“bunlarda benden olsun istediğiniz başka bir şey varsa çekinmeyin buyurun lütfen.”
Aynen
Suratsız’ın dediği gibi de oluyor. Başka renk kalmadığı için iki tane pembe
şemsiye, yaklaşık bir kilo ay çekirdeğini ve ikişer çift bordo renkli yün
çorabı Aysel’in külotu karşılığında kendinden aldıklarımızla beraber hediye
ediyor. Hatta bununla da yetinmiyor, bir buçuk ay önce otuz yaşına girip suya
dönüştürülen büyük abisinden kalan son bidon sudan bile ikram ediyor. Tabi
kabul etmiyorum önce, arkasından Suratsız bunun çok büyük bir hakaret kabul
edilebileceğini söyleyince, üzerime yürümeye başlayan kalabalığın da etkisi var
tabi, bir bardak içiyorum. Daha önce yemiyorum ama, insan tuzlu olur diye
düşünmüşümdür hep. Belki çoğunun çiğ süt emdiğinden, belki de hep kavga
ettiklerinden böyle düşünmüşümdür. Oysa su neredeyse şekerli.
“Tatlı
bu su.”
Suratsız,
“İnsanın ruhu tatlıdır,” diyor. “Tuzlu olan bedendir. İyi niyet şekerden kök
alır, tuz anlaşmazlıklar ve kötü düşüncelerle bedende birikir. Su olunca kötü
ne varsa posada kalır. Posa kalan da sadece odur zaten. Kanın şekerini kalbin
kiri tuzluya çevirir. Kulak kirini hatırla, ne kadar güzel şeyler duysan da
kulaklarını temizlemezsen kiri acıdır. Öyle değil mi?”
“Öyle,”
diyorum. “Galiba. Emin değilim.” Emin değilim. Küçükken kulağıma soktuğum
parmağımı farkında olmadan ağzıma götürdüğümü hatırlıyorum. Acı. Hem de öyle
böyle değil bayağı acı. Sonra kendi sümüğünü yiyen arkadaşım Süleyman aklıma
geliyor. Aynı zamanda kendi osuruğunu koklamaktan da zevk alıyor. Ne iğrenç bir
çocuktu. Büyüyünce bir hastaneye genel müdür olmuş diye duyuyorum. Sümüğün tadı
nasıldır diye düşünüyorum. Acı olmaz herhalde. Kesinlikle acı olamaz. Yine de
emin olamıyorum.
“Olacaksın,”
diye mırıldanıyor Suratsız.
Kendi
düşüncelerime dalınca konudan uzaklaşıyorum.
“Ne?”
diye soruyorum.
“Yaşarken
o derece kire bulanırız ki, adamakıllı banyo yapmadan vücudumuz nefes alamaz
olur,” diyor. “Gözenekleri kapalı bedense gözleri kapalı nöbetçiye benzer.
Kapıdan girenleri kokularıyla tanımaya çalışırız, aynı ruhunu görmediklerimizi
giysilerinden anlamaya çalıştıklarımız gibi.”
“Peki
banka?” diye soruyorum.
Suratsız
ne demek istediğimi anlayamıyor. Konuyla tamamen alakasız bir soru aslında.
Bana sorarsanız sorduğum bu soruyla ben de şaşırıyorum. Aniden aklıma
düşüveriyor işte.
“Banka
mı?” diyor.
“Evet
banka. Eğer para kullanmıyorsanız bankaya ne gerek var ki?”
Elindeki
yarısına dek su dolu bardağı kafasına dikip boşunu satıcıya veriyor.
“Su
gibi aziz olsun,” diyor.
Satıcı
bardağı alırken gülümseyerek, “Azizin bol olsun,” diye karşılık veriyor.
Suratsız
hafifçe öne eğilerek selamlıyor, arkasından bana dönüyor.
“Çöplükte
bana bahsettiğin dostluk anlaşmasını hatırlıyor musun?” diye soruyor.
