16 Haziran 2025 Pazartesi

SEÇİLMİŞ OLAN 18

Suratsız yüzünü buruşturarak, “Buldumuvuran ağacı tektir. Ondan başka aynı türden bir ağaç daha yoktur ve meyvesi insandır.” diyor.

“Nasıl yani?”

Suratsız sönmekte olan kibriti sallayarak yere atıyor. Yenisini yakarak anlatmaya devam ediyor.

“Buldumuvuran kadın uyuyakalınca uyanmış ve bakmış ki köklerine sığınan güzel bir kadın var, onca yıllar boyunca kadına özlemin ateşiyle nefsine hakim olamamış ve yorgunluktan ve açlıktan yarı baygın kadına uyanana dek üç kere sahip olmuş.”

“Ağaç mı?” diye soruyorum. Korku filmlerinde bazen oluyor bu anlatılanlar fakat gerçek hayatta ne kadar gerçekleşebilir ki?

Suratsız; “Hayır baykuş,” diyor.

Hikayenin ya da masalın her neyse, bu kısmını duyduğumu anımsamıyorum. Yorgunum. Ötesi zaten sınırlarına dek çoktan dolan şaşkınlığım her saniye kabından taşıyor.

“Hangi baykuş,” diye sızlanıyorum. “Üzgünüm o kısmını kaçırmışım galiba.”

Suratsız kaşlarını çattığında sanki benim alnım ağrıyor. 

“Tabi ki ağaç Orçun, sen beni nerenle dinliyorsun acaba?” diye bağırıyor.

Kulaklarımla dinlediğimi sanıyorum ama, görünen o ki değil.

“Özür dilerim,” diyorum.

Suratsız’ın kaşları eski konumlarına beklediğimden hızlı çekiliyor. Sesine binen sert ton yerini yeniden eski yumuşak tınıya bırakıyor.

“Neyse kadın uyandığında hiçbir şeyden şüphelenmeden yoluna devam edip gitmiş. Ama aradan iki yıl geçince ilk çocuk, yani Kutsal ak sakallı Buldumuvuran’ın en üstteki dalında yavaş yavaş tomurcuklanmaya başlamış. Tam altı yıl sonra bu kez ağacın gövdesinde Kutsal göğüs kıllı yeşermiş ve ondan altı yıl sonra da en küçükleri Kutsal burun kıllı köklerin arasında belirmiş. Takip eden altı yıllarda da sırasıyla ağaçtan ayrılmışlar ve on sekiz yıl sonra annelerini aramak için kuzeye, güneye ve batıya dağılmışlar.”

“Neden doğu değil peki?” diye soruyorum bu kez.

Nedense Suratsız’ın bu sorumdan dolayı kızacağından eminim. Yanılmıyorum.

“Anneleri doğudan kaçıyormuş zaten, neden doğuyla zaman kaybetsinler ki?” diye yanıtlıyor beni. “Sen olsan seni takip edenlere döner misin?”

“Doğru,” diyorum. Doğru çünkü. “Bulmuşlar mı peki?”

“O kadarını bilmiyorum, bildiğimiz tek şey üçü birden aynı gün üç ayrı yönden bugün gün boyunca saklandığın çöplükte tekrar karşılaşmışlar.” 

“Üç ayrı yöne gittikleri halde öyle mi?”

Suratsız gözlerini duvardaki resimlerden alıp bana dönüyor. “Evet, ne var bunda. Gittiğin yön ne kadar farklı da olsa aradığın şey aynıysa, varacağın yer de aynı olamaz mı?” diye soruyor.

“Böyle anlatınca olur gibi duruyor,” diyorum.

“Başından beri böyle anlatıyorum oysa, sen farklı dinlemişsin beni,” diye sitem ediyor. Nasıl dinlediğimin farkında bile değilim. “Neyse gel şu resimlere bak istersen, dediğim gibi seçilmiş olanın mağaraya girme nedeni olmalı mutlaka.”

Gidiyorum. İkinci karede ağaçtaki üç insan siluetini Suratsız’ın anlattığı şekilde ayırt edebiliyorum. Üçüncü karede yeni doğmalarına rağmen hayli ihtiyar görünen üç yaşlı adamın ayrı yönlere gidişleri çizili. Dördüncü karede üç yaşlı adam ellerindeki bir şeyi, ne olduğunu anlayamadığım bir şeyi çekiştiriyorlar.

“Sonra ne olmuş?”.

Suratsız’da benimle birlikte aynı resme bakıyor. Derin bir iç çekiyor. Anlaşılan anlatacakları bundan sonra peri masalı değil artık.

“Sonra, anlaşmazlıklar başlamış,” diye söyleniyor. “Sudan doğmuş bir kadın yüzünden birbirlerine girmişler.Kızla kimin birlikte olmasına karar veremedikleri için tamamını birine verememişler ve yanında küçük köpeğiyle meyve toplamaya gelmiş kızı çeşmenin önünde bir ağacın meyvesiymiş gibi üçe bölerek paylaşmışlar.”

“Yok artık.”

“Kararları kendilerince doğruymuş, ama küçük köpeğin üç yaşlının gürültüsünden korkup kaçarak haber verdiği kızın babası öfkelenip bütün suları da yanına alarak çekti gitmiş. Bir daha dönmek için tek şart koymuş, insanlarımız kızının parçalandığı yaşta suya dönüştürülecek ve kendisi yeter diyene dek bu böyle devam edecek.”

“Şimdi neden suyun bu kadar değerli olduğunu anlıyorum,” diyorum. “Ve köpeğin neden yasaklandığını da.”

“Ve neden insanlar birbirlerine izinsiz dokunamazlar anladın mı?”

Anlıyorum.

“Aslına bakarsan kendilerine göre sadece haklarını hakkında eşitliği sağlamak amacıyla yapılmış bir paylaşım yaptıkları.”

“Sorun neydi o zaman?” diye soruyorum. Öyle ya, madem yaptıkları sadece eşitliği bozmamaya çalışmaksa.

Gülümsüyor Suratsız, yüzü geriliyor, takıldığı resme donuk bakarak cevaplıyor sorumu.

“Eşitlik istendiği zaman anlam taşır.”

“Nasıl yani?”

“Kızın bunu isteyip istemediğini sormuyorlar bile,” diyor. “Bir şeyi istemek ona sahip olmak hakkını vermez.” Bana dönüyor, sinirli sanki. “Yani gelmemeli, öyle değil mi?”

Haklı. Hak neresinden bakarsanız bakın, kişisel özgürlük sınırlarının kenarında biter. Eşitlikse kişisel haklarda ayırımcılık yapmamakla ilgili bir kavram. Yani haklarım var, eşitlik sağlanmalı şartları gerçekleşse bile mutlu olacağınız, istediklerinizin birebir olacağı gibi bir sonuç kesin değil. Her zaman haricinizdeki insanların özgür iradeleriyle verecekleri kararlara bağlısınız. Canınız çok çekti diye evde kalmadığı için elinizi kolunuzu sallayarak komşunuzun mutfağından şeker alamazsınız. Bunu yaparsanız, sonuçlarına da katlanmak zorunda kalırsınız, çünkü, siz ne derseniz deyin bu paylaşım olmaz. Tıpkı Yusufluköy’den suların çekilmesi gibi. 

“Hep o günün lanetinden dolayı. O uğursuz olayın olduğu yeri çöplük yaptık, kimse orayı anmak istemiyordu,” diyor. ”Kimse oraya adım atmak istemiyordu, orayı yokmuş kabul ettik.”

Olan değişmiyor ama. Yine de hatırlanmak amacıyla yapılan anıtların gerekliliğine inanıyorum galiba.

Çöplük’te öyle bir yer işte.

Girmek istemediğin yer, aslında unutmak istediğin ama asla unutamadığın.

“Artık suyu bulabilmek için sevdiklerimizi parçalamak zorunda bırakılmıştık. Ve yine bu yüzden bir daha anlaşmazlıklara düşmemek adına ilk dostluk anlaşması imzalandı ve o günden sonra kimse izinsiz birbirine dokunmamaya karar verdiler. Bir kız sağ ayakkabı tekini bir erkeğe vermediği sürece asla erkek kıza dokunamayacaktı.”

“Neden sağ ayakkabı?”

Suratsız yüzüme bakıyor. Düşünüyor biraz, dudaklarını büzüyor.

“Bilmiyorum,” diye mırıldanıyor. “Nedenini bilmiyorum.”

“Tamam,” diyorum. Aldığım cevap yeterli mi. Hayır. Ama yine de düşününce hayatımız boyunca verdiğimiz birçok kararın altında doğru dürüst bir açıklama çıkmıyor.

“Hep burada mı kaldılar peki?”

“Kim üçüz kutsal ihtiyar mı?”

“Evet.”

“Hayır onlar doğuştan yaşlı oldukları için buradan sürüldüler. Ta ki seçilmiş olan gelene ve suyu tekrar topraklara çekene dek.”

Beşinci kareyi görünce beynimden vurulmuşa dönüyorum aniden. Sayısını bilmediğim kadar çok hamam böceği midemle diyaframım arasında bir sağa bir sola koşuşturmaya başlıyor. Suratsız’da benimle aynı resme bakıyor. Bana dönerek gülümsüyor.

“Tanıdın mı, o sensin,” diyor. “Sen kuşkusuz seçilmiş olansın.”

Resimde ben üç yaşlı adamın önlerinde onlara elimle işaret ettiğim bir yeri gösteriyorum. Yanımda sırtı bize dönük, açık renk saçlı, uzun boylu bir adam daha resmediliyor. İhtiyarlara daha yakın ve sanki arkamızı kontrol ediyor. Resimde gösterdiğim yere dikkat ediyorum, belli belirsiz karalanmış yeşil bir yığından ibaret.

“Sıtkısıyırtan Ormanı,” diye konuşuyor Suratsız. “Üç ihtiyar buradan sürüldükten sonra doğdukları ormana asla dönemediler ve yaptıkları karışıklıktan sonra bir daha asla kadınlara yaklaşamadılar.”         

Beşinci karede Aysel’i görüyorum.

“Bu Aysel,” diye bağırıyorum. “Peşinden buralara kadar geldiğim kız işte bu.”

Suratsız hayretle beşinci resimdeki esmer kız çizimine bakıyor.

“Emin misin?” diye soruyor. Eminim tabi. Kendi resmimden ne derece eminsem altıncı resimdeki kızında Aysel olduğuna yemin edebilirim. Suratsız’ın ses tonu iyi bir şeyler söyleyecek izlenimi vermiyor yine de. “Yanılmış olmayasın,” diyor

“Hayır, eminim,” diye yanıtlıyorum.

Suratsız yere tükürdükten sonra, “O kötülüğün kuklası,” diyerek tekrar resme dönüyor. İğrenç bir şeyden bahsediyor gibi. “Altıncı resimdeki kız kim peki?”

Kafam allak bullak oluyor. Yaklaşık iki gün önce sinemaya götürdüğüm ve annem teyzemi ziyarete gittiği için eve atmaya uğraştığım kız arkadaşımın adı birden kötülüğün kuklasına dönüşüveriyor ve hiç bilmediğim bu köyde tek güvendiğim adam ondan iğrenerek bahsediyor. Altıncı resme bakıyorum. Tanımadığım bir şekli var çizilmiş olanın.

“Tanımıyorum,” diyorum.

“Henüz karşılaşmadın yani,” diye düzeltiyor Suratsız.

“Öyle olsun,” diyorum. “Kim o aydınlığın meleği mi?”

“Hayır çobanı,” diyor.

“Ne.”

“Aydınlığın meleği değil, aydınlığın çobanı. Seninle birlikte Yusufluköy’e tekrar suyu getirip, insanların yaşlanmasını sağlayacak olan kız bu işte.”

Resme bir daha bakıyorum. Değişen bir şey yok, tanımıyorum. Yine de sanki birine benziyor. Son resme bakıyorum bu kez. Sadece alabildiğince mavi bir kare.

“Peki bu nedir?” diye soruyorum.

“Su,” diyor Suratsız. Sanki kocaman bir yudum suyu ağzına doldurmuş gibi gözlerini kapıyor. “O senin getireceğin su. Yaşamın kaynağı. Bizi otuz yaşımızda kendi isteğimizle ölmekten kurtaracak tek şey,” diye fısıldıyor. Yaşlanabilmekten iç çekerek, derin bir özlemle bahsediyor.  “Geleceğimiz.”

Birden olduğum yerde havaya sıçrıyorum. Suratsız’ın elindeki kibrit ben havaya sıçrayınca elinden düşüyor ve sönüyor.

“Ne oldu?” diye bağırıyor.

“Yerde kıpırdayan bir şeyler var,” diyerek ayağımın birini kaldırıyorum.

“Ben değilim,” diyor Suratsız.

Yeni bir kibrit yanana dek yere sabit basmamaya karar veriyorum. Ayağıma değip kaçan her neyse küçük olduğu belli. Birden de fazla. Aniden mağaraya girdiğimiz duvarın tam karşısından hafif bir ışık yanar gibi oluyor. Elimle hala kibrit kutusunu açmaya çalışan Suratsız’ın omzuna dokunuyorum.

Suratsız kibrit aramayı bırakıp bana bakıyor önce, “Seni görebiliyorum ama,” diyor. Sonra gözlerimi izleyerek baktığım tarafa dönüyor. “Bu da neyin nesi böyle?” diye söylenerek ışığın geldiği yöne doğru yürümeye başlıyor.

“Beni de bekle,” diye sesleniyorum arkasından.

Geri dönüp eliyle sen kal tarzı bir hareket yapıyor.

“Hemen dönerim,” diyor. “İkimizin birden tehlikeye atılmasına gerek yok.”.

Işık daha içerilerde olduğu anlaşılan oda benzeri bir yerden geliyor. Suratsız duvarı dönüp gözden kaybolana dek izlemeye devam ediyorum. Işık sayesinde artık biraz olsun etrafımı görebiliyorum. Duvara çizilmiş altıncı resme bir kez daha bakmak istiyorum. Esmer uzun saçlı bir kadın tarif ediliyor resimde ve elinde büyük bir sürahi tutuyor. Ben, daha doğrusu çizimlerden anladığım kadarıyla ben tasviri de elimde ki bardağı uzatmış, doldurmasını bekliyorum. Etrafımızı çevrelemiş bir sürü insan çizili. Tek anlayabildiğim mutlular ve mutluluklarından dans ediyor gibiler. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ŞEY

  Çook yıllar önce. Babam o zamanlar boyacılık yapıyor. Bir gün sabahın beşinde, -niyeyse kargalar uyanmadan yola çıkıyorduk hep- evden çıkt...