Suratsız
yüzünü buruşturarak, “Buldumuvuran ağacı tektir. Ondan başka aynı türden bir
ağaç daha yoktur ve meyvesi insandır.” diyor.
“Nasıl
yani?”
Suratsız
sönmekte olan kibriti sallayarak yere atıyor. Yenisini yakarak anlatmaya devam
ediyor.
“Buldumuvuran
kadın uyuyakalınca uyanmış ve bakmış ki köklerine sığınan güzel bir kadın var,
onca yıllar boyunca kadına özlemin ateşiyle nefsine hakim olamamış ve
yorgunluktan ve açlıktan yarı baygın kadına uyanana dek üç kere sahip olmuş.”
“Ağaç
mı?” diye soruyorum. Korku filmlerinde bazen oluyor bu anlatılanlar fakat
gerçek hayatta ne kadar gerçekleşebilir ki?
Suratsız;
“Hayır baykuş,” diyor.
Hikayenin
ya da masalın her neyse, bu kısmını duyduğumu anımsamıyorum. Yorgunum. Ötesi
zaten sınırlarına dek çoktan dolan şaşkınlığım her saniye kabından taşıyor.
“Hangi
baykuş,” diye sızlanıyorum. “Üzgünüm o kısmını kaçırmışım galiba.”
Suratsız
kaşlarını çattığında sanki benim alnım ağrıyor.
“Tabi
ki ağaç Orçun, sen beni nerenle dinliyorsun acaba?” diye bağırıyor.
Kulaklarımla
dinlediğimi sanıyorum ama, görünen o ki değil.
“Özür
dilerim,” diyorum.
Suratsız’ın
kaşları eski konumlarına beklediğimden hızlı çekiliyor. Sesine binen sert ton
yerini yeniden eski yumuşak tınıya bırakıyor.
“Neyse
kadın uyandığında hiçbir şeyden şüphelenmeden yoluna devam edip gitmiş. Ama
aradan iki yıl geçince ilk çocuk, yani Kutsal ak sakallı Buldumuvuran’ın en
üstteki dalında yavaş yavaş tomurcuklanmaya başlamış. Tam altı yıl sonra bu kez
ağacın gövdesinde Kutsal göğüs kıllı yeşermiş ve ondan altı yıl sonra da en
küçükleri Kutsal burun kıllı köklerin arasında belirmiş. Takip eden altı
yıllarda da sırasıyla ağaçtan ayrılmışlar ve on sekiz yıl sonra annelerini
aramak için kuzeye, güneye ve batıya dağılmışlar.”
“Neden
doğu değil peki?” diye soruyorum bu kez.
Nedense
Suratsız’ın bu sorumdan dolayı kızacağından eminim. Yanılmıyorum.
“Anneleri
doğudan kaçıyormuş zaten, neden doğuyla zaman kaybetsinler ki?” diye yanıtlıyor
beni. “Sen olsan seni takip edenlere döner misin?”
“Doğru,”
diyorum. Doğru çünkü. “Bulmuşlar mı peki?”
“O
kadarını bilmiyorum, bildiğimiz tek şey üçü birden aynı gün üç ayrı yönden
bugün gün boyunca saklandığın çöplükte tekrar karşılaşmışlar.”
“Üç
ayrı yöne gittikleri halde öyle mi?”
Suratsız
gözlerini duvardaki resimlerden alıp bana dönüyor. “Evet, ne var bunda.
Gittiğin yön ne kadar farklı da olsa aradığın şey aynıysa, varacağın yer de
aynı olamaz mı?” diye soruyor.
“Böyle
anlatınca olur gibi duruyor,” diyorum.
“Başından
beri böyle anlatıyorum oysa, sen farklı dinlemişsin beni,” diye sitem ediyor.
Nasıl dinlediğimin farkında bile değilim. “Neyse gel şu resimlere bak istersen,
dediğim gibi seçilmiş olanın mağaraya girme nedeni olmalı mutlaka.”
Gidiyorum.
İkinci karede ağaçtaki üç insan siluetini Suratsız’ın anlattığı şekilde ayırt
edebiliyorum. Üçüncü karede yeni doğmalarına rağmen hayli ihtiyar görünen üç
yaşlı adamın ayrı yönlere gidişleri çizili. Dördüncü karede üç yaşlı adam
ellerindeki bir şeyi, ne olduğunu anlayamadığım bir şeyi çekiştiriyorlar.
“Sonra
ne olmuş?”.
Suratsız’da
benimle birlikte aynı resme bakıyor. Derin bir iç çekiyor. Anlaşılan
anlatacakları bundan sonra peri masalı değil artık.
“Sonra,
anlaşmazlıklar başlamış,” diye söyleniyor. “Sudan doğmuş bir kadın yüzünden
birbirlerine girmişler.Kızla kimin birlikte olmasına karar veremedikleri için
tamamını birine verememişler ve yanında küçük köpeğiyle meyve toplamaya gelmiş
kızı çeşmenin önünde bir ağacın meyvesiymiş gibi üçe bölerek paylaşmışlar.”
“Yok
artık.”
“Kararları
kendilerince doğruymuş, ama küçük köpeğin üç yaşlının gürültüsünden korkup
kaçarak haber verdiği kızın babası öfkelenip bütün suları da yanına alarak
çekti gitmiş. Bir daha dönmek için tek şart koymuş, insanlarımız kızının
parçalandığı yaşta suya dönüştürülecek ve kendisi yeter diyene dek bu böyle
devam edecek.”
“Şimdi
neden suyun bu kadar değerli olduğunu anlıyorum,” diyorum. “Ve köpeğin neden
yasaklandığını da.”
“Ve
neden insanlar birbirlerine izinsiz dokunamazlar anladın mı?”
Anlıyorum.
“Aslına
bakarsan kendilerine göre sadece haklarını hakkında eşitliği sağlamak amacıyla
yapılmış bir paylaşım yaptıkları.”
“Sorun
neydi o zaman?” diye soruyorum. Öyle ya, madem yaptıkları sadece eşitliği
bozmamaya çalışmaksa.
Gülümsüyor
Suratsız, yüzü geriliyor, takıldığı resme donuk bakarak cevaplıyor sorumu.
“Eşitlik
istendiği zaman anlam taşır.”
“Nasıl
yani?”
“Kızın
bunu isteyip istemediğini sormuyorlar bile,” diyor. “Bir şeyi istemek ona sahip
olmak hakkını vermez.” Bana dönüyor, sinirli sanki. “Yani gelmemeli, öyle değil
mi?”
Haklı.
Hak neresinden bakarsanız bakın, kişisel özgürlük sınırlarının kenarında biter.
Eşitlikse kişisel haklarda ayırımcılık yapmamakla ilgili bir kavram. Yani
haklarım var, eşitlik sağlanmalı şartları gerçekleşse bile mutlu olacağınız,
istediklerinizin birebir olacağı gibi bir sonuç kesin değil. Her zaman
haricinizdeki insanların özgür iradeleriyle verecekleri kararlara bağlısınız.
Canınız çok çekti diye evde kalmadığı için elinizi kolunuzu sallayarak
komşunuzun mutfağından şeker alamazsınız. Bunu yaparsanız, sonuçlarına da
katlanmak zorunda kalırsınız, çünkü, siz ne derseniz deyin bu paylaşım olmaz.
Tıpkı Yusufluköy’den suların çekilmesi gibi.
“Hep
o günün lanetinden dolayı. O uğursuz olayın olduğu yeri çöplük yaptık, kimse
orayı anmak istemiyordu,” diyor. ”Kimse oraya adım atmak istemiyordu, orayı
yokmuş kabul ettik.”
Olan
değişmiyor ama. Yine de hatırlanmak amacıyla yapılan anıtların gerekliliğine
inanıyorum galiba.
Çöplük’te
öyle bir yer işte.
Girmek
istemediğin yer, aslında unutmak istediğin ama asla unutamadığın.
“Artık
suyu bulabilmek için sevdiklerimizi parçalamak zorunda bırakılmıştık. Ve yine
bu yüzden bir daha anlaşmazlıklara düşmemek adına ilk dostluk anlaşması
imzalandı ve o günden sonra kimse izinsiz birbirine dokunmamaya karar verdiler.
Bir kız sağ ayakkabı tekini bir erkeğe vermediği sürece asla erkek kıza
dokunamayacaktı.”
“Neden
sağ ayakkabı?”
Suratsız
yüzüme bakıyor. Düşünüyor biraz, dudaklarını büzüyor.
“Bilmiyorum,”
diye mırıldanıyor. “Nedenini bilmiyorum.”
“Tamam,”
diyorum. Aldığım cevap yeterli mi. Hayır. Ama yine de düşününce hayatımız
boyunca verdiğimiz birçok kararın altında doğru dürüst bir açıklama çıkmıyor.
“Hep
burada mı kaldılar peki?”
“Kim
üçüz kutsal ihtiyar mı?”
“Evet.”
“Hayır
onlar doğuştan yaşlı oldukları için buradan sürüldüler. Ta ki seçilmiş olan
gelene ve suyu tekrar topraklara çekene dek.”
Beşinci
kareyi görünce beynimden vurulmuşa dönüyorum aniden. Sayısını bilmediğim kadar
çok hamam böceği midemle diyaframım arasında bir sağa bir sola koşuşturmaya
başlıyor. Suratsız’da benimle aynı resme bakıyor. Bana dönerek gülümsüyor.
“Tanıdın
mı, o sensin,” diyor. “Sen kuşkusuz seçilmiş olansın.”
Resimde
ben üç yaşlı adamın önlerinde onlara elimle işaret ettiğim bir yeri
gösteriyorum. Yanımda sırtı bize dönük, açık renk saçlı, uzun boylu bir adam
daha resmediliyor. İhtiyarlara daha yakın ve sanki arkamızı kontrol ediyor.
Resimde gösterdiğim yere dikkat ediyorum, belli belirsiz karalanmış yeşil bir
yığından ibaret.
“Sıtkısıyırtan
Ormanı,” diye konuşuyor Suratsız. “Üç ihtiyar buradan sürüldükten sonra
doğdukları ormana asla dönemediler ve yaptıkları karışıklıktan sonra bir daha
asla kadınlara yaklaşamadılar.”
Beşinci
karede Aysel’i görüyorum.
“Bu
Aysel,” diye bağırıyorum. “Peşinden buralara kadar geldiğim kız işte bu.”
Suratsız
hayretle beşinci resimdeki esmer kız çizimine bakıyor.
“Emin
misin?” diye soruyor. Eminim tabi. Kendi resmimden ne derece eminsem altıncı
resimdeki kızında Aysel olduğuna yemin edebilirim. Suratsız’ın ses tonu iyi bir
şeyler söyleyecek izlenimi vermiyor yine de. “Yanılmış olmayasın,” diyor
“Hayır,
eminim,” diye yanıtlıyorum.
Suratsız
yere tükürdükten sonra, “O kötülüğün kuklası,” diyerek tekrar resme dönüyor.
İğrenç bir şeyden bahsediyor gibi. “Altıncı resimdeki kız kim peki?”
Kafam
allak bullak oluyor. Yaklaşık iki gün önce sinemaya götürdüğüm ve annem teyzemi
ziyarete gittiği için eve atmaya uğraştığım kız arkadaşımın adı birden
kötülüğün kuklasına dönüşüveriyor ve hiç bilmediğim bu köyde tek güvendiğim
adam ondan iğrenerek bahsediyor. Altıncı resme bakıyorum. Tanımadığım bir şekli
var çizilmiş olanın.
“Tanımıyorum,”
diyorum.
“Henüz
karşılaşmadın yani,” diye düzeltiyor Suratsız.
“Öyle
olsun,” diyorum. “Kim o aydınlığın meleği mi?”
“Hayır
çobanı,” diyor.
“Ne.”
“Aydınlığın
meleği değil, aydınlığın çobanı. Seninle birlikte Yusufluköy’e tekrar suyu
getirip, insanların yaşlanmasını sağlayacak olan kız bu işte.”
Resme
bir daha bakıyorum. Değişen bir şey yok, tanımıyorum. Yine de sanki birine
benziyor. Son resme bakıyorum bu kez. Sadece alabildiğince mavi bir kare.
“Peki
bu nedir?” diye soruyorum.
“Su,”
diyor Suratsız. Sanki kocaman bir yudum suyu ağzına doldurmuş gibi gözlerini
kapıyor. “O senin getireceğin su. Yaşamın kaynağı. Bizi otuz yaşımızda kendi
isteğimizle ölmekten kurtaracak tek şey,” diye fısıldıyor. Yaşlanabilmekten iç
çekerek, derin bir özlemle bahsediyor.
“Geleceğimiz.”
Birden
olduğum yerde havaya sıçrıyorum. Suratsız’ın elindeki kibrit ben havaya
sıçrayınca elinden düşüyor ve sönüyor.
“Ne
oldu?” diye bağırıyor.
“Yerde
kıpırdayan bir şeyler var,” diyerek ayağımın birini kaldırıyorum.
“Ben
değilim,” diyor Suratsız.
Yeni
bir kibrit yanana dek yere sabit basmamaya karar veriyorum. Ayağıma değip kaçan
her neyse küçük olduğu belli. Birden de fazla. Aniden mağaraya girdiğimiz
duvarın tam karşısından hafif bir ışık yanar gibi oluyor. Elimle hala kibrit
kutusunu açmaya çalışan Suratsız’ın omzuna dokunuyorum.
Suratsız
kibrit aramayı bırakıp bana bakıyor önce, “Seni görebiliyorum ama,” diyor.
Sonra gözlerimi izleyerek baktığım tarafa dönüyor. “Bu da neyin nesi böyle?”
diye söylenerek ışığın geldiği yöne doğru yürümeye başlıyor.
“Beni
de bekle,” diye sesleniyorum arkasından.
Geri
dönüp eliyle sen kal tarzı bir hareket yapıyor.
“Hemen
dönerim,” diyor. “İkimizin birden tehlikeye atılmasına gerek yok.”.
Işık daha içerilerde olduğu anlaşılan oda benzeri bir yerden geliyor. Suratsız duvarı dönüp gözden kaybolana dek izlemeye devam ediyorum. Işık sayesinde artık biraz olsun etrafımı görebiliyorum. Duvara çizilmiş altıncı resme bir kez daha bakmak istiyorum. Esmer uzun saçlı bir kadın tarif ediliyor resimde ve elinde büyük bir sürahi tutuyor. Ben, daha doğrusu çizimlerden anladığım kadarıyla ben tasviri de elimde ki bardağı uzatmış, doldurmasını bekliyorum. Etrafımızı çevrelemiş bir sürü insan çizili. Tek anlayabildiğim mutlular ve mutluluklarından dans ediyor gibiler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder