“kim olduğunu merak ediyorsun
değil mi?”
Ses
Suratsız’ın olamayacak derecede kalın ve hırıltılı. Olduğum yerde soluk bile
almadan donakalıyorum. Yavaşça arkama, sesin geldiği yöne dönüyorum. Yüreğim
ağzıma geliyor önce, sonra korkumu yeniyorum biraz olsun. Yaşlı bir adam onca
kırışıklığın arasında yüzüne yapıştırdığı kocaman bir gülümsemeyle beni
izliyor. Karanlıkta mor olduğunu sandığım kalın, uçları dizlerine kadar uzayan
eski püskü bir pardösü giymiş. Burada ne işi var ve ne zamandır burada diye
düşünürken ben, eğilip seri bir hareketle yerden bir şey alıyor. Aldığı şey
neyse yaşlı adamın kalın parmakları arasında hiç görünmüyor. Ama kıpırdıyor.
Hafif bir çıtırtıyla elinde tuttuğu şeyi ortasından kırıp duvarın üzerine
bırakıyor. Yeşilli mavili küçük bir kertenkele yaşlı adamın parmaklarından kurtulur
kurtulmaz duvar boyunca can havliyle gözlerden kaybolarak uzaklaşıyor. İhtiyar
adam kertenkelenin kuyruğunu koparıyor ve kopardığı kısım şimdi parmakları
arasında garip kırmızı bir ışık yayarak parlıyor. Parmakları arasında yanan
kuyruğu uzanıp duvardaki bir çıkıntının üzerine bırakıyor. Hırıltılı sesine
genizden gelen r-ler ekleyerek, “Bu güzel haber işte,” diyor. “Demek ki
seçilmiş olan olduğuna inanıyorsun.”
İnanıp
inanmamak konusunda emin değilim hala. Yine de sırf seçilmiş olan sanıldığım
için gördüğüm ilgi hoşuma gitmiyor değil. Aniden karşımda beliriveren yaşlı
adam vereceğim yanıtı merakla bekliyor. Üç kutsal ihtiyardan ikincisi olmalı.
Kutsal burun kıllı olanını görmüştüm. O değil. Göğsünden taşıyormuş izlenimi
veren kıllara bakılırsa Suratsız’ın dediğine göre Kutsal göğsü kıllı adam.
“Evet,”
diyor beklemekten sıkılan ihtiyar. “Seçilmiş olan olduğuna inanıyor musun?”
“Ben,”
diyebiliyorum o kadar. Sanki biri ses tellerimin üzerine ağır bir varil
koymuşta konuşmama izin vermiyor. Vereceğim cevabın bana yeni sorumluluklar
yükleyebileceği endişesiyle yutkunuyorum. Dalağımın altındaki nokta hafiften
karıncalanmaya başlıyor yine.
“Bu
çok önemlidir biliyor musun?” diye soruyor.
Ne
dediği hakkında emin değilim ki bilip bilmediğime karar verebileyim. Gerekte
kalmıyor sorusunu kendisi cevaplıyor sonra.
“Önce
inanmak gerekir çünkü.”
Yalnızca
dinliyorum. Vücuduyla beraber yıllarca vücuduna hapsolarak yaşlanmış
cümlelerini boğazından çıkarken kokmaya yüz tutmuş balık nefesiyle beraber
yüzüme estiriyor. Çok yaşlı. Dudaklarını kıpırdatmaya çalışırken bile çok ağır
iş yapıyormuş gibi zorlanıyor. Kullandığı her yeni kelime yüzünü buruşturan
eziyeti de sırtlayarak getiriyor ve her bir mimiğinin üzerine yapıştırdığı acı
çekiyormuş hissini suratında gezdiriyor. Yıllar yaşlı olmaktan bile daha
ihtiyar görünen adama hiç acımıyor.
Kelimelerin
bunca eziyetine rağmen susmuyor yine de.
“İnsanlar
yaşlanmak için doğarlar, ölmek için de yaşlanırlar aslında,” diyor.
Dudaklarına
dek balgamlı başlayıp, sonrasında hırıltılı devam eden cümlesinin ardından
öksürüyor. Hayatın anlamı bu mu yani diye düşünüyorum. Yemek için acıkırlar,
acıkmak için yerler. O kadar mı? Daha fazlasının olması gerekmiyor mu?
Gerekiyor
tabi.
İhtiyar
adam göğsünden geldiğini tahmin ettiğim öğürtüye benzer guruldamanın
nihayetinde, senelerin yer çekimine emanet ettiği gözlerini gözlerime dikerek
kesik kesik soluyor. “Ölürken yanında ne götürdüğün senin değerini gösterir.
Yaşlanırken nasıl yaşlandığın sorulur sana. Gençken övündüğün çalışkanlığın,
biriktirdiğin paran ya da aldığın tebrikler akılda bile kalmaz. Yılları
kimlerle geçirdiğin önemlidir ve kimlerle geçirirken nelerle ilgilendiğin. O
kadar. Fazlası yok. Bu da inanmayla ilgilidir,” diye konuşuyor. Kokmaya yakın
bir sürü ölü balığın kokusu içimi bulandırır gibi oluyor. “İnsan nedir bilir
misin?”
İnsan,
düşünen hayvandır diyor bir arkadaşım. Hayvan olmayı kendime yediremiyorum.
Yaşlı
adamın kitabındaki tanım bu değildir umuduyla bekliyorum.
“İnsan
aklı olan değildir aslında. Akıl verilendir. İnsan söz verendir. Yaşarken
binlerce söz verir insanlar, tutar ya da tutmazlar ama binlerce söz vermekten
geri durmazlar. Bu nedenle önce kendini tanıman gerekir. Vereceğin sözleri
tutabileceğinden emin olman için akıl verilmiştir. Düşün diye.”
Yaşlı
adamın kitabındaki tanım, benim değil kitabımda, kütüphanemde dahi
bulunmuyor. İçimi bayıltan balık leşi
kokusuna daha fazla tahammül edemiyorum. Bir adım gerileyerek, karşımda
dikilmiş hayat ve insan konulu konferansına ara verecekmiş gözükmeyen ihtiyar
adamdan uzaklaşıyorum. Gözlerimi takıldığı yorgun gözlerden kaçırarak duvara
çeviriyorum. Kertenkele kuyruğu yaşlı adamın bıraktığı çıkıntının üzerinde,
kendi ritmini tutturmuş kıvrılarak dans eden alevlerle yanıyor, ardında oldukça
parlak bir ışık bırakarak eriyor. Yanarken garip, genze yapışan isli bir koku
çıkarıyor. Vanilyalı kek gibi kokuyor daha çok, ama dibi yanmış vanilyalı kek
gibi. Yine de öleli epey olmuş balıkların kokusunun yanında tercihim kekten
yana.
Kutsal
yaşlı adam dağılan zihnimin sözlerine yetişemediğini kestirdiğinden mi, boşa
kürek çekiyorum bundan köy olmaz fikrine kapıldığından mı bilinmez, “Bağrıyanan
kertenkeleye takıldın anlaşılan,” diyerek konuyu var olma amaçlı aydınlatma
merasiminden uzaklaştırıyor. Yüzüne bakıyorum. Alnını enlemesine kesen
kırışıklıkların çokluğunu ancak o zaman fark ederek şaşırıyorum. Yaşlı adam
vazgeçmemeye niyetli, kelimeleri ukdesine düştüğü konuya kenetliyor. “Oysa
düşünmen gereken onca şey varken bu sadece zaman kaybın olur,” diyor. Belli ki
içinde belki de yıllarca anlatamadığı için biriktirdiği öğretilerini boşaltmak
fırsatını yakaladığını sanmışken karşısına çıkan ilgisizliğim hayal kırıklığı
yaratıyor.
“Nasıl
yani?” diye soruyorum. Bugün ne kadar çok nasıl yani diyorum. Kendi ellerimle
verdiğim koz adamın ihtiyar parmaklarına yapışıyor adeta. Yaşlı adam titreyen
parmağıyla az önce baktığım resmi işaret ediyor.
“Mesela
onun kim olduğunu sen bulacaksın,” diyor.
Resme
dönüyorum. Bir yanıyla çok tanıdık gelen fakat bir türlü çıkaramadığım kız
çizimine göz atıyorum. Duruşu bir şeyler ifade eder gibi fakat şekli kimliği
hakkında en ufak bir ipucu vermiyor. Sislerin içinde. Gecenin koyu mavi
karanlığında hem de. Ve uzakta. Tek emin olduğum kim olursa olsun duvara
alelade çizildiği halde güzel bir kadın silueti.
“Aslında
tanıyorum sanki,” diye yanıtlıyorum. “Ama çıkaramıyorum bir türlü.”
Yaşlı
adam ayrıntılarını kaçırmamaya dikkat ettiğim resimdeki güzel kız siluetini
içini çekerek seyrediyor.
“Bakmasını
bilmelisin,” diyor.
Bakmasını
bilmekten kastını çıkaramıyorum. Bir şeyi karşına alırsın ve gözlerini açarsın
o kadar. Eğitimi olmazdı ki bunun, kör değilsen görürsün. Başka nasıl olur?
“Bakmakla
görmek arasında yaşamakla ölmek kadar fark vardır aslında. Aynı yemekle doymak,
çalışmakla çalışıyor görünmek gibi. Gördüğünü anlamaktan korktuğun zaman sadece
bakarsın. Bu yüzden cesur ol. Tanıdığın vakit vazgeçmek zorunda kalacağını
düşünmekten vazgeç, tanıdığın zaman kazanacağını aklına getir. Ancak öyle
kazanırsın.”
Tekrar
resme dönerek gözlerimi kısıyorum ve resimdeki küçük ayrıntıları atlamamaya
özen gösteriyorum. Gözlerim elimde olmadan bir önceki resimdeki Aysel’in
siluetine gidiyor. İhtiyarın ne demek istediğini anlıyorum. Sanırım.
Kutsal
göğsü kıllı ihtiyar; “Bazı güçlerin olacak.” diyor. Gelecekten haber veriyor
gibi. Uyarıyor. “Daha önce kullanmadığın için şaşırabilirsin.” Bundan emin
olabilir. Nasıl olsa şaşırmak gün boyunca bende alışkanlık haline geliyor.
“Acele etme. Kendini tanımak için kendinle konuş önce ve duvardaki sana bak.
Unutma sona götüren içindeki sensin. Onu tanı. İçindeki seni tanı.”
Bakıyorum.
İhtiyar adamın dediğini yapıyorum ve duvardaki bana bakıyorum. Resimdeki
benzerim silikte olsa, kabaca çizilmiş dursa da benimle ceketime değin
neredeyse birebir.
Yaşlı
adam dikkatimi çekebildiğine memnun, her nefes alışında boğazından gelen
hırıltıyla, “Sen o musun önce ondan emin ol,” diye mırıldanıyor. “Oysan,
seçilmiş olduğunu ispatlaman gerekir. İspatlarsan. O zaman kızı tanıyacaksın.
Dördüncü yaşlı adama git, o seni sana tanıtacak yolu gösterecektir.”
“Dördüncü
yaşlı adam mı?” Etrafımdaki yaşlı adamların sayısı köyün genelinde sıfır
çekmesine karşın her geçen dakika artıyor ve hepsiyle bir şekilde sırasıyla
karşılaşmam gerekiyor. Daha üçüncüsünü görmeden bir sonrakini ziyaretim salık
veriliyor. “O da kim?”
Beklediğim
hırıltılı cevap gelmeyince yaşlı adama çevriniyorum. Çıkıntının üzerindeki
kertenkele kuyruğu döndüğüm anda tükeniyor ve birdenbire hayatım boyunca
tanımadığım yoğun bir karanlığın tam ortasına düşüyorum. Bağırsaklarımın
arasından pırpırlanan binlerce kelebek göğsümde uçuşmaya başladıkları an
sağımdan gelen ışıkla biraz olsun sakinliyorum. Suratsız biraz önce gözden
kaybolduğu köşeden tekrar çıkıyor. Elinde tuttuğu kertenkele kuyruğunu havaya
kaldırmış, gülerek bana doğru ilerliyor.
“Biliyor
musun,” diye konuşuyor. “Buradaki kertenkelelerin kuyrukları kopunca
ışıldıyor.”
Yaşlı
adam tıpkı diğeri gibi geldiğinin aynısı aniden gözden kayboluyor.
Suratsız
bendeki durgunluğu fark ediyor. Elinde tuttuğu kertenkele kuyruğunu yaşlı
adamın yaptığı benzeri az önce eriyip yok olan kuyruğun konduğu çıkıntıya
bırakıyor. Kaygıyla, “Ne var, bir şey mi oldu?” diye soruyor. Cevap
veremiyorum. Suratsız ben sustukça iyice tedirginleşiyor. “Konuşsana be adam,”
diye bağırıyor.
Sadece
“Kutsal göğüs kıllı,” diyebiliyorum. Sesimi neredeyse kendim bile duymakta
zorlanıyorum.
“Kutsal
göğüs kıllı ihtiyar mı?”
Susuyorum.
“Burada
mı?” diye soruyor tekrar.
Başımla
onaylıyorum. Elinden bıraktığı ışık saçan kertenkele kuyruğunu tekrar alarak
etrafına bakınıyor. Sesi kesiliveriyor. Tekrar bana dönüyor. Sönmek üzere olan
ışık Suratsız’ın suratında şekilden şekle giriyor, yüzünün her kıvrımında
uzunlu kısalı gölgeler bırakarak dans ediyor.
Meraktan
biriken tükürüğünü yutuyor. “Nerede peki?”
Başımı
olumsuzca sallıyorum.
İnanamıyor
gibi.“Kutsal göğüs kıllı ha,” diye hayıflanıyor.
“Gitti,”
diyorum. Suratsız bana dönüyor. Onlarca anlamsız duygunun ardı ardına batıp
çıktığı yüzüne belirgin bir anlam sabitlemekte zorlanıyor. Yıllardır masal
diyerek dinlediklerinin bir bir gerçeğe dönüşmesiyle artık o da yorulmaya
başlıyor. “Az önce. Sen gelmeden.”
Suratsız
hala etrafına dönüp duruyor, giderek zayıflayan ışığın, karanlığın içinde
gösterdiği ayrıntıları ayırt etmeye çabalıyor.
Canım
sıkılıyor. Sağına soluna dönüp duran Suratsız’ın aceleci hareketleri zaten
rayından çıktığından dengesini kaybetmiş asabımı bozuyor. “Boşuna arama,“ diye
bağırıyorum. “Yeter artık. Gitti.” Bağırmak istemiyorum aslında. Sesim elimde
olmadan öyle çıkıveriyor. Sıkılıyorum. Sanırım biraz da korkuyorum. Kimi
kandırıyorum, çok korkuyorum. Şimdiye
dek kapalı yer fobim yok ama, bu asla başlamayacak anlamına gelmiyor.
“Dördüncü
yaşlı adam kim?” diye soruyorum.
“Kim?”
diyor. Bilmediği belli oluyor. “Kim dedin?”
Cevap
verecek gücü kendimde bulamıyorum. Başım dönüyor. Bacaklarım bedenimi taşıyamaz
oluyor birden. Dalağımın altındaki karıncalanmalar kendisini belli etmesi
yetmezmiş gibi hızla büyüyerek bütün gövdemi sarıyor.
“Hemen
gün ışığına çıkmak istiyorum,” diyorum. Kalbim göğsümün içinde boğazıma doğru
havalandı havalanacak çırpınmanın ötesine geçiyor çoktan. “Hemen gün ışığına
çıkmak istiyorum,” diye tekrarlıyorum. Basit bir nöbet geçiriyor olmalıyım.
Tabi burada basit sıfatı benim haricimde herkes için. Durduğum yerde nefes
alamıyorum ben.
Suratsız
korku dolu gözlerle beni izliyor.
“Sakin
ol lütfen,” diyor.
Bağrıyanan
kertenkelenin kuyruğu o cümlesini bitiremeden sönüyor bu kez. Zifir karanlık
suyun bardağa dolmasından daha hızlı doluyor mağaranın içine. Bütün gücümle bir
kez daha, “Hemen gün ışığına çıkmak istiyorum,” diye bağırıyorum.
Yer
hareket etmeye başladığında Suratsız’ın belli belirsiz ‘deprem oluyor galiba,’
dediğini işitiyorum. Mağara kendi etrafında dönüyor. Ya da artık basit bir
nöbet aşamasını geçiyorum.
“Neler
oluyor?”
“Bilmiyorum,”
diyor Suratsız. “Deprem değil bu.” Susuyor bir süre. Mağaranın hareketi ansızın
bitiyor. Son sözleri deprem ihtimalinden bile çılgınca. “Mağara hareket etti.”
“Mağara
hareket mi etti?” diye soruyorum. “Nasıl olur bu?”
Suratsız
cevap vermeye fırsat dahi bulamadan girişten gelen gün ışığıyla kapıya dönüyor.
“Gün
ışığı mı?” diye mırıldanıyor.
Girişten
sızan aydınlığa bakıyorum. Haklı. Gün ışığına benziyor. Fakat içeride bu kadar
uzun kalmış olamayız. Suratsız saat birden sonra dokuzlara girilmez dediği için
koşarak 117 numaralı eve geliyoruz ve içeri adımımızı atar atmaz saat bir
sireni çalıyor aklımda kalan. Haydi, evde yirmi dakika oyalandık diyelim.
Mağarada da taş çatlasın iki saat kalmış olalım. Yine de güneşin doğmasına
yetecek zamanı tamamlayamayız. Yavaşça girişe doğru ilerliyorum. Benim bu cesur
hareketimden etkilenmiş olacak Suratsız’da kapıya yöneliyor. Halbuki benim ki
cesaretten değil bunalmaktan.
“Saat
kaç?” diye soruyorum.
Suratsız
saatine bakıyor.
“Biri
kırk üç geçe durmuş,” diyor.
En
azından biri kırk üç geçene kadarımız garanti diye düşünüyorum. Yine de ondan
sonrasında ne kadar zaman geçtiğini bilemiyoruz. Girişin önüne gelince
duruyorum. Suratsız’da duruyor. Gölgem gibi, ben hareket edince hareketleniyor,
ben durunca duruyor.
“Çıkalım
mı?” diye soruyorum bu kez. Yüzüme bakıyor. Onaylamayı istiyor fakat bir türlü
cesaret edemiyor. “Sen kal istersen, ben bir bakıp döneyim.”
Başını
hayır anlamında sallıyor.
“İkimizin
birden tehlikeye atılmasına gerek yok ama.”
“Beraber,”
diyor. Sesi fısıltıyla inilti arası çıkıyorve ben Suratsız’ın sesini kalp
atışlarımın gürültüsünden zar zor duyabiliyorum.
“Pekala,”
diyerek kabul ediyorum. “Hazır mısın peki?”
Hazır
olmadığı her halinden belli. Aslında o kadar çıkmak arzusuyla kıvranan ben bile
şu an hazır olduğumdan emin olamıyorum.
“Hazırım,”
diyor.
Derin
bir nefes alarak zaten yarısına dek aralık olan girişten dışarı adımımı
atıyorum. Suratsız’ın ensemi yakan nefesini hissedebiliyorum.
Yakıcı
güneş ışınları dışarı adımımı atar atmaz gözlerimin kamaştırıyor. Gözlerimi
kapayarak yerden sekerek yüzüme yansıyan yeni parlaklığa alışmayı bekliyorum.
Emin olabildiğim tek şey çıktığımız yerin mağaraya girdiğimiz 117 numaralı evin
salonundaki şömine olmadığı. Suratsız mağaradan çıktıktan sonra elini gözlerine
siper ederek çevresine bakınıyor.
“Burası
da neresi böyle?”
“Bilmiyorum,”
diye cevaplıyorum. “Buralı olan sensin.”
“117
numaralı ev değil,” diyor bu kez.
“Bak
sen,” diye söyleniyorum. “Bunu iyi ki söyledin, halbuki ben orası sanıyordum.”
Suratsız
cevap vermiyor. Onun yerine biraz ilerleyip çevreyi araştırmayı uygun görüyor.
Kayalarla çevrili yüksek bir düzlükteyiz. Suratsız’ın peşinden yürüyerek
yanında duruyorum. Aşağıda köye girdiğimde Yaşlı burun kıllı adamla ve Ves’le
karşılaştığım anayol görülebiliyor.
Suratsız
yanına geldiğimi sezince sıkıntılı bir sesle, “Kamburçıkaran Tepesi,” diyor.
“Biz buraya nasıl geldik acaba?”
“Nasıl
geldiysek geldik,” diye söyleniyorum. “Buradan nasıl gideceğiz asıl önemli olan
bu.”
“O
kolay,” diye mırıldanıyor.
“Kolay
mı?” diye soruyorum. Aşağı bakamayacağım kadar yüksek bir tepenin zirvesindeyiz
ve o buradan nasıl gideceğiz soruma omuzlarını silkerek kolay diyor. Aslında
yükseklik korkum yok ama sanırım bugünden sonra başlayacak. “Nasıl peki? Aşağı
bakmak bile midemi bulandırıyor.”
“Biz
gitmeyeceğiz,” diye mırıldanıyor Suratsız. “Onlar bizi götürecekler.”
Suratsız’ın
başıyla işaret ettiği yöne dönüyorum. Beş tane yeşil üniformalı emniyet
görevlisi, ellerinde tuttukları uçlarına garip parlak metaller takılı çubukları
bize yöneltmiş bekliyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder