“…..”
“Sen
Beşparaetmez’den olma, Ruhsuz’dan doğma Suratsız; su olman gereken mutlu
zamanın geldiği halde kaçmaya teşebbüs ettiğinden suçlu bulundun. Ancak, kıtlık
vakti nedeniyle nüfusun susuzluğa düşmesinden dolayı mazur görüldün. Kutsal
törenden ödün verilmeksizin yarın güneşin ilk ışıklarıyla su olmana karar
verilmiştir. Yine de yaptığın hatadan ötürü suyunun üçte ikisine el konacak ve
giriştiğin yadsınamaz bencilliğe istinaden ammeye dağıtılacaktır.”
Bunları
söyleyen en fazla on yedi, on sekiz yaşlarında, gözlerinin altı yanaklarına dek
çillerle dolu olan kızıl saçlı bir erkek çocuk. Oturduğu kürsünün sağında ve
solunda yer almış kendisi gibi çilli, ikisi kız ikisi erkek dört çocuğa daha
bakıp kararını onaylayıp onaylamadıklarını kontrol ediyor. Dört çocuk aynı
görünmez işareti almışlar misali başlarını eğerek kararı onaylıyorlar. Kızıl
saçlı olan ve kürsünün tam ortasında oturan genç, elindeki tokmağı önündeki
ahşap silindire vurarak kararı sabitliyor. Suratsız’a bakıyorum rengi atmış,
kağıt gibi bembeyaz.
Yargıç
olduğunu sandığım ama mesleki açıdan ne isim verdiklerini bilmediğim çilli
çocuk oturduğu sandalyeden kalkmadan sanık sandalyesindeki Suratsız’a dönüyor.
“Söylemek
istediğin bir şey var mı?”
“Su
olmayı reddediyorum,” diyor Suratsız. Bu davanın temyize götürülmesi demek
oluyor herhalde.
Suratı
çillerle kaplı olan, başını kabul etmiyorum anlamında sallıyor.
“Böyle
bir hakkın olmadığını biliyorsun,” diye cevaplıyor.
Temyiz
yok yani.
“Yarın
şafakla birlikte su olacaksın. Atana minnet.”
Bakışlarını
Suratsız’ın her iki yanında bulunan gri formalı iki görevliye çeviriyor.
“Kutsal
akışkanı götürebilirsiniz,” diye emrediyor.
Yargılamayı
seyreden kalabalığa dönüyor sonra, ellerini havaya kaldırarak başını geriye
doğru atıyor ve tonunu yükselttiğinde çatallaşan sesiyle, “Kutlu olsun,” diye
bağırıyor. “Köyümüzün yeni akışkanı önünde saygı ile eğilin.”
Topluluk
ayağa kalkıp sandalyesinden kaldırılmaya, daha doğrusu sökülmeye çalışılan
Suratsız’a karşı eğiliyor. Suratsız kollarına giren iki gri formalının ittirmeleriyle
salondan çıkarılırken suratı çillerle kaplı kızıl saçlı çocuk sözlerine devam
ediyor.
“Bu
gün burada kursaklarımız için su seremonisini karara bağladık, şimdi
dağılabilirsiniz. Ancak bir gece sonra vatan hainin eşi için mahkeme
kurulacaktır, köyümüzün akıbetini yakından ilgilendiren bu davaya
yarınlarımızın sükuneti açısından hepinizin katılması zorunludur.”
“yürüyün adamın canını
sıkmayın gündüz güneşinde.”
Mağaradan
çıktıktan sonra saatin biri dokuz geçtiği söyleniyor. Bize eşlik ederek Kamburçıkaran
Tepe’sinden indiren ve bunu yaparken ellerindeki uzun sırıkların sivri metal
uçlarını sırtımıza dokundurmaktan zevk alan görevliler köyün dışına doğru inşa
edilmiş, gece yarısına dek bekletileceğimiz küçük bir barakaya kapatıyorlar.
