12 Haziran 2025 Perşembe

SEÇİLMİŞ OLAN 16

 

“bunlarda benden olsun istediğiniz başka bir şey varsa çekinmeyin buyurun lütfen.” 

Aynen Suratsız’ın dediği gibi de oluyor. Başka renk kalmadığı için iki tane pembe şemsiye, yaklaşık bir kilo ay çekirdeğini ve ikişer çift bordo renkli yün çorabı Aysel’in külotu karşılığında kendinden aldıklarımızla beraber hediye ediyor. Hatta bununla da yetinmiyor, bir buçuk ay önce otuz yaşına girip suya dönüştürülen büyük abisinden kalan son bidon sudan bile ikram ediyor. Tabi kabul etmiyorum önce, arkasından Suratsız bunun çok büyük bir hakaret kabul edilebileceğini söyleyince, üzerime yürümeye başlayan kalabalığın da etkisi var tabi, bir bardak içiyorum. Daha önce yemiyorum ama, insan tuzlu olur diye düşünmüşümdür hep. Belki çoğunun çiğ süt emdiğinden, belki de hep kavga ettiklerinden böyle düşünmüşümdür. Oysa su neredeyse şekerli.

“Tatlı bu su.”

Suratsız, “İnsanın ruhu tatlıdır,” diyor. “Tuzlu olan bedendir. İyi niyet şekerden kök alır, tuz anlaşmazlıklar ve kötü düşüncelerle bedende birikir. Su olunca kötü ne varsa posada kalır. Posa kalan da sadece odur zaten. Kanın şekerini kalbin kiri tuzluya çevirir. Kulak kirini hatırla, ne kadar güzel şeyler duysan da kulaklarını temizlemezsen kiri acıdır. Öyle değil mi?”

“Öyle,” diyorum. “Galiba. Emin değilim.” Emin değilim. Küçükken kulağıma soktuğum parmağımı farkında olmadan ağzıma götürdüğümü hatırlıyorum. Acı. Hem de öyle böyle değil bayağı acı. Sonra kendi sümüğünü yiyen arkadaşım Süleyman aklıma geliyor. Aynı zamanda kendi osuruğunu koklamaktan da zevk alıyor. Ne iğrenç bir çocuktu. Büyüyünce bir hastaneye genel müdür olmuş diye duyuyorum. Sümüğün tadı nasıldır diye düşünüyorum. Acı olmaz herhalde. Kesinlikle acı olamaz. Yine de emin olamıyorum.

“Olacaksın,” diye mırıldanıyor Suratsız.

Kendi düşüncelerime dalınca konudan uzaklaşıyorum.

“Ne?” diye soruyorum.

“Yaşarken o derece kire bulanırız ki, adamakıllı banyo yapmadan vücudumuz nefes alamaz olur,” diyor. “Gözenekleri kapalı bedense gözleri kapalı nöbetçiye benzer. Kapıdan girenleri kokularıyla tanımaya çalışırız, aynı ruhunu görmediklerimizi giysilerinden anlamaya çalıştıklarımız gibi.”

“Peki banka?” diye soruyorum.

Suratsız ne demek istediğimi anlayamıyor. Konuyla tamamen alakasız bir soru aslında. Bana sorarsanız sorduğum bu soruyla ben de şaşırıyorum. Aniden aklıma düşüveriyor işte.

“Banka mı?” diyor.

“Evet banka. Eğer para kullanmıyorsanız bankaya ne gerek var ki?”

Elindeki yarısına dek su dolu bardağı kafasına dikip boşunu satıcıya veriyor.

“Su gibi aziz olsun,” diyor.

Satıcı bardağı alırken gülümseyerek, “Azizin bol olsun,” diye karşılık veriyor.

Suratsız hafifçe öne eğilerek selamlıyor, arkasından bana dönüyor.

“Çöplükte bana bahsettiğin dostluk anlaşmasını hatırlıyor musun?” diye soruyor.

Gayet resmi sözlerle bezenmiş, gayet resmi renkli kağıdı anımsıyorum. O sıra çok saçma geliyor. Birine ben senin arkadaşınım demek bile saçma geliyorken, bunu noter tasdikli imzalı kağıda yazdırmanın ne anlamı var ki. Karşılaştığında selam verirsin, o da verir. Bir dahaki sefere aynısı tekrar ederseniz üçüncü karşılaşmanızda dostsunuzdur.

“Evet, hatırlıyorum.”

“Bazen böyle anlaşmalar paradan daha kıymetli olabiliyor,” diye konuşuyor.

“Nasıl yani,” diyorum. “Koskoca banka sadece anlaşma kağıtlarını saklamak için mi kuruldu yani?” Mantıklı değil bu. Koskoca binası, koruma görevlileri ve kim bilir kaç tane çalışanıyla caddenin en şaşaalı yerinde bulunan banka en fazla bin tane olsun anlaşma kağıtlarını depolamak için mi? 

Gülümseyerek başını sallıyor.

“Para saklamaktan daha güzel değil mi?”

Cevap vermiyorum. Veremiyorum aslında. Belki de haklı. Aslında belki de değil, kesinlikle haklı. Dostlukları bozan banknotlar yerine dostluklara neden olan evrakları saklamak daha doğru olabilir.

“Haklısın,” diyorum. Bunu içimden söylediğimi sanıyorum, kendi sesimle utanıyorum birden. Sonra Suratsız’ın düşünceleri okuyabildiği aklıma geliyor, nasılsa düşüncelerimi öğreniyor.

“Evet, haklıyım,” diyerek sözlerimi onaylıyor.

“Peki kazanç?”

“Aklın fikrin kazançta değil mi?” diye soruyor.

Aslında değil fakat, işin ucundaki sektör bankacılık olunca aklıma ilk gelen kazanç oluyor. Yoksa değirmenin suyu olmadan değirmenin taşı nasıl dönecek ki? Damarda kan akmayacaksa beden kurumaya mahkum yani. Özeti bu. Suratsız’a göre değil yine de.

“Bunların gönüllü yapılabileceği aklına hiç gelmiyor mu?”

“Vakıf mı?” Aklıma ancak bu kadar gelebiliyor işte.

“Değil.” Cevap net. “Ama sayılır. Bazı değerleri korumak gerektiğine inanırız biz, bu nedenle on altı yaşını dolduran kadın erkek bütün vatandaşlar hayatlarımızın altı ayını bankalarda ücretsiz görev alarak geçiririz.”

“Askerlik gibi mi?”

“Gibisi fazla,” diyor. “Böylelikle değer yargılarımızı asla kaybetmeyiz ve komşuluk olsun, arkadaşlık olsun vesaire asla unutmayacağımız değerlerimiz hep kalır.”

“Soyları tükenen hayvanları koruma altına almak gibi,” diye vurguluyorum. Anlayabildiğim bu. Önce öldürüp sonra tükeniyor diye bir yerlerimizi yırttığımız hayvanların soylarını kurtarma çalışmalarımızda böyle değil mi?

Suratsız örneğimi sözlerine pek benzer bulmamış olacak düzeltiyor. “Aslına bakarsan hayvanlaşmamak için diyelim,” diyor. “Biz hayvanlaşmayınca tükenecek soy kavramı diye bir sorun kalmıyor nasılsa.” Birden bir şeyleri aniden hatırlayıvermiş gibi gözleri irileşiyor. “Eyvah,” diye bağırıyor saatine bakarak.

“Eyvah mı?” Şu an duymak istediğim kelimenin bu olduğunu hiç mi hiç sanmıyorum. “Ne oldu?” Bildiğim kadarıyla eyvah aklına aniden geliveren güzel bir ayrıntının başına uygun düşmüyor. Gerçi üstadı küfür, eşşoğlueşşeği espri diye kabul eden bir toplumun içindeyim ama, bu kadar da değil herhalde.

Sorumu bileğindeki saati gözlerime tutarak yanıtlıyor.

“Ne olacak saat bire on var,” diye bağırıyor.

Saatine bakıyorum. Bire on bir var.

“Eee.”

“E si on dakika sonra dokuzlara girilemeyecek hatırladın mı? Koş çabuk gideceğimiz yere üç sokak var.”

Bileğimden tutup koşuşturmaya başlıyor. Kenetlediği parmaklarının altında kalan damarlarımda kan akışı duruyor, bileğim parmaklarıma doğru uyuşmaya başlıyor. Yetişemiyorum. O kadar hızlı koşuyor ki, koşarken ara sıra bir şeyler mırıldanıyor ama kulaklarımda uğuldayan rüzgar nedeniyle dediklerini anlayamıyorum.

İlk sokağı bitiriyoruz ki sol göğsümün altına yapışan acıyla olduğum yerde dikilikalıyorum. Suratsız’da durmak zorunda kalıyor.

“Sen git,” diyorum. Ciddiyim. “Bir adım daha atacak halim kalmadı benim.”

“Sen seçilmiş olansın,” diyor.

“Ama aynı zamanda insanım da,” diye söyleniyorum. Hem de hayatı boyunca doğru düzgün spor yapmamış bir insan. Bundan eminim hem, diğerinden emin bile değilim.

“Geç kalırsak bunu sana hatırlatırım,” diyor. Yüzüne bakıyorum. Hatırlatır. Kaşlarının arasında alnına uzayan dikine paralel iki çizgi beliriyor. “Çok değerli saniyeleri boşu boşuna bitirdiğinin farkında mısın?”

Derin bir nefes alıyorum. Taksi şoförüne koşturarak gidecek ve bilmediğim onlarca kuralı bu nedenle ihlal edecek kadar hevesliyim aslında. Aldığım nefes sol göğsümün altında acıyan bölgeyi iyice yakıyor. Çocukluğumdan beri biraz koşacak olsam hep böyle oluyorum. Hemen göğsümün altı sancıyor, nefes bile alamadan dikildiğim yerde kaskatı kalıveriyorum. Anımsıyorum. On yedi, on sekiz yaşlarındayken evimizin yakınındaki toprak sahada arkadaşlarımla futbol oynadığımızda bile daha ilk beş dakikada, genellikle orta saha civarlarında bir elimi göğsümün altına bastırarak yere yığılıyorum. Bu yüzden takımın kalecisi yapıyorlar beni ve bu yüzden hiçbir maçı kazanamıyoruz.

“Dalağın mı şişti?”

Cevap bile veremiyorum.

“Şimdi koş,” diyor. Emir veriyor demek daha doğru olur. Sesindeki otoriter tını küçükken dedemin sabrının en son katına geldiğinde ki ses tonunu andırıyor. Sesimi çıkarmadan peşinden koşturuyorum.

İki sokağı dört dakikada geçiyoruz. Durduğumuzda sol göğsümdeki acının yarısı baldırlarıma, diğer yarısı burnumun hemen arkasına yerleşmiş sızım sızım sızlıyor. Ellerimi dizlerime dayayarak olduğum yerde bükülü veriyorum.

“Burası,” diye fısıldıyor.

Nefes almakta zorlanarak başımı kaldırıyorum.İşaret ettiği yöne bakıyorum. Etrafında tek sokak lambasının bulunmadığı için karanlıklar içerisinde hapsolmuş ahşap tek katlı bir binanın önünde duruyoruz. Açık yeşil tonlu kapısında, kapının yarısını kapatacak şekilde koyu lacivert 117 yazıyor.

“Evet, fark ettim.”

Suratsız birkaç adım gerileyerek başıyla kapıyı işaret ediyor. Bu haydi çal o zaman demek. Yüzünden stresli olduğu apaçık belli. Niyeyse sanki kapının yanında bile durmaya korkuyor. Gece yarısı mezarlıktan geçmekten çekinen insanlar gibi bedeninin kapladığı alanı daraltmaya uğraşarak kıpırdanıyor. Suratsız’ın bu hali biraz olsun endişelenmeme neden oluyor. Yavaşça kapıya yaklaşıp yumruk yaptığım sağ elimi açık yeşil kapıdaki ikinci birin üzerine üç kere vuruyorum.

Hareket yok. Kapının arkasından kimsenin geldiğine dair ayak sesleri duyulmuyor. Suratsız’a bakıyorum. Beklediği yerden iki üç adım daha gerilemiş beni seyrediyor. Kendisine döndüğümü görünce başıyla bir daha dene tarzı bir hareket yapıyor.

Buraya dek gelmişim. Bütün cesaretimi toplayıp tekrar denemeye karar veriyorum. Dönüyorum ve yumruk yaptığım sağ elimi yeniden kapıya vurmak üzere hazırlanıyorum. Kapı ben daha okumaya henüz başladığım duamı bitiremeden menteşelerine özgü tiz bir cayırtıyla açılıveriyor. Olduğum yerde sıçrıyorum. Dokuz, on yaşlarında bir kız çocuğu kapının önünde beliriveriyor.

“Ben, ben şey,” diyorum.

Küçük kız başını belli belirsiz sallayarak selamlıyor beni.

Kısık bir sesle, “Memnun oldum,” diye mırıldanıyor. “Ben de Kimo.”

“Hayır hayır,” diyorum. Beni yanlış anlıyor. “Beni yanlış anladınız, ben Orçun. Puşt’la görüşecektim,” diye düzeltiyorum.

Küçük kız gözlerimin içine bakarak beni izliyor bir süre.

“Burada öyle biri yok,” diyerek ahşabına has gümlemeyle kapıyı kapatıyor. Öylece kalakalıyorum. Suratsız’a dönüyorum. Birkaç adım yaklaşmış beni izliyor. Aramızda konuşulanları duymamış.

“Ne oldu?” diye soruyor.

Suratsız’ın sorusu garibime gidiyor.

“Ne mi oldu?” diyorum. “Niye sen düşünceleri okuyamıyor musun?”

“Okuyorum tabi,” diye fısıltıyla bağırıyor. “Ama gecenin bir yarısı şu an seni bile görmekte zorlanıyorum üstat.”

“Küfür etme,” diyorum sertçe. Sesim dedemin sesindeki tonlamaya çok yakın.

Suratsız canımın sıkıldığını fark ediyor. “Özür dilerim,” diye sızlanarak yanıma geliyor. Stresli. “Yana kay, istersen bir de ben deneyeyim.”

Dediğini yapıyorum ve yana kayıyorum. Korktuğunu nefes alışlarından anladığım yol arkadaşım, kapıya yaklaşınca nefesini tutuyor ve yumruk yaptığı eliyle kapıya dokunuyor. Yumruğun tahta kapıya değdiğinde çıkması gereken sesi duyamıyorum.

“Bir daha dene,” diyorum. “Bu kez vurduğunu duyalım ama.”

Daha sözlerimi bitiremeden kapı açılıyor. En fazla on yaşlarındaki kız tekrar kapının önünde beliriyor. Gözlerini Suratsız’a dikmiş öylece duruyor.

Suratsız boğazını temizledikten sonra kalıbına yakışmayacak kadar ince bir sesle yalvarır gibi inliyor.

“Puşt Bey evde mi acaba?”

Küçük kız başını çevirmeden gözlerinin ucuyla beni kesiyor. Ardından içeri girip kapıyı kapatıyor. Suratsız’a dönüyorum. Eliyle bekle diyor. Sakinleşmiş sanki.

“İsmin sonuna bey koydun mu bütün kapılar açılır göreceksin,” diye fısıldıyor.

Daha cümlesini henüz tamamlıyor ki kapı yeniden açılıyor.

“Kim arıyor,” diye soruyor küçük kız.

Suratsız bakışlarını küçük kızdan almadan başıyla beni işaret ediyor.

“Seçilmiş olan.”

“Burada öyle biri yok,” diyor. “Yalnızca ben varım.”

Uzadıkça uzayan fakat sonuca bağlanmayan ve asla bağlanacakmış gibi görünmeyen diyaloga katılma zamanımın geldiğine karar veriyorum. Ne de olsa 117 numaraya gece saat birde gelmek benim fikrim.

“Ama nasıl olur,” diye söyleniyorum. “Ves dedi ki?”

Küçük kız göz uçlarını sabitleyerek başını çeviriyor ve beni tam karşısına alıyor.

“Ves mi?” diye çığlık atıyor. “Vesikalı mı?” Küçük bir kızdan bu denli büyük bir gürültü beklemiyorum. Heyecanı tanıyorum. “İyi mi o?”

“Bilmiyorum.”

Suratsız küçük kızla ikimizin arasına giriyor.

“O seçilmiş olan,” diyor tekrar. Küçük kız başını bana doğru eğiyor.

“Vesikalı nerede?” Endişeleniyor. Sesindeki titremeler oluşturduğu her yeni cümleyle biraz daha artıyor. Belli ki cevabımızı beklerken kendi kafasında kurduğu senaryolar canını sıkmaya yetmiş. “Bu akşam geleceğini söylemişti, gelmedi,” diyor. Sesi iyice kısılıyor.

Suratsız başını kaşıyor önce. Çok kısa bir süre bana dönüyor, söylemek istemiyor ama, başka çaresi yok. Sonra tekrar kıza çeviriyor bakışlarını.

“Vesikalı vatan haini ilan edildi,” diyor. “Galiba.” Sesi sıcak mı yoksa soğuk mu çıkaramıyorum.

Küçük kız Suratsız’ın sözlerini işitince elleriyle ağzını kapatıp iki adım geriliyor. Kafasında kurduğu senaryo her neyse bu kadar kötü değil. Ağzından ergenlik çağındaki gençlerin penisini fermuara kaptırdığında çıkardığına benzer bir çığlık çıkıyor. İster istemez küçük kızın fermuarı var mı diye bakıyorum. Etek.

Kimo elleriyle ağzını kapattığı için anlaşılır olmaktan uzak, boğuk buyur ediyor; “İçeri girin.”

Suratsız bir eliyle ayakları ucundaki çantayı kavrıyor, diğer eliyle beni elimden tutup kızın gerilediği zaman kapıyla arasında kalan boşluktan içeri çekiyor. Gözlerimi ellerini hala dudaklarının üzerinden çekemeyen kızın şaşkınlıktan irileşmiş gözlerinden alamıyorum. Daha gerçeği gözlerindeki irileşmenin şaşkınlıktan olduğuna kanaat getiren benim. Çünkü her saniye bunun nedeninin sadece şaşkınlık olamayacağına inanıyorum.

Küçük kız da içeri girip kapıyı kapattığı an dışarıdan gelen siren sesini duyuyorum. Sanırım bu dokuzlara girilmeyeceğini belirtir uyarı.

Suratsız tahminimin doğruluğunu ispat edercesine, “Tam zamanı,” diyor. “Dokuzlara girmek yasaklandı.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ŞEY

  Çook yıllar önce. Babam o zamanlar boyacılık yapıyor. Bir gün sabahın beşinde, -niyeyse kargalar uyanmadan yola çıkıyorduk hep- evden çıkt...