Gayet
resmi sözlerle bezenmiş, gayet resmi renkli kağıdı anımsıyorum. O sıra çok
saçma geliyor. Birine ben senin arkadaşınım demek bile saçma geliyorken, bunu
noter tasdikli imzalı kağıda yazdırmanın ne anlamı var ki. Karşılaştığında
selam verirsin, o da verir. Bir dahaki sefere aynısı tekrar ederseniz üçüncü
karşılaşmanızda dostsunuzdur.
“Evet,
hatırlıyorum.”
“Bazen
böyle anlaşmalar paradan daha kıymetli olabiliyor,” diye konuşuyor.
“Nasıl
yani,” diyorum. “Koskoca banka sadece anlaşma kağıtlarını saklamak için mi
kuruldu yani?” Mantıklı değil bu. Koskoca binası, koruma görevlileri ve kim
bilir kaç tane çalışanıyla caddenin en şaşaalı yerinde bulunan banka en fazla
bin tane olsun anlaşma kağıtlarını depolamak için mi?
Gülümseyerek
başını sallıyor.
“Para
saklamaktan daha güzel değil mi?”
Cevap
vermiyorum. Veremiyorum aslında. Belki de haklı. Aslında belki de değil,
kesinlikle haklı. Dostlukları bozan banknotlar yerine dostluklara neden olan
evrakları saklamak daha doğru olabilir.
“Haklısın,”
diyorum. Bunu içimden söylediğimi sanıyorum, kendi sesimle utanıyorum birden.
Sonra Suratsız’ın düşünceleri okuyabildiği aklıma geliyor, nasılsa
düşüncelerimi öğreniyor.
“Evet,
haklıyım,” diyerek sözlerimi onaylıyor.
“Peki
kazanç?”
“Aklın
fikrin kazançta değil mi?” diye soruyor.
Aslında
değil fakat, işin ucundaki sektör bankacılık olunca aklıma ilk gelen kazanç
oluyor. Yoksa değirmenin suyu olmadan değirmenin taşı nasıl dönecek ki? Damarda
kan akmayacaksa beden kurumaya mahkum yani. Özeti bu. Suratsız’a göre değil
yine de.
“Bunların
gönüllü yapılabileceği aklına hiç gelmiyor mu?”
“Vakıf
mı?” Aklıma ancak bu kadar gelebiliyor işte.
“Değil.”
Cevap net. “Ama sayılır. Bazı değerleri korumak gerektiğine inanırız biz, bu
nedenle on altı yaşını dolduran kadın erkek bütün vatandaşlar hayatlarımızın
altı ayını bankalarda ücretsiz görev alarak geçiririz.”
“Askerlik
gibi mi?”
“Gibisi
fazla,” diyor. “Böylelikle değer yargılarımızı asla kaybetmeyiz ve komşuluk
olsun, arkadaşlık olsun vesaire asla unutmayacağımız değerlerimiz hep kalır.”
“Soyları
tükenen hayvanları koruma altına almak gibi,” diye vurguluyorum. Anlayabildiğim
bu. Önce öldürüp sonra tükeniyor diye bir yerlerimizi yırttığımız hayvanların
soylarını kurtarma çalışmalarımızda böyle değil mi?
Suratsız
örneğimi sözlerine pek benzer bulmamış olacak düzeltiyor. “Aslına bakarsan
hayvanlaşmamak için diyelim,” diyor. “Biz hayvanlaşmayınca tükenecek soy
kavramı diye bir sorun kalmıyor nasılsa.” Birden bir şeyleri aniden
hatırlayıvermiş gibi gözleri irileşiyor. “Eyvah,” diye bağırıyor saatine
bakarak.
“Eyvah
mı?” Şu an duymak istediğim kelimenin bu olduğunu hiç mi hiç sanmıyorum. “Ne
oldu?” Bildiğim kadarıyla eyvah aklına aniden geliveren güzel bir ayrıntının
başına uygun düşmüyor. Gerçi üstadı küfür, eşşoğlueşşeği espri diye kabul eden
bir toplumun içindeyim ama, bu kadar da değil herhalde.
Sorumu
bileğindeki saati gözlerime tutarak yanıtlıyor.
“Ne
olacak saat bire on var,” diye bağırıyor.
Saatine
bakıyorum. Bire on bir var.
“Eee.”
“E
si on dakika sonra dokuzlara girilemeyecek hatırladın mı? Koş çabuk gideceğimiz
yere üç sokak var.”
Bileğimden
tutup koşuşturmaya başlıyor. Kenetlediği parmaklarının altında kalan
damarlarımda kan akışı duruyor, bileğim parmaklarıma doğru uyuşmaya başlıyor.
Yetişemiyorum. O kadar hızlı koşuyor ki, koşarken ara sıra bir şeyler
mırıldanıyor ama kulaklarımda uğuldayan rüzgar nedeniyle dediklerini
anlayamıyorum.
İlk
sokağı bitiriyoruz ki sol göğsümün altına yapışan acıyla olduğum yerde
dikilikalıyorum. Suratsız’da durmak zorunda kalıyor.
“Sen
git,” diyorum. Ciddiyim. “Bir adım daha atacak halim kalmadı benim.”
“Sen
seçilmiş olansın,” diyor.
“Ama
aynı zamanda insanım da,” diye söyleniyorum. Hem de hayatı boyunca doğru düzgün
spor yapmamış bir insan. Bundan eminim hem, diğerinden emin bile değilim.
“Geç
kalırsak bunu sana hatırlatırım,” diyor. Yüzüne bakıyorum. Hatırlatır.
Kaşlarının arasında alnına uzayan dikine paralel iki çizgi beliriyor. “Çok
değerli saniyeleri boşu boşuna bitirdiğinin farkında mısın?”
Derin
bir nefes alıyorum. Taksi şoförüne koşturarak gidecek ve bilmediğim onlarca
kuralı bu nedenle ihlal edecek kadar hevesliyim aslında. Aldığım nefes sol
göğsümün altında acıyan bölgeyi iyice yakıyor. Çocukluğumdan beri biraz koşacak
olsam hep böyle oluyorum. Hemen göğsümün altı sancıyor, nefes bile alamadan
dikildiğim yerde kaskatı kalıveriyorum. Anımsıyorum. On yedi, on sekiz
yaşlarındayken evimizin yakınındaki toprak sahada arkadaşlarımla futbol
oynadığımızda bile daha ilk beş dakikada, genellikle orta saha civarlarında bir
elimi göğsümün altına bastırarak yere yığılıyorum. Bu yüzden takımın kalecisi
yapıyorlar beni ve bu yüzden hiçbir maçı kazanamıyoruz.
“Dalağın
mı şişti?”
Cevap
bile veremiyorum.
“Şimdi
koş,” diyor. Emir veriyor demek daha doğru olur. Sesindeki otoriter tını
küçükken dedemin sabrının en son katına geldiğinde ki ses tonunu andırıyor.
Sesimi çıkarmadan peşinden koşturuyorum.
İki
sokağı dört dakikada geçiyoruz. Durduğumuzda sol göğsümdeki acının yarısı
baldırlarıma, diğer yarısı burnumun hemen arkasına yerleşmiş sızım sızım
sızlıyor. Ellerimi dizlerime dayayarak olduğum yerde bükülü veriyorum.
“Burası,”
diye fısıldıyor.
Nefes
almakta zorlanarak başımı kaldırıyorum.İşaret ettiği yöne bakıyorum. Etrafında
tek sokak lambasının bulunmadığı için karanlıklar içerisinde hapsolmuş ahşap
tek katlı bir binanın önünde duruyoruz. Açık yeşil tonlu kapısında, kapının
yarısını kapatacak şekilde koyu lacivert 117 yazıyor.
“Evet,
fark ettim.”
Suratsız
birkaç adım gerileyerek başıyla kapıyı işaret ediyor. Bu haydi çal o zaman
demek. Yüzünden stresli olduğu apaçık belli. Niyeyse sanki kapının yanında bile
durmaya korkuyor. Gece yarısı mezarlıktan geçmekten çekinen insanlar gibi
bedeninin kapladığı alanı daraltmaya uğraşarak kıpırdanıyor. Suratsız’ın bu hali
biraz olsun endişelenmeme neden oluyor. Yavaşça kapıya yaklaşıp yumruk yaptığım
sağ elimi açık yeşil kapıdaki ikinci birin üzerine üç kere vuruyorum.
Hareket
yok. Kapının arkasından kimsenin geldiğine dair ayak sesleri duyulmuyor.
Suratsız’a bakıyorum. Beklediği yerden iki üç adım daha gerilemiş beni
seyrediyor. Kendisine döndüğümü görünce başıyla bir daha dene tarzı bir hareket
yapıyor.
Buraya
dek gelmişim. Bütün cesaretimi toplayıp tekrar denemeye karar veriyorum.
Dönüyorum ve yumruk yaptığım sağ elimi yeniden kapıya vurmak üzere
hazırlanıyorum. Kapı ben daha okumaya henüz başladığım duamı bitiremeden
menteşelerine özgü tiz bir cayırtıyla açılıveriyor. Olduğum yerde sıçrıyorum.
Dokuz, on yaşlarında bir kız çocuğu kapının önünde beliriveriyor.
“Ben,
ben şey,” diyorum.
Küçük
kız başını belli belirsiz sallayarak selamlıyor beni.
Kısık
bir sesle, “Memnun oldum,” diye mırıldanıyor. “Ben de Kimo.”
“Hayır
hayır,” diyorum. Beni yanlış anlıyor. “Beni yanlış anladınız, ben Orçun.
Puşt’la görüşecektim,” diye düzeltiyorum.
Küçük
kız gözlerimin içine bakarak beni izliyor bir süre.
“Burada
öyle biri yok,” diyerek ahşabına has gümlemeyle kapıyı kapatıyor. Öylece
kalakalıyorum. Suratsız’a dönüyorum. Birkaç adım yaklaşmış beni izliyor.
Aramızda konuşulanları duymamış.
“Ne
oldu?” diye soruyor.
Suratsız’ın
sorusu garibime gidiyor.
“Ne
mi oldu?” diyorum. “Niye sen düşünceleri okuyamıyor musun?”
“Okuyorum
tabi,” diye fısıltıyla bağırıyor. “Ama gecenin bir yarısı şu an seni bile
görmekte zorlanıyorum üstat.”
“Küfür
etme,” diyorum sertçe. Sesim dedemin sesindeki tonlamaya çok yakın.
Suratsız
canımın sıkıldığını fark ediyor. “Özür dilerim,” diye sızlanarak yanıma
geliyor. Stresli. “Yana kay, istersen bir de ben deneyeyim.”
Dediğini
yapıyorum ve yana kayıyorum. Korktuğunu nefes alışlarından anladığım yol
arkadaşım, kapıya yaklaşınca nefesini tutuyor ve yumruk yaptığı eliyle kapıya
dokunuyor. Yumruğun tahta kapıya değdiğinde çıkması gereken sesi duyamıyorum.
“Bir
daha dene,” diyorum. “Bu kez vurduğunu duyalım ama.”
Daha
sözlerimi bitiremeden kapı açılıyor. En fazla on yaşlarındaki kız tekrar
kapının önünde beliriyor. Gözlerini Suratsız’a dikmiş öylece duruyor.
Suratsız
boğazını temizledikten sonra kalıbına yakışmayacak kadar ince bir sesle
yalvarır gibi inliyor.
“Puşt
Bey evde mi acaba?”
Küçük
kız başını çevirmeden gözlerinin ucuyla beni kesiyor. Ardından içeri girip
kapıyı kapatıyor. Suratsız’a dönüyorum. Eliyle bekle diyor. Sakinleşmiş sanki.
“İsmin
sonuna bey koydun mu bütün kapılar açılır göreceksin,” diye fısıldıyor.
Daha
cümlesini henüz tamamlıyor ki kapı yeniden açılıyor.
“Kim
arıyor,” diye soruyor küçük kız.
Suratsız
bakışlarını küçük kızdan almadan başıyla beni işaret ediyor.
“Seçilmiş
olan.”
“Burada
öyle biri yok,” diyor. “Yalnızca ben varım.”
Uzadıkça
uzayan fakat sonuca bağlanmayan ve asla bağlanacakmış gibi görünmeyen diyaloga
katılma zamanımın geldiğine karar veriyorum. Ne de olsa 117 numaraya gece saat
birde gelmek benim fikrim.
“Ama
nasıl olur,” diye söyleniyorum. “Ves dedi ki?”
Küçük
kız göz uçlarını sabitleyerek başını çeviriyor ve beni tam karşısına alıyor.
“Ves
mi?” diye çığlık atıyor. “Vesikalı mı?” Küçük bir kızdan bu denli büyük bir
gürültü beklemiyorum. Heyecanı tanıyorum. “İyi mi o?”
“Bilmiyorum.”
Suratsız
küçük kızla ikimizin arasına giriyor.
“O
seçilmiş olan,” diyor tekrar. Küçük kız başını bana doğru eğiyor.
“Vesikalı
nerede?” Endişeleniyor. Sesindeki titremeler oluşturduğu her yeni cümleyle
biraz daha artıyor. Belli ki cevabımızı beklerken kendi kafasında kurduğu
senaryolar canını sıkmaya yetmiş. “Bu akşam geleceğini söylemişti, gelmedi,”
diyor. Sesi iyice kısılıyor.
Suratsız
başını kaşıyor önce. Çok kısa bir süre bana dönüyor, söylemek istemiyor ama,
başka çaresi yok. Sonra tekrar kıza çeviriyor bakışlarını.
“Vesikalı
vatan haini ilan edildi,” diyor. “Galiba.” Sesi sıcak mı yoksa soğuk mu
çıkaramıyorum.
Küçük
kız Suratsız’ın sözlerini işitince elleriyle ağzını kapatıp iki adım geriliyor.
Kafasında kurduğu senaryo her neyse bu kadar kötü değil. Ağzından ergenlik
çağındaki gençlerin penisini fermuara kaptırdığında çıkardığına benzer bir
çığlık çıkıyor. İster istemez küçük kızın fermuarı var mı diye bakıyorum. Etek.
Kimo
elleriyle ağzını kapattığı için anlaşılır olmaktan uzak, boğuk buyur ediyor;
“İçeri girin.”
Suratsız
bir eliyle ayakları ucundaki çantayı kavrıyor, diğer eliyle beni elimden tutup
kızın gerilediği zaman kapıyla arasında kalan boşluktan içeri çekiyor.
Gözlerimi ellerini hala dudaklarının üzerinden çekemeyen kızın şaşkınlıktan
irileşmiş gözlerinden alamıyorum. Daha gerçeği gözlerindeki irileşmenin
şaşkınlıktan olduğuna kanaat getiren benim. Çünkü her saniye bunun nedeninin
sadece şaşkınlık olamayacağına inanıyorum.
Küçük
kız da içeri girip kapıyı kapattığı an dışarıdan gelen siren sesini duyuyorum.
Sanırım bu dokuzlara girilmeyeceğini belirtir uyarı.
Suratsız
tahminimin doğruluğunu ispat edercesine, “Tam zamanı,” diyor. “Dokuzlara girmek
yasaklandı.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder