaydan fırlıyor bir kere. Kemiği
olmayan dilime engel olamıyorum.
“Ne peki?”
Şerefsiz, ‘Bunu da mı bilmiyorsun’ der gibi şaşkın
süzüyor beni.
“Ne olacak ruhun temizliği,” diye yanıtlıyor. “Ne kadar
iyiysen o kadar akışkansın yani. Yumuşak bir bedenin var diye suyunun çok
olacağı inancı sadece hurafe. Yalnızca gençlerin inançlarına körü körüne ve
yüce bir görevi yerine getirdiklerine koşulsuz inanmalarını sağlamak için
uydurulmuş yalanlar. Fiziki bir gerçek var aslında vücudunun yüzde sekseni su,
bir de fiziki olmayan bir gerçek var; Ne kadar asabiysen o kadar acılaşır, ne
kadar sakin kalabilirsen o derece tatlılaşırsın. Ruhunu kirden arındırırsan
suyun miktarı çok artmaz aslında ama, bereketi artar,” diyor. Derin bir nefes
alarak soluyor ardından. “Hepsi de bu.”
Başım ağrımaya başlıyor.
“Kalırsam, ne yapacağım?” diye soruyorum. Öyle ya beni
kaçırdıklarına göre benden bir beklentileri olmalı. Ya da seçilmiş olandan.
“Ben hiç tanımadığım bu köyde nasıl yardım edebilirim ki size?”
“Sen seçilmiş olansın,” diye gürültüyle cevaplıyor beni.
Az önce sesinde uçuşan kuşlar yanlarına arkadaşlarını da alıyor bu kez ve bütün
güçleriyle bağrışarak uçuyorlar. Sözlerimin onu mutlu ettiğini anlamak için
müneccim olmaya gerek yok. Varlığımdan, sadece varlığımdan bile o denli umutlu
ki. Bu bile mutlu olmasına yetiyor. “Çare neyse seni bulacaktır zaten, o zaman
bize sadece ne yapmamız gerektiğini söyleyeceksin.”
“Sen başkanlarısın herhalde,” diyorum. Veya kendine ne
diyorsa.
“Onların seçtikleriyim ben,” diye kükrüyor Şerefsiz.
Sorum huzursuz ediyor gibi. “Biz burada
Yusuflu’nun aksine insanların seçtiklerinin sözünü dinleyeceklerini keşfettik.”
“Yusuflunun aksine mi?” diye soruyorum. “Yusuflu’da nasıl
oluyor peki?”
Şerefsiz beni acıyan gözlerle süzüyor bir süre. “Orada
başbıngıldak ne derse o olur. Bir de başsordurgeç,” diye dişlerini
gıcırdatıyor. “Ve onları da doğru dürüst seçen yok.”
“Başsordurgeç’mi?” Zamanında baş olda istersen soğan başı
ol diyor büyükbabam. Öldüğü günün bir gün öncesinde söylüyor. Şerefsize göre ise önemli olan soğanın
cücüğü. “Başsordurgeç ne iş yapıyor peki?”
“Suratsız’ı özgürleştirmeye gittiğimiz zaman göreceksin,”
diyor Şerefsiz. Sonra susuyor. Kısık bir sesle ekliyor. “Kulübeye gönderdiğim
üstatlar mağarada oyalanıp geç kalmasalardı bu konuşmayı yapmazdık tabi.” Daha
kısık bir sesle, biraz da duymamı istemiyormuş gibi, “Tabi kabul edersen,” diye
devam ediyor.
Suratsız’ı özgürleştirmek lafı bile içimin kıpır kıpır
olmasına yetiyor. Kulübeden götürülürken yüzüme bakışı aklıma çivilecek son
resmi olmayacak yani ve bir başkasına ondan bahsederken ‘çok güzel gülerdi,’
demeyeceğim. ‘İçerde git kendin gör,’ diyebileceğim.
Sevincim sohbetin neresinde bulunduğumuzu
unutturuveriyor.
Sıradan bir şeymiş gibi, ”Tabi kabul ederim,” diyorum.
“Sen seçilmiş olansın,” diye bağırıyor Şerefsiz. Sesinde
ki havalanan kuşların peşine takılmış neredeyse onlarla uçacak. Yerinde duramıyor.
Susuyor birden. Aklına gelen yeni bir ayrıntı yüzünün çizgilerini sil baştan
değiştiriyor. Bana bakıyor. Hoşuma gideceğini sanmadığım bir şeyler söylemeye
hazırlanıyor gibi. İlk kez yüzünde sahte bir gülümseme yakalıyorum. “Ama bir
sınavı geçmen gerekiyor,” diyor. “Maalesef.”
“Sınav mı?” diye soruyorum. “Ne sınavı?” Kendimi bildim
bileli sınavlardan nefret ediyorum. Eğitim sahibi olabilmek için, meslek sahibi
olabilmek için hayatım boyunca bir sürü sınava girip çıkıyorum. Birkaç kişinin
hayatının sonrasını nasıl geçireceğine karar verebilmek için yaptıkları anlık
seçimlerden tırsıyorum hep. Hangi sınava girersem gireyim o gün ya ishal
oluyorum, ya da ateşim çıkıyor. Sırf bu nedenle hep olmam gereken yerlerde
olamıyorum ve yapmak istediğim şeyleri sadece bu sınav korkusu nedeniyle
yapamıyorum.
Şerefsiz nasıl çağrılırsa çağrılsın, sonuçta bir yönetici
olmanın tecrübesiyle kaygımı fark ediyor. “Korkma,” diyor. “Sadece
topluluğumuza kabul seremonisi gibi bir şey.” Sesi rahatlatıyor. “Hepsi bu.”
‘Hepsi bu’ların yeri geldiğinde ne denli korkutucu
olabildiğini biliyorum. İçimde havalanan eski dost kelebekler boğazıma doğru
havalanıyorlar çoktan. Sesimin titremesine mani olamıyorum. “Nasıl olacak peki,
bu?”
Şerefsiz sadece gülümsüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder