16 Haziran 2025 Pazartesi

SEÇİLMİŞ OLAN 17

“vesikalı puşt 117 numarada dedi ama.”

İçeri girer girmez oldukça geniş bir salona geçiyoruz. Salon tam anlamıyla kare. Eni boyu birbirine eşit ve dışarı taşan kolon benzeri en küçük çıkıntısı yok. Duvarları açık yeşile boyanmış ve tabanı koyu lacivert yer halısıyla duvardan duvara kaplanmış. O kadar geniş olmasına rağmen her duvara bir tane gelecek şekilde serpiştirilmiş üç koyu yeşil kumaşlı koltuk ve tam ortada ağaçtan oyma büyükçe bir sehpa dışında başka bir eşya bulunmuyor. Odanın tek lüksü içeriye girer girmez tam karşımızda kalan, neredeyse bütün duvarın dörtte üçü boyutlarındaki şömine ve şöminenin üzerine yerleştirilmiş çeşitli taş ve camlardan mütevellit süs eşyaları. İçerisi yanan şömine nedeniyle iyice sıcak.

“Üzgünüm,” diyerek bana bakıyor Kimo. “Puşt artık burada değil.”

“Nerede peki?” diye soruyorum. Madem burada değil, Vesikalı ne diye beni buraya gönderiyor?

“O tımar oluyor,” diye cevap veriyor küçük kız.

“Tımar mı?” diyor Suratsız. Elinde tutmaya devam ettiği çantayı ayakları ucuna bırakıyor.

Başıyla onaylıyor Kimo.

“Ne zaman?”

“Bir ayı geçti.”

Karşımda konuşan iki kişi kendi tuhaf diyaloglarına kilitlenmiş, karşımda hiçbir şeye benzetemediğim bir oyunu oynar gibiler. Bildiğim tek tımar var, o da atlara yapılıyor. Burada bahsi geçen muhtemelen bir adam. Adı her ne kadar Puşt’sa da bir adam olması ihtimali yüksek. Ya da değil mi acaba?

“Neler diyorsunuz siz?” diye söyleniyorum.

Suratsız seslenince bana çevriliyor.

“Tımar olmak rahme geri göndermek demek oluyor,” diye açıklıyor.

“Rahme geri göndermek mi?”

Bu kadarı aklımın sınırları için fazla artık. Su olmadığına göre en azından yirmili yaşlarında olması muhtemel koskoca bir adamı rahme nasıl geri sokabilirsiniz ki?

“Evet,” diyor Suratsız.

“Nasıl?” diyebiliyorum ancak. Dört kere nefes aldıktan sonra cümlemi tamamlayabiliyorum. “Koskoca adamı rahme nasıl geri gönderebilirsiniz ki?”

Suratsız ne demek istediğimi anlıyor nihayet. Küçük kıza bakıyor önce. Arkasından küçük kız gözleri irileşerek bana dönüyor ve birbirlerinin yüzlerine bakarak kahkaha atıyorlar.

“Ne gülüyorsunuz?” diye bağırıyorum. Bir şeyler ters gidiyor ama ne? Çıkan yumurtayı bile aynı yere sokabilmek söz konusu değilken, doğmuş birini bilmem kaç yıl sonra çıktığı yere göndermek nasıl mümkün olabilir ki? “Bu nasıl mümkün olabilir ki?” Hem anneye yazık değil mi, onun günahı ne?

Suratsız gülme krizi bittikten sonra gözlerini silerek yanıma yaklaşıyor.

“Mümkün olamaz,” diyor.

“Eee.”

“Rahimkent, Konuşan dübürler vadisinde müebbete çarptırılan su hırsızlarının yaptıklarından pişmanlık duymaları için gönderildikleri sürgün kasabası. Bu da şu anlama geliyor. Puşt birine ait suyu çaldığı için tutuklanmış ve su oluncaya dek yaptığına tövbe etmesi için sürgün edilmiş. Su olunca kendisinden çıkan suyun yarısı çaldığı adamın olacak. Eğer o ölürse ya da su olursa onun yakınlarına paylaştırılacak.”

“Yani buraya boşuna geldik,” diye sızlanıyorum. “Ama Ves niye böyle bir şey yapsın ki?”

Canım sıkılıyor.

“Gerçekten,” diyor Suratsız sözlerimi destekleyerek. “Vesikalı eğer Puşt’un tımar edildiğini biliyorsa.”

“Biliyordu,” diye yanıtlıyor Kimo.

“Peki ama neden o zaman?” diyorum.

Küçük kız birden aklına gelen bir ayrıntıyla aramıza girerek ceketimden çekiştiriyor.

“Bir dakika,” diyor. “Puşt dediğinden eminsiniz değil mi?”

Eminim.

“Elbette eminim,” diye cevap veriyorum.

Kimo parmağıyla salonun diğer ucundaki yanan şöminenin üzerindeki ufak bir öküz biblosunu işaret ediyor.

“Vesikalı ona Puşt der hep.”

“Öküze mi?” diye konuşuyorum. Kimo başıyla evet diyor. Vesikalı bir adamı öküze benzettiği için bibloya onun adını veriyor. Benim karım yani. İlerde benim adımı neye uygun görecek acaba? Etrafımı şöyle bir gözden geçiriyorum. Orçun diyebileceği herhangi bir bibloya rastlayamıyorum. “Neden bir öküz biblosuna Puşt’un adını verdi ki?”

“Kıskanma,” diye gevrek gevrek geveliyor Suratsız. “Kimbilir belki senin ismini de bir aygıra verir.”

Suratsız’ın sözleri komik olmalı ki Kimo kıkırdıyor.

“Nasıl yani?”

Suratsız çoktan Kimo’nun gösterdiği biblonun yanına gittiği için sorumu duymuyor bile. Ben de yanına giderek şöminenin üzerindeki bibloya bakıyorum. Alelade alçıdan yapılmış sıradan bir öküz biblosu. Hatta işçilik olarak çok başarılı olduğu bile söylenemez. Bu arada öküz olduğunu da boynuzlarından ve toynaklarından çıkarabiliyorum ancak.  Onlar olmasa, dinozor derdim herhalde.

Suratsız uzanarak bibloyu durduğu yerden almaya çalışıyor. Kaldıramıyor.

“Çok ağır,” diyor.

Bibloya bakıyorum, ağır görünmüyor oysa.

“Yana kay, istersen bir de ben deneyeyim,” diye öneride bulunuyorum.

Bir iki adım yana kayarak bana yer açıyor. Yılların ve gördüğüm deneyimlerin parçası olacak önce avuçlarıma tükürüyorum. Dedem adımın Muharrem olduğu yıllarda kışın odun kırarken böyle yapıyor hep. Ve baltayı oduna indirirken genizden gelen yumuşak ge-ye yakın balgamlı bir he savuruyor. Sonra yüzü bana dönük olan biblonun bacaklarından tutarak kaldırmaya uğraşıyorum. Olmuyor. Milim kıpırdatamıyorum. Suratsız haklı. Alelade alçıdan yapılmış hissi uyandıran biblo yerine çakılı sanki. Bacaklarını bırakıp ensesinden öne doğru ittirip yerinden oynatmayı düşünüyorum. Daha tam anlamıyla dokunmuyorum bile o ağırlığından ödün vermeyen, milim kıpırdatamadığım öküz burnu ayaklarının ucuna değdi değecek öne eğriliveriyor. Aniden şöminenin ateş yanan kısmı bize doğru hareketleniyor ve tiz bir ıslık sesi eşliğinde yaklaşık iki metre kadar ilerledikten sonra duruyor.

Suratsız son anda ani bir hamleyle yana kayarak üzerine doğru hareketlenen şömineden kurtuluyor.

“Neler oluyor böyle?”

“Bilmiyorum,” diyorum. Şöminenin ateşiyle ağzı arasında bir kişinin kolaylıkla geçebileceği küçük bir yol beliriyor. “Ama öğreneceğim.”

Suratsız şöminenin içine girmeye yeltenip ateşle duvar arasında açılan boşluğa adım attığımda arkamdan sesleniyor.

“Dikkatli ol.”

Uyarısına uymaya karar veriyorum. Büyükbabamın da dediği gibi; Cesaret kuvvetin şartlarından biri olduğu kadar, aptallığın özelliklerinin de en önemlisi. Hala için için yanmakta olan odunların ısısını tenimde hissederek şöminenin arkasına doğru iki üç adım atıyorum. Gördüklerim mideme kramp girmesine yol açacak kadar heyecanlandırıyor beni.

“Suratsız buraya gel,” diye çağırıyorum. Sesim bulduğu yarı çıplak kadın resmini gözlerden uzak bir yerde en yakın arkadaşına göstermek için çağıran ilk ergenleri andırıyor. Gördüklerimi onun da görmesi gerekiyor. Yanımda güvenebileceğim birinin bulunması rahatlatıyor. Ya da rahatlatacak diye düşünüyorum en azından. Olmadı, başımıza ne gelecekse tek beni bulmayacak.

Cümlemi tamamlıyorum ki Suratsız ensemde bitiyor.

“Ne oldu?”

Elimle karşımızda kalan şöminenin iç duvarını gösteriyorum.

“Şuraya bak.”

Gösterdiğim yere bakıyor. Kısa bir an gözlerinde yanıp sönen hayret ifadesini görür gibi oluyorum. “Bu da neyin nesi?” diye mırıldanıyor.

“Bir kapı galiba,” diye cevaplıyorum.

Şöminenin üzerindeki öküz biblosunu eğince ateş yanan kısım ileri açılırken ateşin arkasında kalan duvar üzerinde yaklaşık aynı mesafe arkaya doğru kayıyor ve şimdi tam karşımızda taştan yapıldığı belli olan ağır bir kapı duruyor.

Suratsız, “Evet bir kapı, haydi açalım,” diyor. Hatta demekle kalmayıp kapıyı açabilmek umuduyla yükleniyor da. “Yok,” diye mırıldanıyor biraz uğraştıktan sonra. “Çok ağır, açamıyorum.”

Konulduğu yer itibariyle açılmasının ne denli doğru olup olamayacağına karar veremediğim kapının önünde saatlere benzer birkaç saniye hareketsiz kalıyorum. Sonra Suratsız’a, “beraber deneyelim,” diye öneride bulunuyorum. Önceki tecrübelerden aldığım ders; bir elin nesi var iki elin sesi var düsturunu destekliyor.

İtiyoruz. Olmuyor.

“Yönü yanlış deniyor olmayalım,” diyerek ellerini az önce yaptığım benzeri tükürüklüyor Suratsız. Mantıklı. Kapı tek parça kayadan yapılmış izlenimi veriyor ve menteşelerinin hangi tarafta olduğu anlaşılmıyor.

Bütün gücümüzle kendimize doğru çekiyoruz bu kez, yine kıpırdatamıyoruz. Bir kolay yolu mutlaka olmalı diye düşünüyorum.

“Mutlaka vardır,” diyor Suratsız. “Ama ne?”

“Lütfen düşüncelerimi okumaktan vazgeç,” diyorum. “Canımı sıkıyor.”

Utanıyor. Başını öne eğiyor.

“Özür dilerim,” diye sızlanıyor. “Elimde olmuyor bazen, gözlerim takılıyor.”

Otobüs yolculuklarında her ne kadar yapmamaya özen göstersem de yanımda oturan insanların gazetelerine baktığımı hatırlıyorum. Bazen insan böyle şeyleri elinde olmadan yapabiliyor. Yanındaki uyarmayınca da götürebildiği kadar götürüyor. Okuduğun cümleni bitirememişken gazete sahibi sayfayı çevirmeye kalkışınca farkında olmadan elinle tutuyorsun mesela. Önce kendini evinde sanıyorsun ama, bu otobüste olduğun, hatta başkasının gazetesini tuttuğun gerçeğini değiştirmiyor, rezil oluyorsun.

“Boş ver,” diyorum. “Şu kapıyı açalım hele.”

Kapının da şöminenin üstündeki öküz başı gibi hassas bir noktasını bulabilirim umuduyla köşelerini incelemeye başlıyorum. İyi de yapıyorum, parmak uçlarımı sürüyerek yekpare kaya üzerinde işime yarar bir nokta ararken, taştan kapının gövdesinin tam ortasında yoncayı andırır bir deliğe takılıveriyorum. Arkamda merakla hareketlerimi izleyen Suratsız’a, “Buraya bak,” diye sesleniyorum. “Anahtar deliği mi bu?”

