23 Haziran 2025 Pazartesi

SEÇİLMİŞ OLAN 20

 

“…..”

 

“Sen Beşparaetmez’den olma, Ruhsuz’dan doğma Suratsız; su olman gereken mutlu zamanın geldiği halde kaçmaya teşebbüs ettiğinden suçlu bulundun. Ancak, kıtlık vakti nedeniyle nüfusun susuzluğa düşmesinden dolayı mazur görüldün. Kutsal törenden ödün verilmeksizin yarın güneşin ilk ışıklarıyla su olmana karar verilmiştir. Yine de yaptığın hatadan ötürü suyunun üçte ikisine el konacak ve giriştiğin yadsınamaz bencilliğe istinaden ammeye dağıtılacaktır.”

Bunları söyleyen en fazla on yedi, on sekiz yaşlarında, gözlerinin altı yanaklarına dek çillerle dolu olan kızıl saçlı bir erkek çocuk. Oturduğu kürsünün sağında ve solunda yer almış kendisi gibi çilli, ikisi kız ikisi erkek dört çocuğa daha bakıp kararını onaylayıp onaylamadıklarını kontrol ediyor. Dört çocuk aynı görünmez işareti almışlar misali başlarını eğerek kararı onaylıyorlar. Kızıl saçlı olan ve kürsünün tam ortasında oturan genç, elindeki tokmağı önündeki ahşap silindire vurarak kararı sabitliyor. Suratsız’a bakıyorum rengi atmış, kağıt gibi bembeyaz.

Yargıç olduğunu sandığım ama mesleki açıdan ne isim verdiklerini bilmediğim çilli çocuk oturduğu sandalyeden kalkmadan sanık sandalyesindeki Suratsız’a dönüyor.

“Söylemek istediğin bir şey var mı?”

“Su olmayı reddediyorum,” diyor Suratsız. Bu davanın temyize götürülmesi demek oluyor herhalde.

Suratı çillerle kaplı olan, başını kabul etmiyorum anlamında sallıyor.

“Böyle bir hakkın olmadığını biliyorsun,” diye cevaplıyor.

Temyiz yok yani.

“Yarın şafakla birlikte su olacaksın. Atana minnet.”

Bakışlarını Suratsız’ın her iki yanında bulunan gri formalı iki görevliye çeviriyor.

“Kutsal akışkanı götürebilirsiniz,” diye emrediyor.

Yargılamayı seyreden kalabalığa dönüyor sonra, ellerini havaya kaldırarak başını geriye doğru atıyor ve tonunu yükselttiğinde çatallaşan sesiyle, “Kutlu olsun,” diye bağırıyor. “Köyümüzün yeni akışkanı önünde saygı ile eğilin.”

Topluluk ayağa kalkıp sandalyesinden kaldırılmaya, daha doğrusu sökülmeye çalışılan Suratsız’a karşı eğiliyor. Suratsız kollarına giren iki gri formalının ittirmeleriyle salondan çıkarılırken suratı çillerle kaplı kızıl saçlı çocuk sözlerine devam ediyor.

“Bu gün burada kursaklarımız için su seremonisini karara bağladık, şimdi dağılabilirsiniz. Ancak bir gece sonra vatan hainin eşi için mahkeme kurulacaktır, köyümüzün akıbetini yakından ilgilendiren bu davaya yarınlarımızın sükuneti açısından hepinizin katılması zorunludur.”

 

“yürüyün adamın canını sıkmayın gündüz güneşinde.”

 

Mağaradan çıktıktan sonra saatin biri dokuz geçtiği söyleniyor. Bize eşlik ederek Kamburçıkaran Tepe’sinden indiren ve bunu yaparken ellerindeki uzun sırıkların sivri metal uçlarını sırtımıza dokundurmaktan zevk alan görevliler köyün dışına doğru inşa edilmiş, gece yarısına dek bekletileceğimiz küçük bir barakaya kapatıyorlar. Suratsız bu barakanın aslında hapishane değil, su olmadan önce son arzunun yerine getirmek için hazırlanmış bir oda olduğunu açıklıyor. Gerçekten de aslına bakılırsa hücre olamayacak denli temiz ve en fazla kaç yıldızlıysa o sınıfta bir otelin kral dairesi şeklinde dizayn edilmiş. Odanın kuzey köşesine kurulmuş olan Suratsız’a göre iki kişilik, bana göreyse en azından dört kişilik ipek örtülü bir yatak, kuş tüyüyle doldurulmuş sandığım yumuşak yastıklarla bezeli. Yatağın tam karşısında üzerinde rengarenk şişelerin bulunduğu, ama içlerinde hiç birisinin su olduğunu zannetmediğim onlarca çeşit içeceğin sıralandığı şık bir büfe göze çarpıyor. Arkasında kalan duvarda ise el oyması işlemelerle süslendirilmiş muhteşem bir ahşap kasa var.

Kasa ve ahşap yan yana pek uyumlu durmuyor.

Saat üç gibi Suratsız dört kişilik yatağın birinci kişilik bölümünde uyuyakalıyor. Ben göğsümü daraltan sıkıcı bir huzursuzluğun pençesine düşmüş halde, yatağın dördüncü kişilik boşluğuna uzanıyorum. Uyuyamıyorum. Akşam mahkemem olacak ve ne suç işlediğim konusunda fikrim yok. Şafağın ilk ışığıyla su olacak olan Suratsız’ı seyrediyorum. Yoruluyor. Deli gibi sağa sola koşuşturmaktan bitkin düşüyor. Derin bir uykuya dalmış, deliksiz denebilecek şekilde ara sıra oynattığı parmaklarını saymazsak kıpırdamadan yatıyor. Benimse ipek örtü vücuduma batıyor sanki. Dayanamıyorum kalkıp oturuyorum. Karşımdaki büfeye ilerliyorum sonra. Kırmızı bir sıvıyla doldurulmuş olan cam şişenin kapağını açıp yanındaki küçük kadehe dolduruyorum. Kokluyorum. Tarif edemediğim ağır aromalı kokusu genzimi yakıyor. Öksürükle tıksırık arası garip bir sesle boğazımı temizliyorum. Vişne suyu olmalı. Yahut çilek, belki de domates. Ama saf değil ve saf olmadığı kadehe doldurduğum sıvının kokusundan belli. Elimdeki kadehi dudaklarımın arasına sokup gözlerimi kapıyorum. Tam bir yudumda tamamını içmeyi planlarken Suratsız’ı işitiyorum.

“Yerinde olsam onu içmem,” diyor.

Başımı sesin geldiği yöne çeviriyorum. Suratsız o derin uykusundan uyanmış, sanki hiç yatmamış gibi uykudan eser taşımayan gözlerle beni izliyor.

“Dediklerimi dinlemiyorsun değil mi?” diye soruyor.

“Anlayamadım,” diyorum.

“Bana sormadan bir şeye dokunmayacaktın hani?” diye hatırlatıyor. Verdiğim sözü hatırlayınca utanıyorum.

“Haklısın,”diyorum. “Uyuyordun ama.” Bu bahane aslında ve Suratsız’da bunun farkında.

“Doğru,” diyerek onaylıyor beni. “Sende haklısın aslında. Neyse, tavşan kanını içmek istiyorsan afiyet olsun.”

“Tavşan kanı mı?”

Elimdeki kadehi bıraktığımın farkına cam kadeh yere çarptığında parçalanırken çıkardığı şangırtıyla varıyorum.

Suratsız gözlerini ovuştururken, “Evet, tavşan kanı,” diye cevaplıyor. Sonra eliyle büfenin üzerinde sıralanmış diğer şişeleri işaret ediyor. “Mavinin ne olduğunu biliyor musun?”

Büfenin üzerinde bana en yakın duran mavi sıvı dolu şişeye bakıyorum.

“Düşman kanı mı?” diye soruyorum. Dedemin küçükken anlattığı hikayelerin de savaştığımız düşmanların kanı hep mavi oluyor çünkü. Kırmızı kanı olmayan başka bir canlı daha bilmiyorum. Suratsız’a bakıyorum. Gülümsüyor.

“Komik adamsın Orçun,” diyor. “O Okaliptus kökünün suyu, içlerinde senin içebileceğini düşündüğüm tek sıvı da o.”

Yeni bir kadeh alıp kapağını açtığım üzeri oymalarla süslü şişeden mavi sıvıyla dolduruyorum.

“Peki neden su yerine bunu içmiyorsunuz?” diye soruyorum. Suratsız cevap vermiyor. Dikkatlice beni izliyor. Elimdeki kadehten büyük bir yudum alarak yutuyorum. Suratsız’ın neden cevap vermediğini anlıyorum. İçtiğim şey acıdan bile acı ve boğazımı kavuruyor.

Suratsız yataktan kalkarak yanıma yaklaşıyor.

“Tavşan kanından al biraz,” diyor. Boğazımı kavuran acının giderek artan sıcaklığı kulaklarıma dek tırmanıyor. Suratsız’a bakıyorum. Ciddi. Kapağı zaten açık olan şişeyi kadehe doldurma gereği duymadan kafama dikiyorum. Boğazımdaki yanma aniden kesiliyor. Suratsız, “Tavşan kanını bu nedenle kullanıyoruz,” diyor. Kan oldukça tuzlu ama önceki kök suyunun acısını bastırdığı için güzel geliyor. “O garip demir kokusuna zamanla alışıyorsun.” Elini omzuma koyuyor. Parmak uçlarının omuz başımdaki hafif baskısını duyuyorum. Dokunmanın yasaklandığı köyde hem de. Ömrünün sonuna dek demir eldivenler giymek koşuluna rağmen. Sabaha kadar yani. Ölüm korkusu tırnaklarına dek hissediliyor. “Hayvanların kanı tatlı olmuyor maalesef, sadece kök sularının acısını gidermek için kullanılıyorlar.” Gülümsüyor devamlı yaptığı gibi. “Bir dakika,” diyor. Büfenin diğer tarafına geçip, süslü işlemelerle kaplanmış kasanın kapağını açıyor. İçeride iki geniş kadeh dolusu su görüyorum. “Al şimdi bunların birisini iç,” diyerek kadehlerden birini bana uzatıyor. “Burada su olmadan, senden önce su olanın iki bardaklık anısı ruhunu kutsamak için saklanır.”

Bu kez hiçbir polemiğe takılmadan kadeh dolusu suyu kafama dikiyorum.

Suratsız derin bir iç çekerek kasanın kapısını kapatıyor. İçindeki ikinci kadehi almıyor.

“Yarın bu saatlerde benim iki kadehim bir sonraki kutsal akışkan için burada saklanacak,” diyor. “Komik ama biliyor musun, benden en azından yedi bidon su çıkar.”

Suratsız uzun boylu, iri yarı sayılabilir ama, ortalama bir insanda beş litre kan olduğunu düşünürsek, eğer bidonlar birer litrelik değilse söyledikleri matematiksel açıdan olanaksız.

“İnan bana olanaklı,” diye yanıtlıyor beni. Gülümseyerek başını öne eğiyor. “Düşüncelerini okumayacaktım değil mi, özür dilerim. Üstadız bir kere yapacak bir şey yok.”

“Önemli değil,” diyorum. “Peki nasıl olacak bu?”

“Nasıl su mu olacağım yani?” diye soruyor.

Elimdeki kadehi büfenin üstüne bırakıyorum. Başımla doğru anlamışsın tarzı onaylıyorum.

“Aslında çok basit bir işlem, uygulanan teknikte buharlaşan sıvı tekrar sıvılaşabilir prensibi söz konusu o kadar.”

“Yani sizi yakıyorlar mı?” diye soruyorum bu defa. Aşırı duygusuz.

Başını sallayarak hayır diyor.

“Yakarsan kül olursun, buharlaşmazsın ki.”

“Peki öyleyse?”

“Seni önce çırılçıplak soyduktan ve köyden seçilmiş güzel kızlar altın jiletlerle vücudunda tek kıl kalmayana dek tıraş ettikten sonra, altında küçük kanallar olan ve kanalların uçları alt kattaki dev bidonlara açılan küçük bir odaya alıyorlar. Odaya senden önce senin kişiliğine yakın olduğu sanılan meyveler konuyor tabi. Sonra kapı üzerinden kapatıldıktan sonra duvarların ve zeminin içine yerleştirilmiş olan borular ısıtılıyor. Böylece terlemeye başlıyorsun ve çok değil en fazla yarım saat sonra kalbin bu hararete dayanamayıp duruyor. İşte o zaman ısıyı on katına çıkarıp posan kalana dek erimeni sağlıyorlar. Tekrar kapıyı açtıklarında odada sadece senden arta kalan posa ve meyvelerden artmışsa kabuklar kalıyor.”

“Meyve suyu için öyleyse, madem suyunuz çıkarılırken suyunu çıkarabiliyorsunuz. Niye bunu denemiyorsunuz?”

Suratsız parmağını az önce kapattığı kasanın süslü kapağının kabartmaları üzerinde gezdiriyor. “Günah,” diyor.

“Anlamadım.” Anlayamıyorum gerçekten. Meyvelerin içilmesinde bir sakınca yok yani. Sularını çıkarabiliyorlar.

“Dinimiz gereği yasak.”

“Nasıl bir din insanın su yapılmasına karşı çıkmayıp, meyve suyu içilmesine karşı çıkar ki?” diye soruyorum. Kendi dünyamda, -nasıl olduğunu bilmiyorum fakat artık kendi dünyamda olduğumu sanmıyorum- dindar biri sayılırım. Doğruyu söylemek gerekirse çoğu farz olan şeyi yapmıyorum ama, iyi niyetimden de ödün vermiyorum. Aysel hariç. Asla ona karşı koyamıyorum. Sorarsalar bu Yaratan’la benim aramda. Beni bağışlayacaksa o bağışlar.

“Bizim dinimiz önceki günahlarımızın kefareti üzerine oturtulmuştur,” diyor.

“Önceki günahlarınızın kefareti mi? Yanlış anlamışsam düzelt. Önceki nesillerin hatasını ödemek her yeni doğanın üzerine borç oluyor yani.”

“Aynen öyle,” diyor. “Her doğan atalarının yaptığı suçların hesabını vermekle mükellef doğuyor.”

“O zaman her yeni işlenen hata bir sonraki nesle iyice yük olmuyor mu?” diye soruyorum.

“Evet,” diyor. “O gün üç kutsal ihtiyar meyve toplamak için dışarı çıkan kıza saldırdılar diye bugün meyve suyu içemiyoruz. Çünkü eğer içersek suların çekildiği gibi meyvelerin kuruyacağından da korkuyoruz. İşte bu yüzden biz suç işlememeye ve hatasız yaşamaya özen gösteriyoruz. Gündüz sokağa çıkmayışımızın, birbirimize dokunmayışımızın başka bir nedeni de bu, anlıyor musun şimdi?”

Mantık garip bir şey. Nedenlerle sonuçlar arasında açıklayıcı bağlantı kurabildiğin her şey ne kadar saçma olursa olsun anlaşılır olabiliyor. Suratsız’ın sözlerini anlıyorum ve kendi mantık çerçevesinde ele alındığında haklı bulabiliyorum. Ama doğru bir ve emindim ki bu bahsi geçen o bir değil.

“Sözlerin birbirlerini açıklayabiliyor,” diyorum. “Ve ben seni anlıyorum ancak, bu haklı olduğun ve bu yapılanların kabul edilebilir olduğunu ispatlamıyor.”

Gülümsüyor. Gülümsemesi artık sinirlerimi bozuyor. Ölmemek için kaçıyor, yakalanınca da sonunu süt dökmüş kedi gibi kolayca kabulleniyor.

“Sence haksız mıyım?” diye soruyorum.

“Sence sadece korktuğum için mi kaçıyordum,” diyor. “Hayır, sadece korktuğum için değil, kardeşimin başına gelenlerin başkalarının kardeşlerinin başına gelmesini engelleyebilmek için kaçıyordum. Bunu birinin yapması gerekiyordu. Seçilmiş olanı beklemek belki de umutsuzluklardan uydurulmuş bir masaldı. Ölmek istemiyordum, tamam.” Susuyor. Diyeceği neyse, diyemiyor. “Kardeşinin suyunu içmek ne demektir bilir misin?” diye soruyor.

“Benim kardeşim yok,” diyorum. Zırvalıyorum. Demek istediğim bu değil. Kardeşi olan bir sürü arkadaşım var fakat hiç birinin kardeşinin suyunu içtiğini sanmıyorum. Başka ne cevap verebilirim ki?

“Şanslı adamsın öyleyse,” diye mırıldanıyor. Aynı günde ikinci kez şanslı adam olduğumu söylüyor. İlkinde karım olduğunu öğreniyorum, bunda vatan haini ilan edilmek üzere mahkemeye çıkartılacağım.

“Lütfen bir daha bana şanslı adam olduğumu söyleme,” diyorum.

“İnsanlar neden şanslı olduklarına inanmazlar biliyor musun?” diye soruyor bu kez.

Cevabı basit aslında. Dünyada milyarlarca insan yaşıyorken hiç tanımadığım bir yere seçilmiş olarak ben düşüyorsam ve birden daha önce hiç görmediğim bir kadının karım olduğunu öğreniyorsam, bu da yetmezmiş gibi karım olduğunu öğrendiğim kadın evine zamanında yetişemedi diye vatan haini ilan edilip suçuna ben de ortak katılıyorsam şanslı olduğuma inanmam. Biletine milyarda bir ihtimalle bol sıfırlı bir ikramiyenin çıktığı adam şanslı sayılır örneğin, milyarda bir görülen tedavisi olmayan bir hastalığa yakalanan başka biri şanslı sayılmaz. O, çöldeki bedevi.

“Yine yanılıyorsun farkında mısın?” diyor bu kez. “Kişisel başarıların toplumsal yankı bulmadığı sürece şanslı sayılamazsın. Milyarda bir görülen hastalığa yakalanan kişi ilacın bulunmasına katkı sağlıyorsa şanslıdır aslında, biletine milyarda bir ihtimalle büyük bir ikramiye çıkan öteki adamsa aynı hastalığa yakalandığını öğrenip parasıyla bunun tedavisini yaptırabilirse ancak şanslı olacaktır. Kazanç her zaman daha huzurlu olabilmektir aslında, diğerleri bunun için araçtır.”

Gülümsüyorum. Böyle konuştuğu zamanlarda Suratsız’ın ne demek istediğini anlayabiliyorum. Peki ben?  Mutlaka benimde şanslı olduğum bir tarafımı bulacak. Bulmalı.

“Sen köye suyu getirmek için geldiğini kabullenip bunu başardığın zaman ölümlere engel olacaksın ve işte o zaman şanslı olduğunu fark edeceksin,” diyor. “Bir düşünsene neden seninle karşılaştık ve neden seninle bu konuşmaları yapıyoruz?”

Şanssızlık diye düşünüyorum.

“Karamsarlık içine yuva kurmuş senin.”

İyimser olabileceğim tek şey aklıma gelmiyor.

“Bazen ağaçların kökleri dallarından uzun olur,” diyor.

Su üstündeki buz dağlarının görünen kısımları gibi.

“Aynen öyle,” diye konuşuyor. “Aynen buz dağlarının asıl su altında oldukları gibi. Ağaç meyve vermenin ötesinde gölgesi içinde nimettir. Ya meyve veremeyen bodur ağaçlar. Sence onlar hilkat garibeleri midir yani?”

Aklım karışıyor.

“İyi düşün o kısa boylu, meyveden yoksun ağaçlar olmasa toprak o denli bereketli, hava o kadar yağmurlu olabilir mi? Olduğunu var say, ortalığı sel götürmez mi? Biz burada yıllardır yağmur yağdığını bilmeyiz. Ama yiyemediğimiz meyvelerimiz var.” Bana bakıyor. “Şimdi uyumalıyım,” diyor. “Yarın sabah su olacağım.”

Ve uyuyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

YAANİ

Şeysel Adaları var bir tane mesela. Dikkatinizi çekerim neysel adaları olduğunu bilen yok aslında. Şeysel aşağı, Şeysel yukarı gidelim de gi...