2 Haziran 2025 Pazartesi

SEÇİLMİŞ OLAN 9

İçinde teneke konserve kutularının yanında kahverengi bir ayakkabı teki var. Ves’in bana yanımdan ayrılırken verdiği ayakkabı tekini hatırlıyorum. Poşetlerin arasında gezerken duyduğum ses yüzünden kendimi yere atınca düşürmüş olmalıyım. Elimle burnuma bastırdığım külotu ceketimin iç cebine koyarak yavaşça doğruluyorum, etrafta kimse gözükmüyor. Korkuyla sağımı solumu kolaçan ederek ayağa kalkıyorum ve etrafı araştırmaya başlıyorum. Çöplüğe girdikten sonra üstünde dikildiğim dar patika haricinde başka yere sapmıyorum. Görebildiğim kadarıyla yol boyunca ayakkabı falan yok. Tek ihtimal kalıyor. Ne derece güvenli bilmiyorum ama ayakkabıyı yol durdurbaklarından saklanmak için sığındığım iki binanın arasında düşürüyor olmalıyım.

“Pişt!”

Tekrar aklımı başımdan alan piştlemeyle ne yapacağımı şaşırıyorum. Ayaklarım ani heyecanın mahsulü adrenalinden olsa gerek vücudumu taşıyamıyor. Yeniden çöp yığınlarının arkasına yuvarlanmam ve kendi elimle açtığım delikten sesin geldiğini sandığım yöne bakmam en fazla bir saniyemi alıyor. Tam karşımda kalan poşet yığınlarının arkasında, elinde tuttuğu kırmızı topuklu ayakkabıyı bana doğru sallayan sarışın genç bir erkek duruyor.

“Bunu mu arıyorsun?”

Elinde tuttuğu ayakkabı teki Vesikalı’ya ait olana çok benziyor. Yattığım siperden kalkıp kalkmamağa emin olamıyorum bir süre. Her sabah ekmek aldığım fırının önünden geçtikten sonra karşıma çıkan ve konuşmaya çalıştığım iki kişi başımı yeterince belaya sokuyor ve bir üçüncüsünün bu konudaki kudretinden ürküyorum.

Sarışın genç adam diğer eliyle yanına gitmemi işaret ediyor.

“Gel gel,” diye sesleniyor. “Korkma. Öğle yemeği zamanı gidip masalarına yatsan bile sana dokunmazlar. Tabaklarını düşürürsen o ayrı. O zaman kendi elinle ölüm fermanını imzalamış olursun.”

Saklandığım yerden doğruluyorum.

Gülümseyerek bana bakıyor.

“Korkma yahu,” diyor. Samimi görünüyor. “En azından benden korkma.” Sesi çocukluk arkadaşlarının yıllar sonra tesadüfi karşılaşmalarında birbirlerine eski anılarını anlatırken aldığı sevimli haykırışlarla bezeli. “Bu saatte durdurbakları asla çalıştıramazlar. Hele durdursorlar birbuçuk saatlik psikolojik uyum seansınlarından ölseler vazgeçmezler. Köyün sosyal güvenlik ve çalışma yasasına aykırı olur bu. Biliyor musun bazen insan haklarına uymak bile sorun yaratabiliyor. Tam bir saatimiz var. Gel hadi.”

Biraz çekinerek genç adamın yanına yöneliyorum.

Eliyle hemen yanı başındaki çöp poşetini işaret ediyor. “Otur,” diyor. “Köyümüzün çöplüğüne hoş geldin. Aslında sivillerin buraya girmesi yasaktır biliyor musun?” Konuşurken elinde salladığı ayakkabı teki gözlerinin önünden geçiverince aniden kendini toparlıyor, mahcubiyetten kızaran yanaklarını örtmeye çalıştığı bir gülümsemeyle uzatıyor. “Güzel ayakkabı.”

Ayakkabıyı alıp gösterdiği çöp poşetinin üzerine oturuyorum.

“Az önce bir kız verdi.”

Hemen önündeki başka bir çöp poşetini düzelterek çöküyor. “Öyleyse şanslı adamsın,” diye cevaplıyor.

“Hı hı,” diye mırıldanıyorum. Neden şanslı olduğumu anlayamıyorum. Altı üstü kırmızı bir kadın ayakkabısı teki taşıyorum hepsi bu, üstelik genç kadın omzuna dokunduğumda korkusundan ayağından çıkarmış ve kendini korumak gerektiğini düşündüğünde çekinmeden topuğunu kafama geçireceği bir ayakkabı teki. Göz ucuyla yanımda oturan uzun boylu, sarışın adamı süzüyorum. Yanaklarına oturttuğu gülümseme kırıntılarına bakılırsa hala az önceki dalgınlığından dolayı kendini mahcup hissediyor. En fazla benim yaşlarımda falan herhalde, belki o kadar bile yok. Çöplerin arasında bulduğunu sandığım üzerindeki kirden artık grileşmiş beyaz bir tavşan kuyruğuyla oynuyor.

Bakışlarımı kaçırmaya bile fırsat bulamadığım kadar hızlı bana dönüyor.

“İnsanlar çöplüklere kişiliklerini atarlar aslında biliyor musun?” diye soruyor. “Çoğu atmaya kıyamadıkları çocukluktan kalma oyuncaklarını attığı zaman ancak büyürler ya da korktuklarına karşı taşıdıkları nazarlıkları attıkları vakit cesaretlenirler.” Elinde evirip çevirdiği tavşan kuyruğunu çöp poşetlerinin ortasına fırlatıyor.

“Haklısın galiba,” diyorum. “Az önce bir dostluk anlaşması gördüm ben.”

Dile getirdiğim kendimce garip bir durum, en azından dikkatini çekeceğini düşündüğüm, ‘Hadi be, hani nerede,’ tarzı tepki vermesini beklediğim bir cümle.

Sarışın genç adam az önce poşet yığınının ortasına attığı tavşan bacağına dalmış gözlerini çevirmeden büyük bir hayal kırıklığı yaşıyormuşçasına sıkıntıyla konuşuyor.

“Kimi de böyle insanlığını atar işte. Hep iyiye doğru gidilecek değil ya.” Gülümsemeye çalışarak bana bakıyor sonra. “O zaman gerçekten iyi olanları nasıl ayırabilecektik?” diye söyleniyor. Haklı aslında. Sözlerim size belki çok beylik gelecek ama beyazın temizliği nedense hep siyahla karalandığı zaman fark edilebiliyor. Beyaza yeterince kıymet verilmediği apaçık ortada. Beyaz sadece siyahın varlığından ürktüğümüz için varlığını kabul ettiğimiz.

Sadece bu kadar.

Genç adam gülümsemesini göz bebeklerine taşıyarak elini omzuma atıyor.

“Yabancısın değil mi?” diye soruyor.

Sorusunu başımla onaylayarak cevaplıyorum. Ve biliyorum ki; Burada yabancıları sevmiyorlar.

“Belki sana saçma gelecek ama,” diyor. “Niyeyse burada yabancıları sevmezler.”

‘Önemli değil,’ der gibi omuzlarımı silkiyorum.

Elini uzatıyor. “Ama ben severim,” diyor genel kanıya karşı çıkarak. “Adım Suratsız.”

Elini sıkıyorum. Adının Suratsız olması garip gelmiyor niyeyse.

“Ben de Orçun.”

“Garip isim.”

Elimde sıkı sıkıya tuttuğum ayakkabı tekiyle olduğum yerde iyice büzülüyorum. Az önce beni bulabilmek için iki binanın arasındaki dar boşluğu arayan genç kızları düşünüyorum ve onlardan biraz önce ana yolda beni yakalamak için bitiveren diğerlerini.

Suratsız tekrar çöp yığınının ortasındaki tavşan kuyruğunun olduğu tarafa ama bu kez daha uzaklara dalıyor. Gülümsemesi kaybolmuş. “Sabit durdurbaklar peşine düştüğüne göre düzene karşı gelmiş olmalısın.” diyor. Gülümsemesini hızla eski yerine takarak tekrar bana dönüyor. “Onlar öyle ufak tefek suçlar için kıllarını bile kıpırdatmazlar. Hele öğle yemeğinden birkaç dakika önce asla iş yaptıramazsın.”

Elimde tuttuğum ayakkabı tekini sıkıyorum iyice. Suratsız suratına yaydığı gülümsemesini iyice genişletip sırıtarak ayakkabıya bakıyor.

“Gerçekten şanslı adamsın.”

“Neden?” diye soruyorum. Sevgilim kaçırılıyor ve bıraktığı izlerin peşinde koştururken oturduğum mahallenin hiç bilmediğim bir tarafına düşüyorum. Daha kendimi toparlayıp ben neredeyim dememe fırsat kalmadan işlediğimi düşündükleri bir suç nedeniyle bütün kanun adamları peşime takılıyor. Ve ben şanslıyım. Hem de gerçekten.

Açıklama bu kez beklediğimden çabuk geliyor.

Suratsız suratına yaydığı sırıtmayı konuşmasına da bulaştırarak, “Burada bir kadın bir erkeğe sağ ayakkabı tekini veriyorsa, sorumluluğum senin demek istiyordur,” diyor.

“Anlayamadım,” diyorum. Gerçekten anlayamıyorum. Bütün planım, sevgilimle birlikte sinemada film seyredip sonra annemin olmadığı birkaç saatliğine evime götürebilmek oysa. Belki kısa bir muhabbetin ardından sevişmek adını verdiğimiz vücut diline geçebilmek yahut hiçbir şey sandığım kadar kolay yürümeyecek olursa da kolasına ilaç koymak zorunda kalmak. Amacım bu kadar basit ve yine bu denli belliyken geldiğim noktayı kavrayamıyorum. Sorumluluk falan, bana göre şeyler değil. Hele ayakkabı teki verildi diye sorumluluk.

“Anlamayacak bir şey yok,” diye devam ediyor. “Elindeki kızın sağ ayakkabı teki değil mi?”

Elinde tuttuğum ayakkabı tekine bakıyorum.

“Evet, sağ,” diye tekrarlıyorum. Sağ.

Suratsız gülümseyerek başını sallıyor.

“Bunu sana kız kendi isteğiyle verdi değil mi?” diyor. “Sen zorla almadın.” Kaşlarını düşürüyor. “Tecavüz yok yani?”

Başımla onaylıyorum. Ayakkabı tekini zorla almayla tecavüzün alakasını çıkaramıyorum. Ceketimin iç cebinde taşıdığım Aysel’in külotu aklıma geliyor. Kendi isteğiyle vermiyor bana. Tecavüz konu edilecekse ayakkabı tekinden daha fazla anlamı hak ediyor olmalı.

Suratsız ellerini her iki yanına olabildiğince açıp derin bir nefes alıyor ve gözlerini kapıyor. Birkaç saniye öylece hareketsiz kalıp, arkasından garip bir ritmi mırıldanarak her iki yanına uzattığı ellerini çenesinin altında birleştiriyor. Daha önce görmediğim garip hareketlerini tamamladıktan sonra tek gözünü aralayıp gülümsüyor, “İyi öyleyse ben de sizi bire bağlıyorum,” diyor. “Bir yastıkta yol alın.”

“Bire bağlamak mı?” O da ne? “O da ne?”

“Birbirinize eş oluyorsunuz yani.”

“Eş mi, nasıl yani?”

“Karı koca oluyorsunuz.”

“Karı koca.”

Karımın Vesikalı diye çağrılması içerikli yedi olası film şeridini dakikanın onda birinde gözlerimin önünden geçiriyorum. Evimize ara sıra ziyaretimize gelen Pezo adındaki kayınço ile ilgili yirmi iki gelesi anıyı ise diğerinin onda birinde. İşin daha korkuncu haydi evlendik, bir de oğlumuz oldu diyelim. Endişe bu ya bir de Vesikalı bütün bunlar yetmiyormuş gibi ısrarla oğlumuza babasının ismini vermek istedi, e ben de salağım ya bunu kabul ettim. İsmi Kavat olan bir çocuk nasıl mutlu olur ve nasıl kendiyle barışık bir hayat sürebilir, ayrıca kim kızını ona verir sorularını ikisinden daha kısa sürede kendi kendime soruyorum.

Cevaplayamıyorum tabi. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

YAANİ

Şeysel Adaları var bir tane mesela. Dikkatinizi çekerim neysel adaları olduğunu bilen yok aslında. Şeysel aşağı, Şeysel yukarı gidelim de gi...