“vesikalı puşt 117 numarada dedi ama.”
İçeri
girer girmez oldukça geniş bir salona geçiyoruz. Salon tam anlamıyla kare. Eni
boyu birbirine eşit ve dışarı taşan kolon benzeri en küçük çıkıntısı yok.
Duvarları açık yeşile boyanmış ve tabanı koyu lacivert yer halısıyla duvardan
duvara kaplanmış. O kadar geniş olmasına rağmen her duvara bir tane gelecek
şekilde serpiştirilmiş üç koyu yeşil kumaşlı koltuk ve tam ortada ağaçtan oyma
büyükçe bir sehpa dışında başka bir eşya bulunmuyor. Odanın tek lüksü içeriye
girer girmez tam karşımızda kalan, neredeyse bütün duvarın dörtte üçü
boyutlarındaki şömine ve şöminenin üzerine yerleştirilmiş çeşitli taş ve camlardan
mütevellit süs eşyaları. İçerisi yanan şömine nedeniyle iyice sıcak.
“Üzgünüm,”
diyerek bana bakıyor Kimo. “Puşt artık burada değil.”
“Nerede
peki?” diye soruyorum. Madem burada değil, Vesikalı ne diye beni buraya
gönderiyor?
“O
tımar oluyor,” diye cevap veriyor küçük kız.
“Tımar
mı?” diyor Suratsız. Elinde tutmaya devam ettiği çantayı ayakları ucuna
bırakıyor.
Başıyla
onaylıyor Kimo.
“Ne
zaman?”
“Bir
ayı geçti.”
Karşımda
konuşan iki kişi kendi tuhaf diyaloglarına kilitlenmiş, karşımda hiçbir şeye
benzetemediğim bir oyunu oynar gibiler. Bildiğim tek tımar var, o da atlara
yapılıyor. Burada bahsi geçen muhtemelen bir adam. Adı her ne kadar Puşt’sa da
bir adam olması ihtimali yüksek. Ya da değil mi acaba?
“Neler
diyorsunuz siz?” diye söyleniyorum.
Suratsız
seslenince bana çevriliyor.
“Tımar
olmak rahme geri göndermek demek oluyor,” diye açıklıyor.
“Rahme
geri göndermek mi?”
Bu
kadarı aklımın sınırları için fazla artık. Su olmadığına göre en azından
yirmili yaşlarında olması muhtemel koskoca bir adamı rahme nasıl geri
sokabilirsiniz ki?
“Evet,”
diyor Suratsız.
“Nasıl?”
diyebiliyorum ancak. Dört kere nefes aldıktan sonra cümlemi tamamlayabiliyorum.
“Koskoca adamı rahme nasıl geri gönderebilirsiniz ki?”
Suratsız
ne demek istediğimi anlıyor nihayet. Küçük kıza bakıyor önce. Arkasından küçük
kız gözleri irileşerek bana dönüyor ve birbirlerinin yüzlerine bakarak kahkaha
atıyorlar.
“Ne
gülüyorsunuz?” diye bağırıyorum. Bir şeyler ters gidiyor ama ne? Çıkan
yumurtayı bile aynı yere sokabilmek söz konusu değilken, doğmuş birini bilmem
kaç yıl sonra çıktığı yere göndermek nasıl mümkün olabilir ki? “Bu nasıl mümkün
olabilir ki?” Hem anneye yazık değil mi, onun günahı ne?
Suratsız
gülme krizi bittikten sonra gözlerini silerek yanıma yaklaşıyor.
“Mümkün
olamaz,” diyor.
“Eee.”
“Rahimkent,
Konuşan dübürler vadisinde müebbete çarptırılan su hırsızlarının yaptıklarından
pişmanlık duymaları için gönderildikleri sürgün kasabası. Bu da şu anlama
geliyor. Puşt birine ait suyu çaldığı için tutuklanmış ve su oluncaya dek
yaptığına tövbe etmesi için sürgün edilmiş. Su olunca kendisinden çıkan suyun
yarısı çaldığı adamın olacak. Eğer o ölürse ya da su olursa onun yakınlarına
paylaştırılacak.”
“Yani
buraya boşuna geldik,” diye sızlanıyorum. “Ama Ves niye böyle bir şey yapsın
ki?”
Canım
sıkılıyor.
“Gerçekten,”
diyor Suratsız sözlerimi destekleyerek. “Vesikalı eğer Puşt’un tımar edildiğini
biliyorsa.”
“Biliyordu,”
diye yanıtlıyor Kimo.
“Peki
ama neden o zaman?” diyorum.
Küçük
kız birden aklına gelen bir ayrıntıyla aramıza girerek ceketimden çekiştiriyor.
“Bir
dakika,” diyor. “Puşt dediğinden eminsiniz değil mi?”
Eminim.
“Elbette
eminim,” diye cevap veriyorum.
Kimo
parmağıyla salonun diğer ucundaki yanan şöminenin üzerindeki ufak bir öküz
biblosunu işaret ediyor.
“Vesikalı
ona Puşt der hep.”
“Öküze
mi?” diye konuşuyorum. Kimo başıyla evet diyor. Vesikalı bir adamı öküze
benzettiği için bibloya onun adını veriyor. Benim karım yani. İlerde benim
adımı neye uygun görecek acaba? Etrafımı şöyle bir gözden geçiriyorum. Orçun
diyebileceği herhangi bir bibloya rastlayamıyorum. “Neden bir öküz biblosuna
Puşt’un adını verdi ki?”
“Kıskanma,”
diye gevrek gevrek geveliyor Suratsız. “Kimbilir belki senin ismini de bir
aygıra verir.”
Suratsız’ın
sözleri komik olmalı ki Kimo kıkırdıyor.
“Nasıl
yani?”
Suratsız
çoktan Kimo’nun gösterdiği biblonun yanına gittiği için sorumu duymuyor bile.
Ben de yanına giderek şöminenin üzerindeki bibloya bakıyorum. Alelade alçıdan
yapılmış sıradan bir öküz biblosu. Hatta işçilik olarak çok başarılı olduğu
bile söylenemez. Bu arada öküz olduğunu da boynuzlarından ve toynaklarından
çıkarabiliyorum ancak. Onlar olmasa,
dinozor derdim herhalde.
Suratsız
uzanarak bibloyu durduğu yerden almaya çalışıyor. Kaldıramıyor.
“Çok
ağır,” diyor.
Bibloya
bakıyorum, ağır görünmüyor oysa.
“Yana
kay, istersen bir de ben deneyeyim,” diye öneride bulunuyorum.
Bir
iki adım yana kayarak bana yer açıyor. Yılların ve gördüğüm deneyimlerin
parçası olacak önce avuçlarıma tükürüyorum. Dedem adımın Muharrem olduğu
yıllarda kışın odun kırarken böyle yapıyor hep. Ve baltayı oduna indirirken
genizden gelen yumuşak ge-ye yakın balgamlı bir he savuruyor. Sonra yüzü bana
dönük olan biblonun bacaklarından tutarak kaldırmaya uğraşıyorum. Olmuyor.
Milim kıpırdatamıyorum. Suratsız haklı. Alelade alçıdan yapılmış hissi
uyandıran biblo yerine çakılı sanki. Bacaklarını bırakıp ensesinden öne doğru
ittirip yerinden oynatmayı düşünüyorum. Daha tam anlamıyla dokunmuyorum bile o
ağırlığından ödün vermeyen, milim kıpırdatamadığım öküz burnu ayaklarının ucuna
değdi değecek öne eğriliveriyor. Aniden şöminenin ateş yanan kısmı bize doğru
hareketleniyor ve tiz bir ıslık sesi eşliğinde yaklaşık iki metre kadar
ilerledikten sonra duruyor.
Suratsız
son anda ani bir hamleyle yana kayarak üzerine doğru hareketlenen şömineden
kurtuluyor.
“Neler
oluyor böyle?”
“Bilmiyorum,”
diyorum. Şöminenin ateşiyle ağzı arasında bir kişinin kolaylıkla geçebileceği
küçük bir yol beliriyor. “Ama öğreneceğim.”
Suratsız
şöminenin içine girmeye yeltenip ateşle duvar arasında açılan boşluğa adım
attığımda arkamdan sesleniyor.
“Dikkatli
ol.”
Uyarısına
uymaya karar veriyorum. Büyükbabamın da dediği gibi; Cesaret kuvvetin
şartlarından biri olduğu kadar, aptallığın özelliklerinin de en önemlisi. Hala
için için yanmakta olan odunların ısısını tenimde hissederek şöminenin arkasına
doğru iki üç adım atıyorum. Gördüklerim mideme kramp girmesine yol açacak kadar
heyecanlandırıyor beni.
“Suratsız
buraya gel,” diye çağırıyorum. Sesim bulduğu yarı çıplak kadın resmini
gözlerden uzak bir yerde en yakın arkadaşına göstermek için çağıran ilk
ergenleri andırıyor. Gördüklerimi onun da görmesi gerekiyor. Yanımda
güvenebileceğim birinin bulunması rahatlatıyor. Ya da rahatlatacak diye
düşünüyorum en azından. Olmadı, başımıza ne gelecekse tek beni bulmayacak.
Cümlemi
tamamlıyorum ki Suratsız ensemde bitiyor.
“Ne
oldu?”
Elimle
karşımızda kalan şöminenin iç duvarını gösteriyorum.
“Şuraya
bak.”
Gösterdiğim
yere bakıyor. Kısa bir an gözlerinde yanıp sönen hayret ifadesini görür gibi
oluyorum. “Bu da neyin nesi?” diye mırıldanıyor.
“Bir
kapı galiba,” diye cevaplıyorum.
Şöminenin
üzerindeki öküz biblosunu eğince ateş yanan kısım ileri açılırken ateşin
arkasında kalan duvar üzerinde yaklaşık aynı mesafe arkaya doğru kayıyor ve
şimdi tam karşımızda taştan yapıldığı belli olan ağır bir kapı duruyor.
Suratsız,
“Evet bir kapı, haydi açalım,” diyor. Hatta demekle kalmayıp kapıyı açabilmek
umuduyla yükleniyor da. “Yok,” diye mırıldanıyor biraz uğraştıktan sonra. “Çok
ağır, açamıyorum.”
Konulduğu
yer itibariyle açılmasının ne denli doğru olup olamayacağına karar veremediğim
kapının önünde saatlere benzer birkaç saniye hareketsiz kalıyorum. Sonra
Suratsız’a, “beraber deneyelim,” diye öneride bulunuyorum. Önceki tecrübelerden
aldığım ders; bir elin nesi var iki elin sesi var düsturunu destekliyor.
İtiyoruz.
Olmuyor.
“Yönü
yanlış deniyor olmayalım,” diyerek ellerini az önce yaptığım benzeri
tükürüklüyor Suratsız. Mantıklı. Kapı tek parça kayadan yapılmış izlenimi
veriyor ve menteşelerinin hangi tarafta olduğu anlaşılmıyor.
Bütün
gücümüzle kendimize doğru çekiyoruz bu kez, yine kıpırdatamıyoruz. Bir kolay
yolu mutlaka olmalı diye düşünüyorum.
“Mutlaka
vardır,” diyor Suratsız. “Ama ne?”
“Lütfen
düşüncelerimi okumaktan vazgeç,” diyorum. “Canımı sıkıyor.”
Utanıyor.
Başını öne eğiyor.
“Özür
dilerim,” diye sızlanıyor. “Elimde olmuyor bazen, gözlerim takılıyor.”
Otobüs
yolculuklarında her ne kadar yapmamaya özen göstersem de yanımda oturan
insanların gazetelerine baktığımı hatırlıyorum. Bazen insan böyle şeyleri
elinde olmadan yapabiliyor. Yanındaki uyarmayınca da götürebildiği kadar
götürüyor. Okuduğun cümleni bitirememişken gazete sahibi sayfayı çevirmeye
kalkışınca farkında olmadan elinle tutuyorsun mesela. Önce kendini evinde
sanıyorsun ama, bu otobüste olduğun, hatta başkasının gazetesini tuttuğun
gerçeğini değiştirmiyor, rezil oluyorsun.
“Boş
ver,” diyorum. “Şu kapıyı açalım hele.”
Kapının
da şöminenin üstündeki öküz başı gibi hassas bir noktasını bulabilirim umuduyla
köşelerini incelemeye başlıyorum. İyi de yapıyorum, parmak uçlarımı sürüyerek
yekpare kaya üzerinde işime yarar bir nokta ararken, taştan kapının gövdesinin
tam ortasında yoncayı andırır bir deliğe takılıveriyorum. Arkamda merakla
hareketlerimi izleyen Suratsız’a, “Buraya bak,” diye sesleniyorum. “Anahtar deliği
mi bu?”
Suratsız
yanıma yaklaşıp kapıyı elimle yoklarken bulduğum deliğe göz atıyor.
“Galiba,”
diyor. “Peki anahtarı nerede sence?”
“Bilmiyorum,”
diye söyleniyorum.
Üç
yaşındaki çocukların akşam işten eve cepleri boş dönen babalarına yaptığı hayal
kırıklığıyla, “Ama bilmen gerek,” diye üsteliyor.
Sertçe
yüzüne bakıyorum. Tam gözlerinin içine. Bir bu eksik, daha nerede olduğumuzu
bile bilemezken, açılması neredeyse imkansız bir kapının sorumluluğu bana
yükleniyor.
Suratsız
düşüncelerimi okumuş olmalı.
Varla
yok arası duyulan bir ses tonuyla, “Sen seçilmiş olansın,” diyor.
Aklıma
aniden Vesikalı’nın koşarak yanımdan uzaklaşmadan önce elime tutuşturduğu
ayakkabı teki geliyor. Giderayak elime tutuşturduğu. İnsan kaçarken niye
ayakkabısını versin ki. Saçmalık bu. Özel bir nedeni yoksa tabi.
“Ayakkabı,”
diye bağırıyor Suratsız. Arkasından yüzünü buruşturarak başını öne eğiyor.
“Üzgünüm,
elimde değil.”
Yalan
söyleyecek hali yok. Nedeni de. Ves’in bana verdiği ayakkabı teki cebimde
sanırım.
“Cebinde
olmasın,” diye fısıldıyor Suratsız. Yüzümü ekşitiyorum. “Aklını okumadım bu
kez,” diyor. Demek zorunda kalıyor ya da. Tartışacak zamanımız yok, hem sanırım
doğruyu söylüyor. Elimi cebime sokuyorum. Cebimdeki. Elime alıp sağına soluna
bakınıyorum. İçine saklanmış bir anahtar bulurum ümidiyle ters çevirip
sallıyorum. O kadar koşuşturmada varsa bile düşüyor belki. Çöplükte kendimi
yere attığımda içinden fırlıyor veya. “Çöplükte mi düşürdüm acaba?” diye
hayıflanıyorum.
Sadece,
“Hadi be,” diyor Suratsız. Yüzüne baktığımı sezdiğinden büyük ihtimal yüzüme
bakmıyor.
Filmlerde
katlanabilen topuklara saklanarak gümrüklerden kaçırılan elmas hikayeleri
seyrederiz hep. Son bir ümit ayakkabının topuğunu eğmeye çabalıyorum. İnce
topuk ittirmelerime daha fazla dayanamayarak ayakkabıya tutturulduğu yerden
kopuyor ve yere düşüyor.
“Hah,
bir bu eksikti.”
“Ne
oldu?” Suratsız’ın sesi korkuyla merak arasında gidip gelen titremelerle dolu.
“Topuğu
kırdım, ne olacak,” diye söyleniyorum.
Sadece,
“Hadi be,” diyor.
Ayakkabıdan
koparak yere düşen parçayı bulabilmek için eğiliyorum. Duvardan kapının
köşesine fırlamış, yıllardır girilmediği için neredeyse bir karış yığılmış
tozun içinde hareketsiz duruyor.
“İşte
orada,” diye işaret ediyor Suratsız.
“Gördüm.”
Topuğu
elime aldığımda tabanında parmaklarıma dokunan kabarıklığı hissediyorum. Çeviriyorum.
Yoncaya benzer şekilde yontulmuş. Duvardaki anahtar deliğine bakıyorum. Aynı
yonca şekli. Tabi ya, nasıl oluyor da hiç aklıma gelmiyor.
“Buldum,”
diye bağırıyorum. Suratsız anında yanıma eğilerek bulduğum şeye bakıyor.
“Anahtar ayakkabının topuğuymuş.” Emin değilim yine de. “Umarım.”
Kırık
topuk tahmin ettiğim gibi taş kapıdaki deliğe tıpatıp uyuyor. Kapı, topuğu
yerine yerleştirdiğimiz an sağa doğru kayarak bir insanın geçebileceği kadar
açılıyor.
“Önce
sen,” diyor Suratsız.
“Tabi
ben seçilmiş olanım değil mi?” diye konuşuyorum. Son zamanlarda bu civarda en
revaçta karşılık bu nasılsa.
“Hayır,”
diyor. Sesi bu kez merağı oldukça arka plana atmış titriyor. “Korkuyorum.”
“Ben
de.”. Gerçekten de korkuyorum.
İçerisi
karanlık. Önümü göremediğim için ancak ayaklarımı sürüyerek hareket
edebiliyorum. Bir iki adım kadar ilerliyorum, dönüp Suratsız’a sesleniyorum.
“Gelebilirsin
Suratsız.”
Cümlemi
yeni bitiriyorum ki sırtıma dokunan bir şey kanımı dondurmaya yetiyor.
Gırtlağımdan engel olamadığım tiz ve hırıltılı bir inleme çıkıyor.
“Geldim
zaten,” diye konuşuyor Suratsız.
Olabildiğince
kısık; “Bir şey bana dokundu,” diyorum.
“Ben
de bir şeye dokundum,” diyor Suratsız, tıpkı benim gibi kısık sesle konuşuyor.
“ O sen olabilir misin?”
“Dikkatli
ol lütfen,” diyorum. Korkudan ödüm çatlıyor. “Kalbime indirecektin az daha.”
“Olur,”
diyor. “Önümü görmeye başladığımda daha dikkatli olurum, söz.”
“Neyse
ki kapıdan gelen ışık var,” diye konuşuyorum. Kapı sanki bunu söylememi
bekliyormuş gibi ağır ağır kapanıyor ve biz tam bir karanlığın ortasında
kalakalıyoruz.
“Başka
bir şey söyleme olur mu,” diye söyleniyor Suratsız.
Ellerimi
uzatıp ayaklarımı sürüyerek dokunacağım ilk nesneye dek ilerlemeye karar
veriyorum. Sabit dikilmenin bir faydası yok. Bir iki kısa adım atıyorum ki
burnumun dibinde alev alan bir ateşle olduğum yerde sıçrıyorum.
Suratsız
burnumun dibinde bitiveriyor.
“Ben
de kibrit var,” diyor.
“Bende
de burun,” diye yanıtlıyorum. “Yakmazsan kalacakta.”
Özür
diliyor. Yaklaşık son bir saattir devamlı birbirimizden özür dileyip duruyoruz.
Adımın
Muharrem olduğunu sandığım yıllarda büyükbabam insan olmanın üç kuralı
bulunduğunu söylüyor bana. Ona göre bir insan eğer ki, ben gerçekten bir insan
evladıyım diyorsa önce teşekkür etmesini bilmeli. İkinci olarak, özür
dilemesini becerebilmeli ve son olarak, gerektiğinde rica edebilmeli ve bunu
asla gurur meselesi yapmamalı. Yoksa büyükbabama göre ağzınla kuş tutsan boş.
Çocukken dediklerinden bir şey anlayamıyor, sadece yaşlı adam üzülmesin diye
dinliyorum fakat, aradan geçen zaman bana nezaketin ne kadar önemli olduğunu
önüme sayısız fırsat getirerek öğretiyor. Adam haklı.
Deyim
yerindeyse tatlı dil yılanı deliğinden çıkarıyor yani.
Suratsız
“Hey duvardaki resimlere bak,” diye bağırıyor. Sesinin geldiği yere gidiyorum.
Elinde tuttuğu kibritin loş ışığında bir odada olmadığımızı hemen anlıyorum.
Taşların oyulmasıyla oluşturulmuş duvarda kökboyalarıyla çizilmiş basit
çizgiler var.
“Burası
ne böyle?” diye soruyorum. Kiler olamaz. Hem niye kilerin girişini şöminenin
içine yapsınlar ki?
“Gizlerin
açıklandığı mağara burası,” diyor Suratsız. “Varlığını duymuştum fakat hiç
inanmamıştım.”
“Mağara
mı?”
Başıyla
onaylıyor. Elindeki kibrit neredeyse bitmek üzereyken söndürüp kutusundan
çıkardığı bir diğerini yakıyor.
“Peki
nasıl çıkacağız buradan?”
“Önce
neden buraya girdiğimizi bulmalıyız,” diye cevaplıyor beni. “Seçilmiş olan
sensin. Mutlaka gördüğünde anlam verebileceğin bir şeyler olmalı. Yaklaş duvara
çizilmiş şu resimlere bak önce.”
Dediğini
yapıyorum. Eğer gerçekten seçilmiş olansam, önce yaşlı adamın, arkasından
Vesikalı’nın karşıma çıkması sadece tesadüf olmayabilir. Belki de sadece omzuna
dokundum diye korktuğundan çıkarmıyor sağ ayakkabı tekini ve belki de benim
buraya gelmem, mağarayı bulmam, hatta Ves’in karım sayılması ve o vatan haini
oldu diye vatan haini damgası yemem de şansına değil. Düşünceler birbirinin
üzerinden atlayarak idrakimin içlerine doğru koştururlarken küfe benzeyen ama
küf olduğunu sanmadığım tuhaf kokulu duvara yaklaşıyorum. Işıktan
uzaklaştığımdan giderek soluklaşan yan yana çizilmiş kareler var. Koyu yeşil
kökboyalarıyla çizilmiş yedi resim karelerin içine doldurulmuş, duvar boyunca
devam ediyor. Yaşlı bir adam resmi dikkatimi çekiyor.
“Ben
bunu tanıyorum galiba,” diye fısıldıyorum.
“O
zaman sen gerçekten seçilmiş olansın,” diyor. “O Kutsal Burun Kıllı Adam’dır.
Yusufluköy’ü bulan kadim üçüzlerin en küçüğü yani.”
“Üçüzler
mi?” diye soruyorum.
“Evet,”
diye yanıtlıyor. “Kimse anlatmadı mı sana?”
Vesikalı
anlatmaya çalışıyor ama, siren sesi sözlerini başlayamadan bitiriyor.
“Hayır,”
diyorum.
Suratsız,
ertesi gün ilkokula başlayacak çocuğuna bakan babanın önemli değil, korkacak
bir şey yok ifadesiyle yüzüme bakıyor.
“Altışar
yıl arayla dünyaya gelen üçüz kutsal yaşlılar,” diye mırıldanıyor.
“Üçüz
kutsal yaşlılar.” Altı yıl arayla doğuyorlar ama hala üçüzler.
“Aynen
öyle,” diyor. “Kutsal Burun Kıllı Yaşlı Adam, Kutsal Göğüs Kıllı İhtiyar ve en
büyükleri Kutsal aksakallı dede. Efsaneye göre üç kutsal ihtiyarın anneleri
bulunduğu şehirden kaçan ve adına vesikalı denilen bir görevliymiş.”
“Bir
dakika,” diyorum Suratsız’ın sözünü keserek.
Suratsız
susarak bana dönüyor.
“Vesikalı
mı?”
Gülümsüyor.
“Evet,
karının büyük büyük büyük büyük annesi yani, yani senin büyük büyük büyük büyük
kayınvaliden.”
İçim
bir hoş oluyor aniden, diyaframım kasılıp kalıveriyor. Kusacağım galiba, nefes
almak istememe rağmen dalağımın altında yoğunlaşan sinir bozucu sancı
doğrulmama bile izin vermiyor.
Suratsız
kaldığı yerden anlatmaya devam ediyor.
“Şehrin
askerlerinden ya da peşine düşen kimselerden kaçan kadın yorgunluktan ve
açlıktan adına Buldumuvuran ağacı denen ağacın altında uyuyakalmış.”
“Buldumuvuran
ağacı mı? İlk kez duyuyorum,” diyorum. Suratsız ezbere anlatmaktan zevk aldığı
belli hikayeyi ikidir sözünü kestiğim için olacak, bu kez kaşlarını çatarak
süzüyor beni. Zor bela alabildiğim nefesimi tutarak sessiz kalıyorum.
“Açıkçası
varlığına bende inanmıyordum ama şu resme bak,” diyor.
Suratsız’ın
duvarda gösterdiği ilk kareye bakıyorum. Genç bir kadın yaprakları palmiyelere
benzeyen ama elma ağaçlarını andıran dev bir ağacın altında uyuyor gibi ya da
düşmüş.
“Sonra
ne olmuş peki?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder