İçinde
teneke konserve kutularının yanında kahverengi bir ayakkabı teki var. Ves’in
bana yanımdan ayrılırken verdiği ayakkabı tekini hatırlıyorum. Poşetlerin
arasında gezerken duyduğum ses yüzünden kendimi yere atınca düşürmüş olmalıyım.
Elimle burnuma bastırdığım külotu ceketimin iç cebine koyarak yavaşça
doğruluyorum, etrafta kimse gözükmüyor. Korkuyla sağımı solumu kolaçan ederek
ayağa kalkıyorum ve etrafı araştırmaya başlıyorum. Çöplüğe girdikten sonra
üstünde dikildiğim dar patika haricinde başka yere sapmıyorum. Görebildiğim
kadarıyla yol boyunca ayakkabı falan yok. Tek ihtimal kalıyor. Ne derece
güvenli bilmiyorum ama ayakkabıyı yol durdurbaklarından saklanmak için
sığındığım iki binanın arasında düşürüyor olmalıyım.
“Pişt!”
Tekrar
aklımı başımdan alan piştlemeyle ne yapacağımı şaşırıyorum. Ayaklarım ani
heyecanın mahsulü adrenalinden olsa gerek vücudumu taşıyamıyor. Yeniden çöp
yığınlarının arkasına yuvarlanmam ve kendi elimle açtığım delikten sesin
geldiğini sandığım yöne bakmam en fazla bir saniyemi alıyor. Tam karşımda kalan
poşet yığınlarının arkasında, elinde tuttuğu kırmızı topuklu ayakkabıyı bana
doğru sallayan sarışın genç bir erkek duruyor.
“Bunu
mu arıyorsun?”
Elinde
tuttuğu ayakkabı teki Vesikalı’ya ait olana çok benziyor. Yattığım siperden
kalkıp kalkmamağa emin olamıyorum bir süre. Her sabah ekmek aldığım fırının
önünden geçtikten sonra karşıma çıkan ve konuşmaya çalıştığım iki kişi başımı
yeterince belaya sokuyor ve bir üçüncüsünün bu konudaki kudretinden ürküyorum.
Sarışın
genç adam diğer eliyle yanına gitmemi işaret ediyor.
“Gel
gel,” diye sesleniyor. “Korkma. Öğle yemeği zamanı gidip masalarına yatsan bile
sana dokunmazlar. Tabaklarını düşürürsen o ayrı. O zaman kendi elinle ölüm
fermanını imzalamış olursun.”
Saklandığım
yerden doğruluyorum.
Gülümseyerek
bana bakıyor.
“Korkma
yahu,” diyor. Samimi görünüyor. “En azından benden korkma.” Sesi çocukluk
arkadaşlarının yıllar sonra tesadüfi karşılaşmalarında birbirlerine eski
anılarını anlatırken aldığı sevimli haykırışlarla bezeli. “Bu saatte
durdurbakları asla çalıştıramazlar. Hele durdursorlar birbuçuk saatlik
psikolojik uyum seansınlarından ölseler vazgeçmezler. Köyün sosyal güvenlik ve
çalışma yasasına aykırı olur bu. Biliyor musun bazen insan haklarına uymak bile
sorun yaratabiliyor. Tam bir saatimiz var. Gel hadi.”
Biraz
çekinerek genç adamın yanına yöneliyorum.
Eliyle
hemen yanı başındaki çöp poşetini işaret ediyor. “Otur,” diyor. “Köyümüzün
çöplüğüne hoş geldin. Aslında sivillerin buraya girmesi yasaktır biliyor
musun?” Konuşurken elinde salladığı ayakkabı teki gözlerinin önünden
geçiverince aniden kendini toparlıyor, mahcubiyetten kızaran yanaklarını
örtmeye çalıştığı bir gülümsemeyle uzatıyor. “Güzel ayakkabı.”
Ayakkabıyı
alıp gösterdiği çöp poşetinin üzerine oturuyorum.
“Az
önce bir kız verdi.”
Hemen
önündeki başka bir çöp poşetini düzelterek çöküyor. “Öyleyse şanslı adamsın,”
diye cevaplıyor.
“Hı
hı,” diye mırıldanıyorum. Neden şanslı olduğumu anlayamıyorum. Altı üstü
kırmızı bir kadın ayakkabısı teki taşıyorum hepsi bu, üstelik genç kadın omzuna
dokunduğumda korkusundan ayağından çıkarmış ve kendini korumak gerektiğini
düşündüğünde çekinmeden topuğunu kafama geçireceği bir ayakkabı teki. Göz
ucuyla yanımda oturan uzun boylu, sarışın adamı süzüyorum. Yanaklarına
oturttuğu gülümseme kırıntılarına bakılırsa hala az önceki dalgınlığından
dolayı kendini mahcup hissediyor. En fazla benim yaşlarımda falan herhalde,
belki o kadar bile yok. Çöplerin arasında bulduğunu sandığım üzerindeki kirden
artık grileşmiş beyaz bir tavşan kuyruğuyla oynuyor.
Bakışlarımı
kaçırmaya bile fırsat bulamadığım kadar hızlı bana dönüyor.
“İnsanlar
çöplüklere kişiliklerini atarlar aslında biliyor musun?” diye soruyor. “Çoğu
atmaya kıyamadıkları çocukluktan kalma oyuncaklarını attığı zaman ancak
büyürler ya da korktuklarına karşı taşıdıkları nazarlıkları attıkları vakit
cesaretlenirler.” Elinde evirip çevirdiği tavşan kuyruğunu çöp poşetlerinin
ortasına fırlatıyor.
“Haklısın
galiba,” diyorum. “Az önce bir dostluk anlaşması gördüm ben.”
Dile
getirdiğim kendimce garip bir durum, en azından dikkatini çekeceğini
düşündüğüm, ‘Hadi be, hani nerede,’ tarzı tepki vermesini beklediğim bir cümle.
Sarışın
genç adam az önce poşet yığınının ortasına attığı tavşan bacağına dalmış gözlerini
çevirmeden büyük bir hayal kırıklığı yaşıyormuşçasına sıkıntıyla konuşuyor.
“Kimi
de böyle insanlığını atar işte. Hep iyiye doğru gidilecek değil ya.”
Gülümsemeye çalışarak bana bakıyor sonra. “O zaman gerçekten iyi olanları nasıl
ayırabilecektik?” diye söyleniyor. Haklı aslında. Sözlerim size belki çok
beylik gelecek ama beyazın temizliği nedense hep siyahla karalandığı zaman fark
edilebiliyor. Beyaza yeterince kıymet verilmediği apaçık ortada. Beyaz sadece
siyahın varlığından ürktüğümüz için varlığını kabul ettiğimiz.
Sadece
bu kadar.
Genç
adam gülümsemesini göz bebeklerine taşıyarak elini omzuma atıyor.
“Yabancısın
değil mi?” diye soruyor.
Sorusunu
başımla onaylayarak cevaplıyorum. Ve biliyorum ki; Burada yabancıları
sevmiyorlar.
“Belki
sana saçma gelecek ama,” diyor. “Niyeyse burada yabancıları sevmezler.”
‘Önemli
değil,’ der gibi omuzlarımı silkiyorum.
Elini
uzatıyor. “Ama ben severim,” diyor genel kanıya karşı çıkarak. “Adım Suratsız.”
Elini
sıkıyorum. Adının Suratsız olması garip gelmiyor niyeyse.
“Ben
de Orçun.”
“Garip
isim.”
Elimde
sıkı sıkıya tuttuğum ayakkabı tekiyle olduğum yerde iyice büzülüyorum. Az önce
beni bulabilmek için iki binanın arasındaki dar boşluğu arayan genç kızları
düşünüyorum ve onlardan biraz önce ana yolda beni yakalamak için bitiveren
diğerlerini.
Suratsız
tekrar çöp yığınının ortasındaki tavşan kuyruğunun olduğu tarafa ama bu kez
daha uzaklara dalıyor. Gülümsemesi kaybolmuş. “Sabit durdurbaklar peşine
düştüğüne göre düzene karşı gelmiş olmalısın.” diyor. Gülümsemesini hızla eski
yerine takarak tekrar bana dönüyor. “Onlar öyle ufak tefek suçlar için
kıllarını bile kıpırdatmazlar. Hele öğle yemeğinden birkaç dakika önce asla iş
yaptıramazsın.”
Elimde
tuttuğum ayakkabı tekini sıkıyorum iyice. Suratsız suratına yaydığı gülümsemesini
iyice genişletip sırıtarak ayakkabıya bakıyor.
“Gerçekten
şanslı adamsın.”
“Neden?”
diye soruyorum. Sevgilim kaçırılıyor ve bıraktığı izlerin peşinde koştururken
oturduğum mahallenin hiç bilmediğim bir tarafına düşüyorum. Daha kendimi
toparlayıp ben neredeyim dememe fırsat kalmadan işlediğimi düşündükleri bir suç
nedeniyle bütün kanun adamları peşime takılıyor. Ve ben şanslıyım. Hem de
gerçekten.
Açıklama
bu kez beklediğimden çabuk geliyor.
Suratsız
suratına yaydığı sırıtmayı konuşmasına da bulaştırarak, “Burada bir kadın bir
erkeğe sağ ayakkabı tekini veriyorsa, sorumluluğum senin demek istiyordur,”
diyor.
“Anlayamadım,”
diyorum. Gerçekten anlayamıyorum. Bütün planım, sevgilimle birlikte sinemada
film seyredip sonra annemin olmadığı birkaç saatliğine evime götürebilmek oysa.
Belki kısa bir muhabbetin ardından sevişmek adını verdiğimiz vücut diline
geçebilmek yahut hiçbir şey sandığım kadar kolay yürümeyecek olursa da kolasına
ilaç koymak zorunda kalmak. Amacım bu kadar basit ve yine bu denli belliyken
geldiğim noktayı kavrayamıyorum. Sorumluluk falan, bana göre şeyler değil. Hele
ayakkabı teki verildi diye sorumluluk.
“Anlamayacak
bir şey yok,” diye devam ediyor. “Elindeki kızın sağ ayakkabı teki değil mi?”
Elinde
tuttuğum ayakkabı tekine bakıyorum.
“Evet,
sağ,” diye tekrarlıyorum. Sağ.
Suratsız
gülümseyerek başını sallıyor.
“Bunu
sana kız kendi isteğiyle verdi değil mi?” diyor. “Sen zorla almadın.” Kaşlarını
düşürüyor. “Tecavüz yok yani?”
Başımla
onaylıyorum. Ayakkabı tekini zorla almayla tecavüzün alakasını çıkaramıyorum.
Ceketimin iç cebinde taşıdığım Aysel’in külotu aklıma geliyor. Kendi isteğiyle
vermiyor bana. Tecavüz konu edilecekse ayakkabı tekinden daha fazla anlamı hak
ediyor olmalı.
Suratsız
ellerini her iki yanına olabildiğince açıp derin bir nefes alıyor ve gözlerini
kapıyor. Birkaç saniye öylece hareketsiz kalıp, arkasından garip bir ritmi
mırıldanarak her iki yanına uzattığı ellerini çenesinin altında birleştiriyor.
Daha önce görmediğim garip hareketlerini tamamladıktan sonra tek gözünü
aralayıp gülümsüyor, “İyi öyleyse ben de sizi bire bağlıyorum,” diyor. “Bir
yastıkta yol alın.”
“Bire
bağlamak mı?” O da ne? “O da ne?”
“Birbirinize
eş oluyorsunuz yani.”
“Eş
mi, nasıl yani?”
“Karı
koca oluyorsunuz.”
“Karı
koca.”
Karımın
Vesikalı diye çağrılması içerikli yedi olası film şeridini dakikanın onda
birinde gözlerimin önünden geçiriyorum. Evimize ara sıra ziyaretimize gelen
Pezo adındaki kayınço ile ilgili yirmi iki gelesi anıyı ise diğerinin onda
birinde. İşin daha korkuncu haydi evlendik, bir de oğlumuz oldu diyelim. Endişe
bu ya bir de Vesikalı bütün bunlar yetmiyormuş gibi ısrarla oğlumuza babasının ismini
vermek istedi, e ben de salağım ya bunu kabul ettim. İsmi Kavat olan bir çocuk
nasıl mutlu olur ve nasıl kendiyle barışık bir hayat sürebilir, ayrıca kim
kızını ona verir sorularını ikisinden daha kısa sürede kendi kendime soruyorum.
Cevaplayamıyorum tabi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder