"Evet,”
diyor Suratsız. “Gerektiğinde her Yusufköy’lü vatandaş evlendirme ve doğum
yaptırma yetkisine sahiptir. İyi günde, kötü günde, sağlıkta ve ölümde,
vatandaşlıkta ve vatan hainliğinde artık birliktesiniz. Birlikte yaşayacak ve
birinizin öldüğü gün diğeriniz ölene dek o sayılacaksınız. Toplam iki çocuk
yapma hakkınız var ve doğumdan sonra üç ay çocuklarınıza bakabileceksiniz.
Sonra Başbıngıldak çocuk yuvası müdürlüğü çocuklarınızı saygın bir vatandaş
olarak yetiştirilmek üzere sizden alacak. Her yıl iki kutsal bayramda ve
Yusufluköy’ün kurtuluş günü yıldönümlerinde onları yedişergece görebilme
hakkınız olacak. Çocuklarınızın sağ omuzlarına anne ve babasının isimleri dövme
yapılacak. Eğer arka arkaya iki çocukta kız doğarsa üçüncü bir çocuk hakkınız
daha olacak ve o beş yaşına dek sizde kalacak. Güzel değil mi?”
İlk
cümleden sonrasını kaçırıyorum. Peşinden yetişemediğim açıklamalar yüzünden
kızgınım. Hem aklı başında kim çocuğuna Suratsız adını verir ki? Hem de hiç
suratsız olmadığı halde. Hem Suratsız’ın artık karım olduğunu iddia ettiği
kırmızılı genç kadın ya yakalandıysa? Endişeyle, “Ama o evine yetişemezse vatan
haini sayılacağım demişti,” diye fısıldıyorum.
Vesikalı
yanımdan ayrılırken öyle diyor çünkü.
Suratsız
önce dudaklarını büzüyor, dişleriyle yanağının içinden küçük bir parça
kopardığını belirtir hareketle yüzünü ekşitiyor. Morali bozuk. Ağzına kapattığı
parmaklarının arasından tıslayarak, “Bu da sabit durdurbakların yemek öncesinde
niye buraya geldiklerini açıklıyor zaten,” diye söyleniyor. Elini yumruk yapıp
kısa bir öksürdükten sonra diliyle dudaklarını yalıyor. “Seninki evine
zamanında yetişememiş anlaşılan,” diyor. “Artık sen de bir vatan hainisin.
Aramıza hoş geldin.”
Hangi
aranıza hoş geldim?
“Bakın
beni yanlış anlıyorsunuz. Ben sadece kaçırılan sevgilimi bulmak için bıraktığı
izleri takip ediyordum o kadar, vatanınızı tanımıyorum ki vatan haininiz
olayım,” diye ardı ardına serzenişlerde bulunuyorum. Hem ne vatanı yahu, siz
bizim mahalle fırınımızın iki alt sokağına kurulmuş film seti olmalısınız.
Suratsız
nefes alabilmek için susmak zorunda kaldığımda sözlerimi başıyla onaylıyor.
“Anlatmana
gerek yok,” diyor. “Biliyorum. Haberim var.”
Gün
nasıl başlarsa öyle gider iddiası sanırım gerçek ve değilse bile istisnai durum
benim için bu gün geçerli. Başından beri anlayamadığım birçok sözün arkasından
ne anlama bile geldiğinden emin olamadığım cümlelere maruz kaldıkça kalıyorum.
“Haberin
var mı?” diye soruyorum.
Nasıl
olabilir bu?
Suratsız
ilk kez adıyla bağdaşır bakıyor. İlk kez yüzünde gülümseme yok ve ilk kez
gerçekten yabancı olduğumu farkediyorum.
“Nasıl
olur, seni daha yeni tanıyorum ben.”
Suratsız,
“Vesikalı’nın göğüsleri hakkında düşündüklerinden de haberim var,” diyor.
“Ne?”
Karşımdaki
adama, elimde olmadan aklımın bir köşesinde kazınmış duran genç kadının adından
bahsedip bahsetmediğini düşünüyorum. Hatırlayamıyorum. Uzattığı elini sıkıp
tanıştığımız sırada yahut kadının ayakkabı tekini bana uzattığı esnada söylemiş
olabilirim pekala. Anımsayamasam da utancımdan kızarıyorum.
Gülümsüyor.
“Başını
aralarına sokmak falan.”
Yanaklarım
alev almış yanıyor. Sıcacık bir sıvı ensemden sırtıma doğru boşanıveriyor.
İnkar etsem mi diye düşünüyorum. Yok oğlum böyle bir şey desem. Günümde
olmadığımı hatırlayıp vazgeçiyorum. Yaptığı blöfse bile blöfünü görmeye
korkuyorum. Kıpır kıpır göğüsler aklıma geliyor tekrar, yeniden jölemsi
kıpırtılar içerisinde kendine has oryantali görür gibi oluyorum. Silkinip
kendimi toparlıyorum hemen.
“Ama
nasıl?”
Suratsız,
“Utanma,” diyor. “Yusuflu’da bunu düşünmeyene erkek demeyiz biz. Sana niye
şanslı adamsın dediğimi zannediyorsun?”
“Ben…”
diye başlıyorum ama sonunu getiremiyorum.
“Bu
arada ben düşünce okuyabiliyorum,” diyor.
“Düşünce
okuyabiliyor musun?”
Bir
gün nasıl başlarsa öyle gideri kabullenmiştim doğrusu, artık yarın bundan
etkilenir mi üzerinde endişeler kurmaya başlıyorum. Bekar girdiğim bir güne
evli, akıllı girdiğim sohbete deli devam etmeye niyetim yok.
“Burada
eko mu var?” diye soruyor Suratsız. “Her sözümü tekrarlamak zorunda mısın sen?”
“Özür
dilerim,” diyorum. “Her gün düşünce okuyan birileriyle karşılaşmıyorum da…”
“Aslında
haklısın,” diyerek onaylıyor. “Ben de her gün seçilmiş olanı görmüyorum ama.”
Duralıyor sonra. “Ayriyeten sana ayaklarımın toynaklı olduğunu söylersem düşer
bayılırsın herhalde.”
“Herhalde,”
diyorum. Meraklanıyorum. Kanımın damarlarımda gezerken gaz pedalına
yüklendiğini hissedebiliyorum. Kalbim hızını bir türlü ayarlayamayan kanımın
akışıyla ne yapacağını şaşırmış, uçarken yanlışlıkla çatı katına giren serçeler
gibi sağa sola çarparak pırpırlanıyor. Sıkıntıyla soruyorum. “Öyle mi peki?”
“Tabi
ki hayır,” diye söyleniyor Suratsız. “Ata benziyor muyum hiç?”
Rahatlıyorum.
Adam ata benzemiyor. İçimde kalkışa hazırlanan bütün alyuvarlar ikinci bir emre
kadar yatışa geçiriliyor.
“Ne
bileyim ben,” diyorum. Sesim hala titriyor. “Bir an korktum işte.” Başıma gelen
onca şeyi düşününce.
Suratsız,
“Boşuna korkmuşsun,” diyor. “Biz normal ayaklıyız. Toynaklı olanlar aşağı
mahalleden.”
En
son Suratsız’ın parmağıyla güneyi işaret ettiğini görebiliyorum. Arkasından
siyahın koyu kestaneyi andıran bir formu bütün görüş alanımı dolduruyor ve
gerçekle olan irtibatıma kısa bir süreliğine ara veriyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder