“bunlarda kim, neler oluyor
burada?”
Gündüz
girdiğimde bomboş olan caddenin neredeyse adım atılmayacak şekilde
kalabalıklaştığını görünce şaşırıyorum. Günün en yoğun olmasını beklediğim
zamanında yaşlı bir adam ve sonradan karım olduğunu öğrendiğim solucanlarını
gezdiren sarışın bir kadından başka kimsenin çıkmadığı cadde, şimdi karnaval
yeri gibi. Dikkatimi çeken ilk şey, daha doğrusu gün boyunca anlatılanlardan
sonra doğruluğunu kendi gözlerimle gördüğüm ilk şey; etrafta yaşlı insanların
bulunmayışı. Bir tane bile yılların yüzüne, enine ya da boyuna çizgi çektiği
insan göremiyorum.
Suratsız
şaşkınlığımı fark ediyor.
“Yusuflu’ya
hoş geldin,” diyor ve ekliyor, “Gerçek Yusuflu’ya demek istedim yani uyanmış
Yusuflu’ya.”
Uyanmış
Yusuflu. “Bu insanlar neredeydiler peki?” diye soruyorum. “Gündüz yol
bomboştu.”
Cadde
etrafındaki bütün sokak lambaları yakılmış ve gündüz ancak içerisini
görebildiğim kadarıyla ne dükkanı olduğu hakkında tahmin yürütebildiğim
binalara devasa boyutlarda tabelalar asılmış.
Suratsız;
“Evlerindeydiler,” diyor. “Onlar ancak geceleri çalan uyanış sireninden sonra
sokağa çıkarlar, sabah olana dek alış veriş yaparlar, birbirlerini ziyaret
ederler falan. Sonrada güneş doğuyor sireniyle evlerine dönerler.”
“Neden?”
diye soruyorum bu kez. Merak ediyorum, gelişmiş diyebileceğim ülkelerde sırf
gün ışığından bir saat daha kazanabilmek adına yıllık saat sistemleri ileri
geri oynatılıyorken, burada hayatın tamamını karanlık gecelere gömmenin ne
gereği var. Yahut bu durum açıklanabilir mi? Garip bir hastalığın neticesinde,
olmaz olmaz dememek lazım; genetik bir rahatsızlığın sonucu güneş ışığına karşı
alerjileri mi var? Daha kötüsü tüylerim diken diken oluyor ama vampirler mi
yoksa? Yok canım. Vesikalı’nın öğle vakti sokağa çıktığını hatırlayınca yoğun
düşünce trafiğimden kurtulup rahat bir nefes alıyorum. Yaşlı adam da öyle.
Derin nefesi ikiliyorum. Neyse ki vampir olamazlar. Hem vampir diye bir şey yok
ki.
Suratsız
elimden tutarak bir ara sokağa doğru koşturuyor.
“Gel,”
diyor. “Bunu sonra açıklarım. Önce pazara gidelim. Bugün şehrin pazarı var.
Saklanacaksak yiyecek bir şeyler almamız gerekiyor.”
“İnsan
eti mi?” diye bağırıyorum. “Asla. Ölmeyi tercih ederim.”
Suratsız
koşturmaya devam ederken bana dönüyor.
“Tanrı
aşkına sen hep et mi yiyorsun yani?”
Cevap
vermiyorum. Az ilerde bankanın önünde bir kadınla ayaküstü sohbet eden adam
dikkatimi çekiyor. Tanıyorum sanki. Yüzü bir yerlerden aşina. Karşısında el kol
hareketleriyle desteklediği belli cümlelerini hararetle anlatan kadını dikkatle
dinliyor. Birine dikkatli baktığınızda baktığınızı hisseder ya, öyle oluyor.
Adam da bir ara bana bakıyor. Başını kaldırmadan. Kaşlarının altından şöyle
bir. Tanıyor ama çıkaramıyor gibi. İmkansız olduğunu bilmesem, bakışlarımızın çakıştığında
başıyla selam verdiğini bile söyleyebilirim. Öyle ki, karşısında nefes bile
almadan anlatmayı sürdüren kadın, araya girenin kim olduğunu görebilmek için
bana dönüyor.
Suratsız,
“Şimdi hızlan biraz,” diye çekiştiriyor. “Daha yapacağımız bir sürü iş var.
Alışverişi bitirip 117 numaraya gideceğiz. Kırk beş dakikamız kalmış, koş.”
Aniden
duruyorum. Benimle oyun oynuyor olmalı. Bu kadarı da fazla. Ben durunca
koşturan Suratsız’da durmak zorunda kalıyor.
“Şimdi
ne oldu?” diye soruyor. “Şimdi neden durduk?”
“Hani
sabaha kadar sokaktaydılar?” diyorum. Öyle ya daha üzerinden beş dakika bile
geçmemişti sabah oluyor sireniyle evlerine dönerler dediğinin. “Saat daha
geceyarısı.”
Suratsız;
“Haklısın,” diye cevaplıyor. “Ama dokuzlara birden sonra girmek koruyucu
ruhları kızdırır.”
“Koruyucu
ruhlar mı?”
Her
şey bir yana şimdi bir de batıl inançlar karşıma çıkıyor. Toplum ne kadar
farklılaşırsa farklılaşsın batıl inançlar hep sabit. Ağzımı açıp cevap
verecekken yolun kıyısındaki bahçe duvarına bitişik taksiyi görüyorum. Gündüz
Vesikalı’ya rastlamadan önce sahibini aradığım halde bulamadığım aracın başında
genç bir adam ön kapağı kaldırmış motor aksamıyla uğraşıyor.
“Bir
dakika,” diyerek o yöne doğru fırlıyorum.
Suratsız
ne yapmak istediğimi çıkaramadan olduğu yerde kalakalıyor. Düşüncelerimi
okuduğunu iddia eden biri için oldukça garip.
“Bekle,”
diye bağırıyor arkamdan. “Dikkatli olmamız gerekiyor.”
Cümlesini
bitirene dek ben arabasını onarmaya çalışan adamın yanına varıyorum bile.
“İyi
akşamlar,” diyorum.
Genç
adam başını gömdüğü işten ayırıp beni süzüyor. Yüzü gözü yağ içinde. En fazla
onsekiz, on dokuz yaşlarında olmalı. Taş çatlasın yirmi.
“Seninle
olsun,” diyor.
Kimin
benimle olacağı temennisinde anlamıyorum ama, bunun şimdi benim için hiçbir
önemi yok. Başımı eğerek ne demek istediğini anlamışçasına teşekkür ediyorum.
Bildiğim tek şey yalandan kimsenin ölmeyeceği.
“Affedersiniz,”
diyorum. “Taksi sizin mi acaba?”
“Sen
yabancısın galiba,” diyor.
Başımla
onaylıyorum yine.
“Evet,
götürgeç benim,” diye cevap veriyor. Tekrar başını çıkardığı aksamlar üzerine
gömerek yarıda kestiği işine devam ediyor.
“Affedersiniz,”
diyorum tekrar. Omzundan tutarak dikkatini çekmeye çalışıyorum. Başını
kaldırıyor. “Ben taksinizi kiralamak istiyorum, beni istediğim yere götürebilir
misiniz acaba?”
Elimi
dokundurduğum omzunu silkerek kurtarıyor. “Tabi,” diyerek ön kaputu kapatıyor.
“Nereye?”
“Sıtkısıyırtan
ormanına gitmem gerekiyor,” diyorum.
Kapattığı
kaputu hızla açıyor, “Üzgünüm,” diye söyleniyor. Sesi korku dolu. “Götürgeç
bozuk.” Taksi bozuk değil. Bunu bilmek için makine mühendisi olmaya gerek yok.
Yalan söylüyor, ama, niye?
“Ama
az önce kabul etmiştin,” diye ısrar ediyorum. Kabul etmek bir yana motor
kapağını bile kapatıyor hatta. “İki katı para veririm.” O kadar param olduğundan
emin değilim.
“Bak,”
diyor. “Az önce omzuma dokundun sesimi çıkarmadım, buradan uzaklaş istersen.
Yoksa gündüz irtiba durdurbaklarını evine yollarım.”
“İrtiba
durdurbakları mı?”
On
sekiz on dokuz yaşlarındaki ergen kendine iki numara büyük ses tonuyla, “Şimdi
beni iyi dinle yabancı,” diye gürlüyor. Sesindeki korku vurgularına kadar
işliyor. “Bu araba doksan beş beygir gücünde. Kırk ikisi dün gece uzun yoldan
geldi, yani, yorgunlar. Kaldı; elli üç tane. İkisi taşlı tarlaya gideceğiz diye
ayağını kırdı, vurmak zorunda kaldım. Kaldı; elli bir. Yirmi biride gribal
rahatsız. Kaldı; otuz tane. Otuz tane beygir gücüyle de Sıtkısıyırtan’a
gidemeyiz, tamam mı?”
Kızıyor.
Üzerine su damlatsan buhar edecek denli sinirleniyor. Tam ağzımı açıp bir
şeyler daha söyleyecekken Suratsız geliyor ve eliyle ağzımı kapatıp beni kenara
çekiyor. Kızdığı gözlerinden fışkırmaya hazır alevlerden belli. Nedense öfkenin
rengini çok iyi tanıyorum.
“Sen
deli misin be,” diye bağırıyor. “Tanımadığın insanlara dokunamazsın.”
“Dokunamam
mı?”
“Tabi
ki dokunamazsın. İrtibat durdurbakları duysa ömür boyu eldivenle gezmeye mahkum
eder adamı.”
Taksisinin
başındaki genç adama dönüyorum. İşine dönmüş, kaldığı yer neresiyse oradan
devam ediyor.
“Nasıl
yani?” diye soruyorum. Suratsız benimle birlikte taksisi olan adama bakıyor.
“Neyse
ki şikayet edecek gibi durmuyor,” diyor. Bana çevriliyor arkasından,
bakışlarındaki manyetik dalgalar somutlaşmış gibi alnımın ortasına çivileniyor.
“Sen şaşırdın mı ya?”
Ne
diyeceğimi bilemiyorum. Ne yaptığımı bilmiyorum ki.
“Adamın
dikkatini çekmek için dokunmuştum sadece,” diye mırıldanıyorum. Adamın
dikkatini çekmek için dokunuyorum sahiden.
“Adamı
korkutmak için öldürmüştüm gibi bir şey bu,” diyor.
Hayda.
Konuşurken
boyun damarları serçe parmağım gibi kalınlaşıyor.
“Dokunmakla
öldürmenin ne alakası var,” diye soruyorum.
Suratsız
bakışlarını arabasını tamir eden genç adama çeviriyor tekrar. Genç adam bir ara
kafasını kaldırıp bize doğru bakınca aniden bana dönüyor.
“Eğer
birine dokunma iznin olmadan elini sürersen ömrünün kalan kısmını demirden bir
eldivenle geçirmek zorunda kalırsın,” diye söyleniyor kısık sesle. Arabasıyla
ilgilenen çocuğun duymasını istemediği belli. “Anladın mı?”
Donakalıyorum.
Tabii ki anlamıyorum.
“Şimdi
lütfen beni takip et ve kimseye benim bilgim olmadan cevap bile verme.”
Suratsız’ın
dediğini yapmaya karar veriyorum. Kanunlarını bilmediğim bir yana, tahmin dahi
edemeyeceğim bir yerdeyim ve konuşabileceğim tek kişi de Suratsız. Durup
düşününce haklı da, ne yaptığımı bilmeden işlenebilecek en kötü suçu işlemem
işten bile değil. Birine dokundum diye ömür boyu demirden eldivenlerle yaşamak
zorunda kalınabiliyor örneğin. Hiç tanımadığım bir kadın ayakkabısının sağ
tekini verdi diye karım sayıldığı gibi mesela ve karım evine geç kaldı diye
birlikte vatan haini sayılmamız gibi ayrıca.
“Tamam,”
diyorum.
“Pekala,”
diyor. Sesi yumuşuyor. O çok iyi tanıdığım kızgınlık alametleri göz
bebeklerinin etrafını boşaltıyor aniden. Aslında güzel yeşil gözleri var.
“Şimdi izin verirsen pazara gidelim artık.”
“Tamam,”
diye tekrarlıyorum. Korkuyorum. “Patron sensin.”
“Lütfen
küfür etme,” diyor. Ciddi. “Bağırdığım için özür dilerim ama, yaptığın çok
tehlikeliydi.”
“Küfür
mü?” diye söyleniyorum. Altı üstü patron sensin diyorum.
Başını
sallıyor. Kızdığını belirtir bir ses tonuyla hızlı devam ediyor.
“İstersen
bir de üstat de.”
“Üstat
mı?” diye soruyorum. Çocukken sırf bana üstat diyor diye babamın iş arkadaşının
bize misafir gelmesini dört gözle pencerenin önünde beklediğimi hatırlıyorum.
Gülümsüyor.
“Ne o canın sıkıldı,” diyor dalga geçerek. “Hoşuna gitmedi değil mi? Seninle
anlaşalım bundan sonra sen bana küfür etme, ben de sana. Anlaştık mı?”
“Anlaştık,”
diyorum. Tartışmanın çenemi ağrıtmaktan öteye geçmeyeceğinden eminim nasıl
olsa. Yine de nelerin küfür sayıldığını nasıl öğrenebileceğim hakkında en ufak
bir fikrim yok. Bu durumlarda deneme yanılma yöntemini hiçbir şeye
değişmiyorum, “Anlaştık eşşoğlueşşek,” diye yineliyorum.
Suratsız
kahkaha atıyor.
“Tamam,”
diyor. “Espriye de gerek yok, unuttum bile. Hadi bakalım hızlan biraz,
neredeyse pazara geldik sayılır.”
Artık
ana avrat küfür etsem, yalakalık yapıyorsun diyecek neredeyse.
Etmiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder