19 Haziran 2025 Perşembe

SEÇİLMİŞ OLAN 19

 

“kim olduğunu merak ediyorsun

değil mi?”


Ses Suratsız’ın olamayacak derecede kalın ve hırıltılı. Olduğum yerde soluk bile almadan donakalıyorum. Yavaşça arkama, sesin geldiği yöne dönüyorum. Yüreğim ağzıma geliyor önce, sonra korkumu yeniyorum biraz olsun. Yaşlı bir adam onca kırışıklığın arasında yüzüne yapıştırdığı kocaman bir gülümsemeyle beni izliyor. Karanlıkta mor olduğunu sandığım kalın, uçları dizlerine kadar uzayan eski püskü bir pardösü giymiş. Burada ne işi var ve ne zamandır burada diye düşünürken ben, eğilip seri bir hareketle yerden bir şey alıyor. Aldığı şey neyse yaşlı adamın kalın parmakları arasında hiç görünmüyor. Ama kıpırdıyor. Hafif bir çıtırtıyla elinde tuttuğu şeyi ortasından kırıp duvarın üzerine bırakıyor. Yeşilli mavili küçük bir kertenkele yaşlı adamın parmaklarından kurtulur kurtulmaz duvar boyunca can havliyle gözlerden kaybolarak uzaklaşıyor. İhtiyar adam kertenkelenin kuyruğunu koparıyor ve kopardığı kısım şimdi parmakları arasında garip kırmızı bir ışık yayarak parlıyor. Parmakları arasında yanan kuyruğu uzanıp duvardaki bir çıkıntının üzerine bırakıyor. Hırıltılı sesine genizden gelen r-ler ekleyerek, “Bu güzel haber işte,” diyor. “Demek ki seçilmiş olan olduğuna inanıyorsun.”

İnanıp inanmamak konusunda emin değilim hala. Yine de sırf seçilmiş olan sanıldığım için gördüğüm ilgi hoşuma gitmiyor değil. Aniden karşımda beliriveren yaşlı adam vereceğim yanıtı merakla bekliyor. Üç kutsal ihtiyardan ikincisi olmalı. Kutsal burun kıllı olanını görmüştüm. O değil. Göğsünden taşıyormuş izlenimi veren kıllara bakılırsa Suratsız’ın dediğine göre Kutsal göğsü kıllı adam.

“Evet,” diyor beklemekten sıkılan ihtiyar. “Seçilmiş olan olduğuna inanıyor musun?”

“Ben,” diyebiliyorum o kadar. Sanki biri ses tellerimin üzerine ağır bir varil koymuşta konuşmama izin vermiyor. Vereceğim cevabın bana yeni sorumluluklar yükleyebileceği endişesiyle yutkunuyorum. Dalağımın altındaki nokta hafiften karıncalanmaya başlıyor yine.

“Bu çok önemlidir biliyor musun?” diye soruyor.

Ne dediği hakkında emin değilim ki bilip bilmediğime karar verebileyim. Gerekte kalmıyor sorusunu kendisi cevaplıyor sonra.

“Önce inanmak gerekir çünkü.”

Yalnızca dinliyorum. Vücuduyla beraber yıllarca vücuduna hapsolarak yaşlanmış cümlelerini boğazından çıkarken kokmaya yüz tutmuş balık nefesiyle beraber yüzüme estiriyor. Çok yaşlı. Dudaklarını kıpırdatmaya çalışırken bile çok ağır iş yapıyormuş gibi zorlanıyor. Kullandığı her yeni kelime yüzünü buruşturan eziyeti de sırtlayarak getiriyor ve her bir mimiğinin üzerine yapıştırdığı acı çekiyormuş hissini suratında gezdiriyor. Yıllar yaşlı olmaktan bile daha ihtiyar görünen adama hiç acımıyor.

Kelimelerin bunca eziyetine rağmen susmuyor yine de.

“İnsanlar yaşlanmak için doğarlar, ölmek için de yaşlanırlar aslında,” diyor.

Dudaklarına dek balgamlı başlayıp, sonrasında hırıltılı devam eden cümlesinin ardından öksürüyor. Hayatın anlamı bu mu yani diye düşünüyorum. Yemek için acıkırlar, acıkmak için yerler. O kadar mı? Daha fazlasının olması gerekmiyor mu?

Gerekiyor tabi.

İhtiyar adam göğsünden geldiğini tahmin ettiğim öğürtüye benzer guruldamanın nihayetinde, senelerin yer çekimine emanet ettiği gözlerini gözlerime dikerek kesik kesik soluyor. “Ölürken yanında ne götürdüğün senin değerini gösterir. Yaşlanırken nasıl yaşlandığın sorulur sana. Gençken övündüğün çalışkanlığın, biriktirdiğin paran ya da aldığın tebrikler akılda bile kalmaz. Yılları kimlerle geçirdiğin önemlidir ve kimlerle geçirirken nelerle ilgilendiğin. O kadar. Fazlası yok. Bu da inanmayla ilgilidir,” diye konuşuyor. Kokmaya yakın bir sürü ölü balığın kokusu içimi bulandırır gibi oluyor. “İnsan nedir bilir misin?”

İnsan, düşünen hayvandır diyor bir arkadaşım. Hayvan olmayı kendime yediremiyorum.

Yaşlı adamın kitabındaki tanım bu değildir umuduyla bekliyorum.

“İnsan aklı olan değildir aslında. Akıl verilendir. İnsan söz verendir. Yaşarken binlerce söz verir insanlar, tutar ya da tutmazlar ama binlerce söz vermekten geri durmazlar. Bu nedenle önce kendini tanıman gerekir. Vereceğin sözleri tutabileceğinden emin olman için akıl verilmiştir. Düşün diye.”

Yaşlı adamın kitabındaki tanım, benim değil kitabımda, kütüphanemde dahi bulunmuyor.  İçimi bayıltan balık leşi kokusuna daha fazla tahammül edemiyorum. Bir adım gerileyerek, karşımda dikilmiş hayat ve insan konulu konferansına ara verecekmiş gözükmeyen ihtiyar adamdan uzaklaşıyorum. Gözlerimi takıldığı yorgun gözlerden kaçırarak duvara çeviriyorum. Kertenkele kuyruğu yaşlı adamın bıraktığı çıkıntının üzerinde, kendi ritmini tutturmuş kıvrılarak dans eden alevlerle yanıyor, ardında oldukça parlak bir ışık bırakarak eriyor. Yanarken garip, genze yapışan isli bir koku çıkarıyor. Vanilyalı kek gibi kokuyor daha çok, ama dibi yanmış vanilyalı kek gibi. Yine de öleli epey olmuş balıkların kokusunun yanında tercihim kekten yana.

Kutsal yaşlı adam dağılan zihnimin sözlerine yetişemediğini kestirdiğinden mi, boşa kürek çekiyorum bundan köy olmaz fikrine kapıldığından mı bilinmez, “Bağrıyanan kertenkeleye takıldın anlaşılan,” diyerek konuyu var olma amaçlı aydınlatma merasiminden uzaklaştırıyor. Yüzüne bakıyorum. Alnını enlemesine kesen kırışıklıkların çokluğunu ancak o zaman fark ederek şaşırıyorum. Yaşlı adam vazgeçmemeye niyetli, kelimeleri ukdesine düştüğü konuya kenetliyor. “Oysa düşünmen gereken onca şey varken bu sadece zaman kaybın olur,” diyor. Belli ki içinde belki de yıllarca anlatamadığı için biriktirdiği öğretilerini boşaltmak fırsatını yakaladığını sanmışken karşısına çıkan ilgisizliğim hayal kırıklığı yaratıyor.

“Nasıl yani?” diye soruyorum. Bugün ne kadar çok nasıl yani diyorum. Kendi ellerimle verdiğim koz adamın ihtiyar parmaklarına yapışıyor adeta. Yaşlı adam titreyen parmağıyla az önce baktığım resmi işaret ediyor.

“Mesela onun kim olduğunu sen bulacaksın,” diyor.

Resme dönüyorum. Bir yanıyla çok tanıdık gelen fakat bir türlü çıkaramadığım kız çizimine göz atıyorum. Duruşu bir şeyler ifade eder gibi fakat şekli kimliği hakkında en ufak bir ipucu vermiyor. Sislerin içinde. Gecenin koyu mavi karanlığında hem de. Ve uzakta. Tek emin olduğum kim olursa olsun duvara alelade çizildiği halde güzel bir kadın silueti.

“Aslında tanıyorum sanki,” diye yanıtlıyorum. “Ama çıkaramıyorum bir türlü.”

Yaşlı adam ayrıntılarını kaçırmamaya dikkat ettiğim resimdeki güzel kız siluetini içini çekerek seyrediyor.

“Bakmasını bilmelisin,” diyor.

Bakmasını bilmekten kastını çıkaramıyorum. Bir şeyi karşına alırsın ve gözlerini açarsın o kadar. Eğitimi olmazdı ki bunun, kör değilsen görürsün. Başka nasıl olur?

“Bakmakla görmek arasında yaşamakla ölmek kadar fark vardır aslında. Aynı yemekle doymak, çalışmakla çalışıyor görünmek gibi. Gördüğünü anlamaktan korktuğun zaman sadece bakarsın. Bu yüzden cesur ol. Tanıdığın vakit vazgeçmek zorunda kalacağını düşünmekten vazgeç, tanıdığın zaman kazanacağını aklına getir. Ancak öyle kazanırsın.”

Tekrar resme dönerek gözlerimi kısıyorum ve resimdeki küçük ayrıntıları atlamamaya özen gösteriyorum. Gözlerim elimde olmadan bir önceki resimdeki Aysel’in siluetine gidiyor. İhtiyarın ne demek istediğini anlıyorum. Sanırım.

Kutsal göğsü kıllı ihtiyar; “Bazı güçlerin olacak.” diyor. Gelecekten haber veriyor gibi. Uyarıyor. “Daha önce kullanmadığın için şaşırabilirsin.” Bundan emin olabilir. Nasıl olsa şaşırmak gün boyunca bende alışkanlık haline geliyor. “Acele etme. Kendini tanımak için kendinle konuş önce ve duvardaki sana bak. Unutma sona götüren içindeki sensin. Onu tanı. İçindeki seni tanı.”

Bakıyorum. İhtiyar adamın dediğini yapıyorum ve duvardaki bana bakıyorum. Resimdeki benzerim silikte olsa, kabaca çizilmiş dursa da benimle ceketime değin neredeyse birebir.

Yaşlı adam dikkatimi çekebildiğine memnun, her nefes alışında boğazından gelen hırıltıyla, “Sen o musun önce ondan emin ol,” diye mırıldanıyor. “Oysan, seçilmiş olduğunu ispatlaman gerekir. İspatlarsan. O zaman kızı tanıyacaksın. Dördüncü yaşlı adama git, o seni sana tanıtacak yolu gösterecektir.”

“Dördüncü yaşlı adam mı?” Etrafımdaki yaşlı adamların sayısı köyün genelinde sıfır çekmesine karşın her geçen dakika artıyor ve hepsiyle bir şekilde sırasıyla karşılaşmam gerekiyor. Daha üçüncüsünü görmeden bir sonrakini ziyaretim salık veriliyor. “O da kim?”

Beklediğim hırıltılı cevap gelmeyince yaşlı adama çevriniyorum. Çıkıntının üzerindeki kertenkele kuyruğu döndüğüm anda tükeniyor ve birdenbire hayatım boyunca tanımadığım yoğun bir karanlığın tam ortasına düşüyorum. Bağırsaklarımın arasından pırpırlanan binlerce kelebek göğsümde uçuşmaya başladıkları an sağımdan gelen ışıkla biraz olsun sakinliyorum. Suratsız biraz önce gözden kaybolduğu köşeden tekrar çıkıyor. Elinde tuttuğu kertenkele kuyruğunu havaya kaldırmış, gülerek bana doğru ilerliyor.

“Biliyor musun,” diye konuşuyor. “Buradaki kertenkelelerin kuyrukları kopunca ışıldıyor.”

Yaşlı adam tıpkı diğeri gibi geldiğinin aynısı aniden gözden kayboluyor.

Suratsız bendeki durgunluğu fark ediyor. Elinde tuttuğu kertenkele kuyruğunu yaşlı adamın yaptığı benzeri az önce eriyip yok olan kuyruğun konduğu çıkıntıya bırakıyor. Kaygıyla, “Ne var, bir şey mi oldu?” diye soruyor. Cevap veremiyorum. Suratsız ben sustukça iyice tedirginleşiyor. “Konuşsana be adam,” diye bağırıyor.

Sadece “Kutsal göğüs kıllı,” diyebiliyorum. Sesimi neredeyse kendim bile duymakta zorlanıyorum.

“Kutsal göğüs kıllı ihtiyar mı?”

Susuyorum.

“Burada mı?” diye soruyor tekrar.

Başımla onaylıyorum. Elinden bıraktığı ışık saçan kertenkele kuyruğunu tekrar alarak etrafına bakınıyor. Sesi kesiliveriyor. Tekrar bana dönüyor. Sönmek üzere olan ışık Suratsız’ın suratında şekilden şekle giriyor, yüzünün her kıvrımında uzunlu kısalı gölgeler bırakarak dans ediyor.

Meraktan biriken tükürüğünü yutuyor. “Nerede peki?”

Başımı olumsuzca sallıyorum.

İnanamıyor gibi.“Kutsal göğüs kıllı ha,” diye hayıflanıyor.

“Gitti,” diyorum. Suratsız bana dönüyor. Onlarca anlamsız duygunun ardı ardına batıp çıktığı yüzüne belirgin bir anlam sabitlemekte zorlanıyor. Yıllardır masal diyerek dinlediklerinin bir bir gerçeğe dönüşmesiyle artık o da yorulmaya başlıyor. “Az önce. Sen gelmeden.”

Suratsız hala etrafına dönüp duruyor, giderek zayıflayan ışığın, karanlığın içinde gösterdiği ayrıntıları ayırt etmeye çabalıyor.

Canım sıkılıyor. Sağına soluna dönüp duran Suratsız’ın aceleci hareketleri zaten rayından çıktığından dengesini kaybetmiş asabımı bozuyor. “Boşuna arama,“ diye bağırıyorum. “Yeter artık. Gitti.” Bağırmak istemiyorum aslında. Sesim elimde olmadan öyle çıkıveriyor. Sıkılıyorum. Sanırım biraz da korkuyorum. Kimi kandırıyorum, çok korkuyorum.  Şimdiye dek kapalı yer fobim yok ama, bu asla başlamayacak anlamına gelmiyor.

“Dördüncü yaşlı adam kim?” diye soruyorum.

“Kim?” diyor. Bilmediği belli oluyor. “Kim dedin?”

Cevap verecek gücü kendimde bulamıyorum. Başım dönüyor. Bacaklarım bedenimi taşıyamaz oluyor birden. Dalağımın altındaki karıncalanmalar kendisini belli etmesi yetmezmiş gibi hızla büyüyerek bütün gövdemi sarıyor.

“Hemen gün ışığına çıkmak istiyorum,” diyorum. Kalbim göğsümün içinde boğazıma doğru havalandı havalanacak çırpınmanın ötesine geçiyor çoktan. “Hemen gün ışığına çıkmak istiyorum,” diye tekrarlıyorum. Basit bir nöbet geçiriyor olmalıyım. Tabi burada basit sıfatı benim haricimde herkes için. Durduğum yerde nefes alamıyorum ben.

Suratsız korku dolu gözlerle beni izliyor.

“Sakin ol lütfen,” diyor.

Bağrıyanan kertenkelenin kuyruğu o cümlesini bitiremeden sönüyor bu kez. Zifir karanlık suyun bardağa dolmasından daha hızlı doluyor mağaranın içine. Bütün gücümle bir kez daha, “Hemen gün ışığına çıkmak istiyorum,” diye bağırıyorum.

Yer hareket etmeye başladığında Suratsız’ın belli belirsiz ‘deprem oluyor galiba,’ dediğini işitiyorum. Mağara kendi etrafında dönüyor. Ya da artık basit bir nöbet aşamasını geçiyorum.

“Neler oluyor?”

“Bilmiyorum,” diyor Suratsız. “Deprem değil bu.” Susuyor bir süre. Mağaranın hareketi ansızın bitiyor. Son sözleri deprem ihtimalinden bile çılgınca. “Mağara hareket etti.”

“Mağara hareket mi etti?” diye soruyorum. “Nasıl olur bu?”

Suratsız cevap vermeye fırsat dahi bulamadan girişten gelen gün ışığıyla kapıya dönüyor.

“Gün ışığı mı?” diye mırıldanıyor.

Girişten sızan aydınlığa bakıyorum. Haklı. Gün ışığına benziyor. Fakat içeride bu kadar uzun kalmış olamayız. Suratsız saat birden sonra dokuzlara girilmez dediği için koşarak 117 numaralı eve geliyoruz ve içeri adımımızı atar atmaz saat bir sireni çalıyor aklımda kalan. Haydi, evde yirmi dakika oyalandık diyelim. Mağarada da taş çatlasın iki saat kalmış olalım. Yine de güneşin doğmasına yetecek zamanı tamamlayamayız. Yavaşça girişe doğru ilerliyorum. Benim bu cesur hareketimden etkilenmiş olacak Suratsız’da kapıya yöneliyor. Halbuki benim ki cesaretten değil bunalmaktan.

“Saat kaç?” diye soruyorum.

Suratsız saatine bakıyor.

“Biri kırk üç geçe durmuş,” diyor.

En azından biri kırk üç geçene kadarımız garanti diye düşünüyorum. Yine de ondan sonrasında ne kadar zaman geçtiğini bilemiyoruz. Girişin önüne gelince duruyorum. Suratsız’da duruyor. Gölgem gibi, ben hareket edince hareketleniyor, ben durunca duruyor.

“Çıkalım mı?” diye soruyorum bu kez. Yüzüme bakıyor. Onaylamayı istiyor fakat bir türlü cesaret edemiyor. “Sen kal istersen, ben bir bakıp döneyim.”

Başını hayır anlamında sallıyor.

“İkimizin birden tehlikeye atılmasına gerek yok ama.”

“Beraber,” diyor. Sesi fısıltıyla inilti arası çıkıyorve ben Suratsız’ın sesini kalp atışlarımın gürültüsünden zar zor duyabiliyorum.

“Pekala,” diyerek kabul ediyorum. “Hazır mısın peki?”

Hazır olmadığı her halinden belli. Aslında o kadar çıkmak arzusuyla kıvranan ben bile şu an hazır olduğumdan emin olamıyorum.

“Hazırım,” diyor.

Derin bir nefes alarak zaten yarısına dek aralık olan girişten dışarı adımımı atıyorum. Suratsız’ın ensemi yakan nefesini hissedebiliyorum.

Yakıcı güneş ışınları dışarı adımımı atar atmaz gözlerimin kamaştırıyor. Gözlerimi kapayarak yerden sekerek yüzüme yansıyan yeni parlaklığa alışmayı bekliyorum. Emin olabildiğim tek şey çıktığımız yerin mağaraya girdiğimiz 117 numaralı evin salonundaki şömine olmadığı. Suratsız mağaradan çıktıktan sonra elini gözlerine siper ederek çevresine bakınıyor.

“Burası da neresi böyle?”

“Bilmiyorum,” diye cevaplıyorum. “Buralı olan sensin.”

“117 numaralı ev değil,” diyor bu kez.

“Bak sen,” diye söyleniyorum. “Bunu iyi ki söyledin, halbuki ben orası sanıyordum.”

Suratsız cevap vermiyor. Onun yerine biraz ilerleyip çevreyi araştırmayı uygun görüyor. Kayalarla çevrili yüksek bir düzlükteyiz. Suratsız’ın peşinden yürüyerek yanında duruyorum. Aşağıda köye girdiğimde Yaşlı burun kıllı adamla ve Ves’le karşılaştığım anayol görülebiliyor.

Suratsız yanına geldiğimi sezince sıkıntılı bir sesle, “Kamburçıkaran Tepesi,” diyor. “Biz buraya nasıl geldik acaba?”

“Nasıl geldiysek geldik,” diye söyleniyorum. “Buradan nasıl gideceğiz asıl önemli olan bu.”

“O kolay,” diye mırıldanıyor.

“Kolay mı?” diye soruyorum. Aşağı bakamayacağım kadar yüksek bir tepenin zirvesindeyiz ve o buradan nasıl gideceğiz soruma omuzlarını silkerek kolay diyor. Aslında yükseklik korkum yok ama sanırım bugünden sonra başlayacak. “Nasıl peki? Aşağı bakmak bile midemi bulandırıyor.”

“Biz gitmeyeceğiz,” diye mırıldanıyor Suratsız. “Onlar bizi götürecekler.”

Suratsız’ın başıyla işaret ettiği yöne dönüyorum. Beş tane yeşil üniformalı emniyet görevlisi, ellerinde tuttukları uçlarına garip parlak metaller takılı çubukları bize yöneltmiş bekliyorlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

YAANİ

Şeysel Adaları var bir tane mesela. Dikkatinizi çekerim neysel adaları olduğunu bilen yok aslında. Şeysel aşağı, Şeysel yukarı gidelim de gi...