Suratsız yanıma yaklaşıp kapıyı elimle yoklarken bulduğum deliğe göz atıyor.

“Galiba,” diyor. “Peki anahtarı nerede sence?”

“Bilmiyorum,” diye söyleniyorum.

Üç yaşındaki çocukların akşam işten eve cepleri boş dönen babalarına yaptığı hayal kırıklığıyla, “Ama bilmen gerek,” diye üsteliyor.

Sertçe yüzüne bakıyorum. Tam gözlerinin içine. Bir bu eksik, daha nerede olduğumuzu bile bilemezken, açılması neredeyse imkansız bir kapının sorumluluğu bana yükleniyor.

Suratsız düşüncelerimi okumuş olmalı.

Varla yok arası duyulan bir ses tonuyla, “Sen seçilmiş olansın,” diyor.

Aklıma aniden Vesikalı’nın koşarak yanımdan uzaklaşmadan önce elime tutuşturduğu ayakkabı teki geliyor. Giderayak elime tutuşturduğu. İnsan kaçarken niye ayakkabısını versin ki. Saçmalık bu. Özel bir nedeni yoksa tabi.

“Ayakkabı,” diye bağırıyor Suratsız. Arkasından yüzünü buruşturarak başını öne eğiyor.

“Üzgünüm, elimde değil.”

Yalan söyleyecek hali yok. Nedeni de. Ves’in bana verdiği ayakkabı teki cebimde sanırım.

“Cebinde olmasın,” diye fısıldıyor Suratsız. Yüzümü ekşitiyorum. “Aklını okumadım bu kez,” diyor. Demek zorunda kalıyor ya da. Tartışacak zamanımız yok, hem sanırım doğruyu söylüyor. Elimi cebime sokuyorum. Cebimdeki. Elime alıp sağına soluna bakınıyorum. İçine saklanmış bir anahtar bulurum ümidiyle ters çevirip sallıyorum. O kadar koşuşturmada varsa bile düşüyor belki. Çöplükte kendimi yere attığımda içinden fırlıyor veya. “Çöplükte mi düşürdüm acaba?” diye hayıflanıyorum.

Sadece, “Hadi be,” diyor Suratsız. Yüzüne baktığımı sezdiğinden büyük ihtimal yüzüme bakmıyor.

Filmlerde katlanabilen topuklara saklanarak gümrüklerden kaçırılan elmas hikayeleri seyrederiz hep. Son bir ümit ayakkabının topuğunu eğmeye çabalıyorum. İnce topuk ittirmelerime daha fazla dayanamayarak ayakkabıya tutturulduğu yerden kopuyor ve yere düşüyor.

“Hah, bir bu eksikti.”

“Ne oldu?” Suratsız’ın sesi korkuyla merak arasında gidip gelen titremelerle dolu.

“Topuğu kırdım, ne olacak,” diye söyleniyorum.

Sadece, “Hadi be,” diyor.

Ayakkabıdan koparak yere düşen parçayı bulabilmek için eğiliyorum. Duvardan kapının köşesine fırlamış, yıllardır girilmediği için neredeyse bir karış yığılmış tozun içinde hareketsiz duruyor.

“İşte orada,” diye işaret ediyor Suratsız.

“Gördüm.”

Topuğu elime aldığımda tabanında parmaklarıma dokunan kabarıklığı hissediyorum. Çeviriyorum. Yoncaya benzer şekilde yontulmuş. Duvardaki anahtar deliğine bakıyorum. Aynı yonca şekli. Tabi ya, nasıl oluyor da hiç aklıma gelmiyor.

“Buldum,” diye bağırıyorum. Suratsız anında yanıma eğilerek bulduğum şeye bakıyor. “Anahtar ayakkabının topuğuymuş.” Emin değilim yine de. “Umarım.”

Kırık topuk tahmin ettiğim gibi taş kapıdaki deliğe tıpatıp uyuyor. Kapı, topuğu yerine yerleştirdiğimiz an sağa doğru kayarak bir insanın geçebileceği kadar açılıyor.

“Önce sen,” diyor Suratsız.

“Tabi ben seçilmiş olanım değil mi?” diye konuşuyorum. Son zamanlarda bu civarda en revaçta karşılık bu nasılsa.

“Hayır,” diyor. Sesi bu kez merağı oldukça arka plana atmış titriyor. “Korkuyorum.”

“Ben de.”. Gerçekten de korkuyorum.

İçerisi karanlık. Önümü göremediğim için ancak ayaklarımı sürüyerek hareket edebiliyorum. Bir iki adım kadar ilerliyorum, dönüp Suratsız’a sesleniyorum.

“Gelebilirsin Suratsız.”

Cümlemi yeni bitiriyorum ki sırtıma dokunan bir şey kanımı dondurmaya yetiyor. Gırtlağımdan engel olamadığım tiz ve hırıltılı bir inleme çıkıyor.

“Geldim zaten,” diye konuşuyor Suratsız.

Olabildiğince kısık; “Bir şey bana dokundu,” diyorum.

“Ben de bir şeye dokundum,” diyor Suratsız, tıpkı benim gibi kısık sesle konuşuyor. “ O sen olabilir misin?”

“Dikkatli ol lütfen,” diyorum. Korkudan ödüm çatlıyor. “Kalbime indirecektin az daha.”

“Olur,” diyor. “Önümü görmeye başladığımda daha dikkatli olurum, söz.”

“Neyse ki kapıdan gelen ışık var,” diye konuşuyorum. Kapı sanki bunu söylememi bekliyormuş gibi ağır ağır kapanıyor ve biz tam bir karanlığın ortasında kalakalıyoruz.

“Başka bir şey söyleme olur mu,” diye söyleniyor Suratsız.

Ellerimi uzatıp ayaklarımı sürüyerek dokunacağım ilk nesneye dek ilerlemeye karar veriyorum. Sabit dikilmenin bir faydası yok. Bir iki kısa adım atıyorum ki burnumun dibinde alev alan bir ateşle olduğum yerde sıçrıyorum.

Suratsız burnumun dibinde bitiveriyor.

“Ben de kibrit var,” diyor.

“Bende de burun,” diye yanıtlıyorum. “Yakmazsan kalacakta.”

Özür diliyor. Yaklaşık son bir saattir devamlı birbirimizden özür dileyip duruyoruz.

Adımın Muharrem olduğunu sandığım yıllarda büyükbabam insan olmanın üç kuralı bulunduğunu söylüyor bana. Ona göre bir insan eğer ki, ben gerçekten bir insan evladıyım diyorsa önce teşekkür etmesini bilmeli. İkinci olarak, özür dilemesini becerebilmeli ve son olarak, gerektiğinde rica edebilmeli ve bunu asla gurur meselesi yapmamalı. Yoksa büyükbabama göre ağzınla kuş tutsan boş. Çocukken dediklerinden bir şey anlayamıyor, sadece yaşlı adam üzülmesin diye dinliyorum fakat, aradan geçen zaman bana nezaketin ne kadar önemli olduğunu önüme sayısız fırsat getirerek öğretiyor. Adam haklı.

Deyim yerindeyse tatlı dil yılanı deliğinden çıkarıyor yani.

Suratsız “Hey duvardaki resimlere bak,” diye bağırıyor. Sesinin geldiği yere gidiyorum. Elinde tuttuğu kibritin loş ışığında bir odada olmadığımızı hemen anlıyorum. Taşların oyulmasıyla oluşturulmuş duvarda kökboyalarıyla çizilmiş basit çizgiler var.

“Burası ne böyle?” diye soruyorum. Kiler olamaz. Hem niye kilerin girişini şöminenin içine yapsınlar ki?

“Gizlerin açıklandığı mağara burası,” diyor Suratsız. “Varlığını duymuştum fakat hiç inanmamıştım.”

“Mağara mı?”

Başıyla onaylıyor. Elindeki kibrit neredeyse bitmek üzereyken söndürüp kutusundan çıkardığı bir diğerini yakıyor.

“Peki nasıl çıkacağız buradan?”

“Önce neden buraya girdiğimizi bulmalıyız,” diye cevaplıyor beni. “Seçilmiş olan sensin. Mutlaka gördüğünde anlam verebileceğin bir şeyler olmalı. Yaklaş duvara çizilmiş şu resimlere bak önce.”

Dediğini yapıyorum. Eğer gerçekten seçilmiş olansam, önce yaşlı adamın, arkasından Vesikalı’nın karşıma çıkması sadece tesadüf olmayabilir. Belki de sadece omzuna dokundum diye korktuğundan çıkarmıyor sağ ayakkabı tekini ve belki de benim buraya gelmem, mağarayı bulmam, hatta Ves’in karım sayılması ve o vatan haini oldu diye vatan haini damgası yemem de şansına değil. Düşünceler birbirinin üzerinden atlayarak idrakimin içlerine doğru koştururlarken küfe benzeyen ama küf olduğunu sanmadığım tuhaf kokulu duvara yaklaşıyorum. Işıktan uzaklaştığımdan giderek soluklaşan yan yana çizilmiş kareler var. Koyu yeşil kökboyalarıyla çizilmiş yedi resim karelerin içine doldurulmuş, duvar boyunca devam ediyor. Yaşlı bir adam resmi dikkatimi çekiyor.

“Ben bunu tanıyorum galiba,” diye fısıldıyorum.

“O zaman sen gerçekten seçilmiş olansın,” diyor. “O Kutsal Burun Kıllı Adam’dır. Yusufluköy’ü bulan kadim üçüzlerin en küçüğü yani.”

“Üçüzler mi?” diye soruyorum.

“Evet,” diye yanıtlıyor. “Kimse anlatmadı mı sana?”

Vesikalı anlatmaya çalışıyor ama, siren sesi sözlerini başlayamadan bitiriyor.

“Hayır,” diyorum.

Suratsız, ertesi gün ilkokula başlayacak çocuğuna bakan babanın önemli değil, korkacak bir şey yok ifadesiyle yüzüme bakıyor.

“Altışar yıl arayla dünyaya gelen üçüz kutsal yaşlılar,” diye mırıldanıyor.

“Üçüz kutsal yaşlılar.” Altı yıl arayla doğuyorlar ama hala üçüzler.

“Aynen öyle,” diyor. “Kutsal Burun Kıllı Yaşlı Adam, Kutsal Göğüs Kıllı İhtiyar ve en büyükleri Kutsal aksakallı dede. Efsaneye göre üç kutsal ihtiyarın anneleri bulunduğu şehirden kaçan ve adına vesikalı denilen bir görevliymiş.”

“Bir dakika,” diyorum Suratsız’ın sözünü keserek.

Suratsız susarak bana dönüyor.

“Vesikalı mı?”

Gülümsüyor.

“Evet, karının büyük büyük büyük büyük annesi yani, yani senin büyük büyük büyük büyük kayınvaliden.”

İçim bir hoş oluyor aniden, diyaframım kasılıp kalıveriyor. Kusacağım galiba, nefes almak istememe rağmen dalağımın altında yoğunlaşan sinir bozucu sancı doğrulmama bile izin vermiyor.

Suratsız kaldığı yerden anlatmaya devam ediyor.

“Şehrin askerlerinden ya da peşine düşen kimselerden kaçan kadın yorgunluktan ve açlıktan adına Buldumuvuran ağacı denen ağacın altında uyuyakalmış.”

“Buldumuvuran ağacı mı? İlk kez duyuyorum,” diyorum. Suratsız ezbere anlatmaktan zevk aldığı belli hikayeyi ikidir sözünü kestiğim için olacak, bu kez kaşlarını çatarak süzüyor beni. Zor bela alabildiğim nefesimi tutarak sessiz kalıyorum.

“Açıkçası varlığına bende inanmıyordum ama şu resme bak,” diyor.

Suratsız’ın duvarda gösterdiği ilk kareye bakıyorum. Genç bir kadın yaprakları palmiyelere benzeyen ama elma ağaçlarını andıran dev bir ağacın altında uyuyor gibi ya da düşmüş.

“Sonra ne olmuş peki?”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ŞEY

  Çook yıllar önce. Babam o zamanlar boyacılık yapıyor. Bir gün sabahın beşinde, -niyeyse kargalar uyanmadan yola çıkıyorduk hep- evden çıkt...