Suratsız bu barakanın aslında hapishane değil, su olmadan önce son arzunun
yerine getirmek için hazırlanmış bir oda olduğunu açıklıyor. Gerçekten de
aslına bakılırsa hücre olamayacak denli temiz ve en fazla kaç yıldızlıysa o
sınıfta bir otelin kral dairesi şeklinde dizayn edilmiş. Odanın kuzey köşesine
kurulmuş olan Suratsız’a göre iki kişilik, bana göreyse en azından dört kişilik
ipek örtülü bir yatak, kuş tüyüyle doldurulmuş sandığım yumuşak yastıklarla
bezeli. Yatağın tam karşısında üzerinde rengarenk şişelerin bulunduğu, ama
içlerinde hiç birisinin su olduğunu zannetmediğim onlarca çeşit içeceğin
sıralandığı şık bir büfe göze çarpıyor. Arkasında kalan duvarda ise el oyması
işlemelerle süslendirilmiş muhteşem bir ahşap kasa var.
Kasa
ve ahşap yan yana pek uyumlu durmuyor.
Saat
üç gibi Suratsız dört kişilik yatağın birinci kişilik bölümünde uyuyakalıyor.
Ben göğsümü daraltan sıkıcı bir huzursuzluğun pençesine düşmüş halde, yatağın
dördüncü kişilik boşluğuna uzanıyorum. Uyuyamıyorum. Akşam mahkemem olacak ve
ne suç işlediğim konusunda fikrim yok. Şafağın ilk ışığıyla su olacak olan
Suratsız’ı seyrediyorum. Yoruluyor. Deli gibi sağa sola koşuşturmaktan bitkin
düşüyor. Derin bir uykuya dalmış, deliksiz denebilecek şekilde ara sıra
oynattığı parmaklarını saymazsak kıpırdamadan yatıyor. Benimse ipek örtü
vücuduma batıyor sanki. Dayanamıyorum kalkıp oturuyorum. Karşımdaki büfeye
ilerliyorum sonra. Kırmızı bir sıvıyla doldurulmuş olan cam şişenin kapağını
açıp yanındaki küçük kadehe dolduruyorum. Kokluyorum. Tarif edemediğim ağır
aromalı kokusu genzimi yakıyor. Öksürükle tıksırık arası garip bir sesle
boğazımı temizliyorum. Vişne suyu olmalı. Yahut çilek, belki de domates. Ama
saf değil ve saf olmadığı kadehe doldurduğum sıvının kokusundan belli. Elimdeki
kadehi dudaklarımın arasına sokup gözlerimi kapıyorum. Tam bir yudumda tamamını
içmeyi planlarken Suratsız’ı işitiyorum.
“Yerinde
olsam onu içmem,” diyor.
Başımı
sesin geldiği yöne çeviriyorum. Suratsız o derin uykusundan uyanmış, sanki hiç
yatmamış gibi uykudan eser taşımayan gözlerle beni izliyor.
“Dediklerimi
dinlemiyorsun değil mi?” diye soruyor.
“Anlayamadım,”
diyorum.
“Bana
sormadan bir şeye dokunmayacaktın hani?” diye hatırlatıyor. Verdiğim sözü
hatırlayınca utanıyorum.
“Haklısın,”diyorum.
“Uyuyordun ama.” Bu bahane aslında ve Suratsız’da bunun farkında.
“Doğru,”
diyerek onaylıyor beni. “Sende haklısın aslında. Neyse, tavşan kanını içmek
istiyorsan afiyet olsun.”
“Tavşan
kanı mı?”
Elimdeki
kadehi bıraktığımın farkına cam kadeh yere çarptığında parçalanırken çıkardığı
şangırtıyla varıyorum.
Suratsız
gözlerini ovuştururken, “Evet, tavşan kanı,” diye cevaplıyor. Sonra eliyle
büfenin üzerinde sıralanmış diğer şişeleri işaret ediyor. “Mavinin ne olduğunu
biliyor musun?”
Büfenin
üzerinde bana en yakın duran mavi sıvı dolu şişeye bakıyorum.
“Düşman
kanı mı?” diye soruyorum. Dedemin küçükken anlattığı hikayelerin de
savaştığımız düşmanların kanı hep mavi oluyor çünkü. Kırmızı kanı olmayan başka
bir canlı daha bilmiyorum. Suratsız’a bakıyorum. Gülümsüyor.
“Komik
adamsın Orçun,” diyor. “O Okaliptus kökünün suyu, içlerinde senin içebileceğini
düşündüğüm tek sıvı da o.”
Yeni
bir kadeh alıp kapağını açtığım üzeri oymalarla süslü şişeden mavi sıvıyla
dolduruyorum.
“Peki
neden su yerine bunu içmiyorsunuz?” diye soruyorum. Suratsız cevap vermiyor.
Dikkatlice beni izliyor. Elimdeki kadehten büyük bir yudum alarak yutuyorum.
Suratsız’ın neden cevap vermediğini anlıyorum. İçtiğim şey acıdan bile acı ve
boğazımı kavuruyor.
Suratsız
yataktan kalkarak yanıma yaklaşıyor.
“Tavşan
kanından al biraz,” diyor. Boğazımı kavuran acının giderek artan sıcaklığı
kulaklarıma dek tırmanıyor. Suratsız’a bakıyorum. Ciddi. Kapağı zaten açık olan
şişeyi kadehe doldurma gereği duymadan kafama dikiyorum. Boğazımdaki yanma
aniden kesiliyor. Suratsız, “Tavşan kanını bu nedenle kullanıyoruz,” diyor. Kan
oldukça tuzlu ama önceki kök suyunun acısını bastırdığı için güzel geliyor. “O
garip demir kokusuna zamanla alışıyorsun.” Elini omzuma koyuyor. Parmak
uçlarının omuz başımdaki hafif baskısını duyuyorum. Dokunmanın yasaklandığı
köyde hem de. Ömrünün sonuna dek demir eldivenler giymek koşuluna rağmen.
Sabaha kadar yani. Ölüm korkusu tırnaklarına dek hissediliyor. “Hayvanların
kanı tatlı olmuyor maalesef, sadece kök sularının acısını gidermek için
kullanılıyorlar.” Gülümsüyor devamlı yaptığı gibi. “Bir dakika,” diyor. Büfenin
diğer tarafına geçip, süslü işlemelerle kaplanmış kasanın kapağını açıyor.
İçeride iki geniş kadeh dolusu su görüyorum. “Al şimdi bunların birisini iç,”
diyerek kadehlerden birini bana uzatıyor. “Burada su olmadan, senden önce su
olanın iki bardaklık anısı ruhunu kutsamak için saklanır.”
Bu
kez hiçbir polemiğe takılmadan kadeh dolusu suyu kafama dikiyorum.
Suratsız
derin bir iç çekerek kasanın kapısını kapatıyor. İçindeki ikinci kadehi
almıyor.
“Yarın
bu saatlerde benim iki kadehim bir sonraki kutsal akışkan için burada
saklanacak,” diyor. “Komik ama biliyor musun, benden en azından yedi bidon su
çıkar.”
Suratsız
uzun boylu, iri yarı sayılabilir ama, ortalama bir insanda beş litre kan
olduğunu düşünürsek, eğer bidonlar birer litrelik değilse söyledikleri
matematiksel açıdan olanaksız.
“İnan
bana olanaklı,” diye yanıtlıyor beni. Gülümseyerek başını öne eğiyor.
“Düşüncelerini okumayacaktım değil mi, özür dilerim. Üstadız bir kere yapacak
bir şey yok.”
“Önemli
değil,” diyorum. “Peki nasıl olacak bu?”
“Nasıl
su mu olacağım yani?” diye soruyor.
Elimdeki
kadehi büfenin üstüne bırakıyorum. Başımla doğru anlamışsın tarzı onaylıyorum.
“Aslında
çok basit bir işlem, uygulanan teknikte buharlaşan sıvı tekrar sıvılaşabilir
prensibi söz konusu o kadar.”
“Yani
sizi yakıyorlar mı?” diye soruyorum bu defa. Aşırı duygusuz.
Başını
sallayarak hayır diyor.
“Yakarsan
kül olursun, buharlaşmazsın ki.”
“Peki
öyleyse?”
“Seni
önce çırılçıplak soyduktan ve köyden seçilmiş güzel kızlar altın jiletlerle
vücudunda tek kıl kalmayana dek tıraş ettikten sonra, altında küçük kanallar
olan ve kanalların uçları alt kattaki dev bidonlara açılan küçük bir odaya
alıyorlar. Odaya senden önce senin kişiliğine yakın olduğu sanılan meyveler
konuyor tabi. Sonra kapı üzerinden kapatıldıktan sonra duvarların ve zeminin
içine yerleştirilmiş olan borular ısıtılıyor. Böylece terlemeye başlıyorsun ve
çok değil en fazla yarım saat sonra kalbin bu hararete dayanamayıp duruyor.
İşte o zaman ısıyı on katına çıkarıp posan kalana dek erimeni sağlıyorlar.
Tekrar kapıyı açtıklarında odada sadece senden arta kalan posa ve meyvelerden
artmışsa kabuklar kalıyor.”
“Meyve
suyu için öyleyse, madem suyunuz çıkarılırken suyunu çıkarabiliyorsunuz. Niye
bunu denemiyorsunuz?”
Suratsız
parmağını az önce kapattığı kasanın süslü kapağının kabartmaları üzerinde
gezdiriyor. “Günah,” diyor.
“Anlamadım.”
Anlayamıyorum gerçekten. Meyvelerin içilmesinde bir sakınca yok yani. Sularını
çıkarabiliyorlar.
“Dinimiz
gereği yasak.”
“Nasıl
bir din insanın su yapılmasına karşı çıkmayıp, meyve suyu içilmesine karşı
çıkar ki?” diye soruyorum. Kendi dünyamda, -nasıl olduğunu bilmiyorum fakat
artık kendi dünyamda olduğumu sanmıyorum- dindar biri sayılırım. Doğruyu
söylemek gerekirse çoğu farz olan şeyi yapmıyorum ama, iyi niyetimden de ödün
vermiyorum. Aysel hariç. Asla ona karşı koyamıyorum. Sorarsalar bu Yaratan’la
benim aramda. Beni bağışlayacaksa o bağışlar.
“Bizim
dinimiz önceki günahlarımızın kefareti üzerine oturtulmuştur,” diyor.
“Önceki
günahlarınızın kefareti mi? Yanlış anlamışsam düzelt. Önceki nesillerin
hatasını ödemek her yeni doğanın üzerine borç oluyor yani.”
“Aynen
öyle,” diyor. “Her doğan atalarının yaptığı suçların hesabını vermekle mükellef
doğuyor.”
“O
zaman her yeni işlenen hata bir sonraki nesle iyice yük olmuyor mu?” diye
soruyorum.
“Evet,”
diyor. “O gün üç kutsal ihtiyar meyve toplamak için dışarı çıkan kıza
saldırdılar diye bugün meyve suyu içemiyoruz. Çünkü eğer içersek suların
çekildiği gibi meyvelerin kuruyacağından da korkuyoruz. İşte bu yüzden biz suç
işlememeye ve hatasız yaşamaya özen gösteriyoruz. Gündüz sokağa çıkmayışımızın,
birbirimize dokunmayışımızın başka bir nedeni de bu, anlıyor musun şimdi?”
Mantık
garip bir şey. Nedenlerle sonuçlar arasında açıklayıcı bağlantı kurabildiğin
her şey ne kadar saçma olursa olsun anlaşılır olabiliyor. Suratsız’ın sözlerini
anlıyorum ve kendi mantık çerçevesinde ele alındığında haklı bulabiliyorum. Ama
doğru bir ve emindim ki bu bahsi geçen o bir değil.
“Sözlerin
birbirlerini açıklayabiliyor,” diyorum. “Ve ben seni anlıyorum ancak, bu haklı
olduğun ve bu yapılanların kabul edilebilir olduğunu ispatlamıyor.”
Gülümsüyor.
Gülümsemesi artık sinirlerimi bozuyor. Ölmemek için kaçıyor, yakalanınca da
sonunu süt dökmüş kedi gibi kolayca kabulleniyor.
“Sence
haksız mıyım?” diye soruyorum.
“Sence
sadece korktuğum için mi kaçıyordum,” diyor. “Hayır, sadece korktuğum için
değil, kardeşimin başına gelenlerin başkalarının kardeşlerinin başına gelmesini
engelleyebilmek için kaçıyordum. Bunu birinin yapması gerekiyordu. Seçilmiş
olanı beklemek belki de umutsuzluklardan uydurulmuş bir masaldı. Ölmek
istemiyordum, tamam.” Susuyor. Diyeceği neyse, diyemiyor. “Kardeşinin suyunu
içmek ne demektir bilir misin?” diye soruyor.
“Benim
kardeşim yok,” diyorum. Zırvalıyorum. Demek istediğim bu değil. Kardeşi olan
bir sürü arkadaşım var fakat hiç birinin kardeşinin suyunu içtiğini sanmıyorum.
Başka ne cevap verebilirim ki?
“Şanslı
adamsın öyleyse,” diye mırıldanıyor. Aynı günde ikinci kez şanslı adam olduğumu
söylüyor. İlkinde karım olduğunu öğreniyorum, bunda vatan haini ilan edilmek
üzere mahkemeye çıkartılacağım.
“Lütfen
bir daha bana şanslı adam olduğumu söyleme,” diyorum.
“İnsanlar
neden şanslı olduklarına inanmazlar biliyor musun?” diye soruyor bu kez.
Cevabı
basit aslında. Dünyada milyarlarca insan yaşıyorken hiç tanımadığım bir yere
seçilmiş olarak ben düşüyorsam ve birden daha önce hiç görmediğim bir kadının
karım olduğunu öğreniyorsam, bu da yetmezmiş gibi karım olduğunu öğrendiğim
kadın evine zamanında yetişemedi diye vatan haini ilan edilip suçuna ben de
ortak katılıyorsam şanslı olduğuma inanmam. Biletine milyarda bir ihtimalle bol
sıfırlı bir ikramiyenin çıktığı adam şanslı sayılır örneğin, milyarda bir
görülen tedavisi olmayan bir hastalığa yakalanan başka biri şanslı sayılmaz. O,
çöldeki bedevi.
“Yine
yanılıyorsun farkında mısın?” diyor bu kez. “Kişisel başarıların toplumsal
yankı bulmadığı sürece şanslı sayılamazsın. Milyarda bir görülen hastalığa
yakalanan kişi ilacın bulunmasına katkı sağlıyorsa şanslıdır aslında, biletine
milyarda bir ihtimalle büyük bir ikramiye çıkan öteki adamsa aynı hastalığa
yakalandığını öğrenip parasıyla bunun tedavisini yaptırabilirse ancak şanslı
olacaktır. Kazanç her zaman daha huzurlu olabilmektir aslında, diğerleri bunun için
araçtır.”
Gülümsüyorum.
Böyle konuştuğu zamanlarda Suratsız’ın ne demek istediğini anlayabiliyorum.
Peki ben? Mutlaka benimde şanslı olduğum
bir tarafımı bulacak. Bulmalı.
“Sen
köye suyu getirmek için geldiğini kabullenip bunu başardığın zaman ölümlere
engel olacaksın ve işte o zaman şanslı olduğunu fark edeceksin,” diyor. “Bir
düşünsene neden seninle karşılaştık ve neden seninle bu konuşmaları yapıyoruz?”
Şanssızlık
diye düşünüyorum.
“Karamsarlık
içine yuva kurmuş senin.”
İyimser
olabileceğim tek şey aklıma gelmiyor.
“Bazen
ağaçların kökleri dallarından uzun olur,” diyor.
Su
üstündeki buz dağlarının görünen kısımları gibi.
“Aynen
öyle,” diye konuşuyor. “Aynen buz dağlarının asıl su altında oldukları gibi.
Ağaç meyve vermenin ötesinde gölgesi içinde nimettir. Ya meyve veremeyen bodur
ağaçlar. Sence onlar hilkat garibeleri midir yani?”
Aklım
karışıyor.
“İyi
düşün o kısa boylu, meyveden yoksun ağaçlar olmasa toprak o denli bereketli,
hava o kadar yağmurlu olabilir mi? Olduğunu var say, ortalığı sel götürmez mi?
Biz burada yıllardır yağmur yağdığını bilmeyiz. Ama yiyemediğimiz meyvelerimiz
var.” Bana bakıyor. “Şimdi uyumalıyım,” diyor. “Yarın sabah su olacağım.”
Ve
uyuyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder