7 Haziran 2025 Cumartesi

SEÇİLMİŞ OLAN 14

 

“bunlarda kim, neler oluyor

burada?”


Gündüz girdiğimde bomboş olan caddenin neredeyse adım atılmayacak şekilde kalabalıklaştığını görünce şaşırıyorum. Günün en yoğun olmasını beklediğim zamanında yaşlı bir adam ve sonradan karım olduğunu öğrendiğim solucanlarını gezdiren sarışın bir kadından başka kimsenin çıkmadığı cadde, şimdi karnaval yeri gibi. Dikkatimi çeken ilk şey, daha doğrusu gün boyunca anlatılanlardan sonra doğruluğunu kendi gözlerimle gördüğüm ilk şey; etrafta yaşlı insanların bulunmayışı. Bir tane bile yılların yüzüne, enine ya da boyuna çizgi çektiği insan göremiyorum.

Suratsız şaşkınlığımı fark ediyor.

“Yusuflu’ya hoş geldin,” diyor ve ekliyor, “Gerçek Yusuflu’ya demek istedim yani uyanmış Yusuflu’ya.”

Uyanmış Yusuflu. “Bu insanlar neredeydiler peki?” diye soruyorum. “Gündüz yol bomboştu.”

Cadde etrafındaki bütün sokak lambaları yakılmış ve gündüz ancak içerisini görebildiğim kadarıyla ne dükkanı olduğu hakkında tahmin yürütebildiğim binalara devasa boyutlarda tabelalar asılmış.

Suratsız; “Evlerindeydiler,” diyor. “Onlar ancak geceleri çalan uyanış sireninden sonra sokağa çıkarlar, sabah olana dek alış veriş yaparlar, birbirlerini ziyaret ederler falan. Sonrada güneş doğuyor sireniyle evlerine dönerler.”

“Neden?” diye soruyorum bu kez. Merak ediyorum, gelişmiş diyebileceğim ülkelerde sırf gün ışığından bir saat daha kazanabilmek adına yıllık saat sistemleri ileri geri oynatılıyorken, burada hayatın tamamını karanlık gecelere gömmenin ne gereği var. Yahut bu durum açıklanabilir mi? Garip bir hastalığın neticesinde, olmaz olmaz dememek lazım; genetik bir rahatsızlığın sonucu güneş ışığına karşı alerjileri mi var? Daha kötüsü tüylerim diken diken oluyor ama vampirler mi yoksa? Yok canım. Vesikalı’nın öğle vakti sokağa çıktığını hatırlayınca yoğun düşünce trafiğimden kurtulup rahat bir nefes alıyorum. Yaşlı adam da öyle. Derin nefesi ikiliyorum. Neyse ki vampir olamazlar. Hem vampir diye bir şey yok ki.

Suratsız elimden tutarak bir ara sokağa doğru koşturuyor.

“Gel,” diyor. “Bunu sonra açıklarım. Önce pazara gidelim. Bugün şehrin pazarı var. Saklanacaksak yiyecek bir şeyler almamız gerekiyor.”

“İnsan eti mi?” diye bağırıyorum. “Asla. Ölmeyi tercih ederim.”

Suratsız koşturmaya devam ederken bana dönüyor.

“Tanrı aşkına sen hep et mi yiyorsun yani?”

Cevap vermiyorum. Az ilerde bankanın önünde bir kadınla ayaküstü sohbet eden adam dikkatimi çekiyor. Tanıyorum sanki. Yüzü bir yerlerden aşina. Karşısında el kol hareketleriyle desteklediği belli cümlelerini hararetle anlatan kadını dikkatle dinliyor. Birine dikkatli baktığınızda baktığınızı hisseder ya, öyle oluyor. Adam da bir ara bana bakıyor. Başını kaldırmadan. Kaşlarının altından şöyle bir. Tanıyor ama çıkaramıyor gibi. İmkansız olduğunu bilmesem, bakışlarımızın çakıştığında başıyla selam verdiğini bile söyleyebilirim. Öyle ki, karşısında nefes bile almadan anlatmayı sürdüren kadın, araya girenin kim olduğunu görebilmek için bana dönüyor.

Suratsız, “Şimdi hızlan biraz,” diye çekiştiriyor. “Daha yapacağımız bir sürü iş var. Alışverişi bitirip 117 numaraya gideceğiz. Kırk beş dakikamız kalmış, koş.”

Aniden duruyorum. Benimle oyun oynuyor olmalı. Bu kadarı da fazla. Ben durunca koşturan Suratsız’da durmak zorunda kalıyor.

“Şimdi ne oldu?” diye soruyor. “Şimdi neden durduk?”

“Hani sabaha kadar sokaktaydılar?” diyorum. Öyle ya daha üzerinden beş dakika bile geçmemişti sabah oluyor sireniyle evlerine dönerler dediğinin. “Saat daha geceyarısı.”

Suratsız; “Haklısın,” diye cevaplıyor. “Ama dokuzlara birden sonra girmek koruyucu ruhları kızdırır.”

“Koruyucu ruhlar mı?”

Her şey bir yana şimdi bir de batıl inançlar karşıma çıkıyor. Toplum ne kadar farklılaşırsa farklılaşsın batıl inançlar hep sabit. Ağzımı açıp cevap verecekken yolun kıyısındaki bahçe duvarına bitişik taksiyi görüyorum. Gündüz Vesikalı’ya rastlamadan önce sahibini aradığım halde bulamadığım aracın başında genç bir adam ön kapağı kaldırmış motor aksamıyla uğraşıyor.

“Bir dakika,” diyerek o yöne doğru fırlıyorum.

Suratsız ne yapmak istediğimi çıkaramadan olduğu yerde kalakalıyor. Düşüncelerimi okuduğunu iddia eden biri için oldukça garip.

“Bekle,” diye bağırıyor arkamdan. “Dikkatli olmamız gerekiyor.”

Cümlesini bitirene dek ben arabasını onarmaya çalışan adamın yanına varıyorum bile.

“İyi akşamlar,” diyorum.

Genç adam başını gömdüğü işten ayırıp beni süzüyor. Yüzü gözü yağ içinde. En fazla onsekiz, on dokuz yaşlarında olmalı. Taş çatlasın yirmi.

“Seninle olsun,” diyor.

Kimin benimle olacağı temennisinde anlamıyorum ama, bunun şimdi benim için hiçbir önemi yok. Başımı eğerek ne demek istediğini anlamışçasına teşekkür ediyorum. Bildiğim tek şey yalandan kimsenin ölmeyeceği.

“Affedersiniz,” diyorum. “Taksi sizin mi acaba?”

“Sen yabancısın galiba,” diyor.

Başımla onaylıyorum yine.

“Evet, götürgeç benim,” diye cevap veriyor. Tekrar başını çıkardığı aksamlar üzerine gömerek yarıda kestiği işine devam ediyor.

“Affedersiniz,” diyorum tekrar. Omzundan tutarak dikkatini çekmeye çalışıyorum. Başını kaldırıyor. “Ben taksinizi kiralamak istiyorum, beni istediğim yere götürebilir misiniz acaba?”

Elimi dokundurduğum omzunu silkerek kurtarıyor. “Tabi,” diyerek ön kaputu kapatıyor. “Nereye?”

“Sıtkısıyırtan ormanına gitmem gerekiyor,” diyorum.

Kapattığı kaputu hızla açıyor, “Üzgünüm,” diye söyleniyor. Sesi korku dolu. “Götürgeç bozuk.” Taksi bozuk değil. Bunu bilmek için makine mühendisi olmaya gerek yok. Yalan söylüyor, ama, niye?

“Ama az önce kabul etmiştin,” diye ısrar ediyorum. Kabul etmek bir yana motor kapağını bile kapatıyor hatta. “İki katı para veririm.” O kadar param olduğundan emin değilim.

“Bak,” diyor. “Az önce omzuma dokundun sesimi çıkarmadım, buradan uzaklaş istersen. Yoksa gündüz irtiba durdurbaklarını evine yollarım.”

“İrtiba durdurbakları mı?”

On sekiz on dokuz yaşlarındaki ergen kendine iki numara büyük ses tonuyla, “Şimdi beni iyi dinle yabancı,” diye gürlüyor. Sesindeki korku vurgularına kadar işliyor. “Bu araba doksan beş beygir gücünde. Kırk ikisi dün gece uzun yoldan geldi, yani, yorgunlar. Kaldı; elli üç tane. İkisi taşlı tarlaya gideceğiz diye ayağını kırdı, vurmak zorunda kaldım. Kaldı; elli bir. Yirmi biride gribal rahatsız. Kaldı; otuz tane. Otuz tane beygir gücüyle de Sıtkısıyırtan’a gidemeyiz, tamam mı?”

Kızıyor. Üzerine su damlatsan buhar edecek denli sinirleniyor. Tam ağzımı açıp bir şeyler daha söyleyecekken Suratsız geliyor ve eliyle ağzımı kapatıp beni kenara çekiyor. Kızdığı gözlerinden fışkırmaya hazır alevlerden belli. Nedense öfkenin rengini çok iyi tanıyorum.

“Sen deli misin be,” diye bağırıyor. “Tanımadığın insanlara dokunamazsın.”

“Dokunamam mı?”

“Tabi ki dokunamazsın. İrtibat durdurbakları duysa ömür boyu eldivenle gezmeye mahkum eder adamı.”

Taksisinin başındaki genç adama dönüyorum. İşine dönmüş, kaldığı yer neresiyse oradan devam ediyor.

“Nasıl yani?” diye soruyorum. Suratsız benimle birlikte taksisi olan adama bakıyor.

“Neyse ki şikayet edecek gibi durmuyor,” diyor. Bana çevriliyor arkasından, bakışlarındaki manyetik dalgalar somutlaşmış gibi alnımın ortasına çivileniyor. “Sen şaşırdın mı ya?”

Ne diyeceğimi bilemiyorum. Ne yaptığımı bilmiyorum ki.

“Adamın dikkatini çekmek için dokunmuştum sadece,” diye mırıldanıyorum. Adamın dikkatini çekmek için dokunuyorum sahiden.

“Adamı korkutmak için öldürmüştüm gibi bir şey bu,” diyor.

Hayda.

Konuşurken boyun damarları serçe parmağım gibi kalınlaşıyor.

“Dokunmakla öldürmenin ne alakası var,” diye soruyorum.

Suratsız bakışlarını arabasını tamir eden genç adama çeviriyor tekrar. Genç adam bir ara kafasını kaldırıp bize doğru bakınca aniden bana dönüyor.

“Eğer birine dokunma iznin olmadan elini sürersen ömrünün kalan kısmını demirden bir eldivenle geçirmek zorunda kalırsın,” diye söyleniyor kısık sesle. Arabasıyla ilgilenen çocuğun duymasını istemediği belli. “Anladın mı?”

Donakalıyorum. Tabii ki anlamıyorum.

“Şimdi lütfen beni takip et ve kimseye benim bilgim olmadan cevap bile verme.”

Suratsız’ın dediğini yapmaya karar veriyorum. Kanunlarını bilmediğim bir yana, tahmin dahi edemeyeceğim bir yerdeyim ve konuşabileceğim tek kişi de Suratsız. Durup düşününce haklı da, ne yaptığımı bilmeden işlenebilecek en kötü suçu işlemem işten bile değil. Birine dokundum diye ömür boyu demirden eldivenlerle yaşamak zorunda kalınabiliyor örneğin. Hiç tanımadığım bir kadın ayakkabısının sağ tekini verdi diye karım sayıldığı gibi mesela ve karım evine geç kaldı diye birlikte vatan haini sayılmamız gibi ayrıca.

“Tamam,” diyorum.

“Pekala,” diyor. Sesi yumuşuyor. O çok iyi tanıdığım kızgınlık alametleri göz bebeklerinin etrafını boşaltıyor aniden. Aslında güzel yeşil gözleri var. “Şimdi izin verirsen pazara gidelim artık.”

“Tamam,” diye tekrarlıyorum. Korkuyorum. “Patron sensin.”

“Lütfen küfür etme,” diyor. Ciddi. “Bağırdığım için özür dilerim ama, yaptığın çok tehlikeliydi.”

“Küfür mü?” diye söyleniyorum. Altı üstü patron sensin diyorum.

Başını sallıyor. Kızdığını belirtir bir ses tonuyla hızlı devam ediyor.

“İstersen bir de üstat de.”

“Üstat mı?” diye soruyorum. Çocukken sırf bana üstat diyor diye babamın iş arkadaşının bize misafir gelmesini dört gözle pencerenin önünde beklediğimi hatırlıyorum.

Gülümsüyor. “Ne o canın sıkıldı,” diyor dalga geçerek. “Hoşuna gitmedi değil mi? Seninle anlaşalım bundan sonra sen bana küfür etme, ben de sana. Anlaştık mı?”

“Anlaştık,” diyorum. Tartışmanın çenemi ağrıtmaktan öteye geçmeyeceğinden eminim nasıl olsa. Yine de nelerin küfür sayıldığını nasıl öğrenebileceğim hakkında en ufak bir fikrim yok. Bu durumlarda deneme yanılma yöntemini hiçbir şeye değişmiyorum, “Anlaştık eşşoğlueşşek,” diye yineliyorum.

Suratsız kahkaha atıyor.

“Tamam,” diyor. “Espriye de gerek yok, unuttum bile. Hadi bakalım hızlan biraz, neredeyse pazara geldik sayılır.”

Artık ana avrat küfür etsem, yalakalık yapıyorsun diyecek neredeyse.

Etmiyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

YAANİ

Şeysel Adaları var bir tane mesela. Dikkatinizi çekerim neysel adaları olduğunu bilen yok aslında. Şeysel aşağı, Şeysel yukarı gidelim de gi...