“kendine geldin
demek.”
Kendime geldiğimde Suratsız saatine bakıyor. Bir iki kıpırdanınca yanıma çömeliyor. Aralıksız bayılmaktan olacak ensem karıncalanıyor. Sanki binlerce adını bilmediğim kanatsız böcek kulaklarımın arkasından kürek kemiklerimin arasına doğru koşturuyor. Sağ elimle ensemi tutup sıkıyorum. Ani basınç biraz olsun koşuşturan isimleri meçhul böcekleri yavaşlatıyor. Ağzımda dilime yapışıp kalan acı bir tat var. Suratsız’a bakıyorum, o da beni izliyor.
“Hani
söz vermiştin,” diyor. Sesinde onu yarı yolda bırakmışım da çekip gitmişim
izlenimi sezinliyorum. “Bayılmayacaktın.” Sanki elimde olan bir şey bu.
“Ayılmasaydın seni bırakıp gitmek zorunda kalacaktım az kalsın.”
“Gitmek
mi?” diye söyleniyorum. Henüz kendimi toparlayamamanın verdiği uyuşuklukla
çevreme bakınıyorum. Her neredeysek hala gelememiştim ki, gitmeyi
düşünemiyorum. Dilime yapışan acılığı boş yere yutmaya uğraşıyorum. Ateş çoktan
sönmüş, zifiri karanlık her yanı içine almış. “Gecenin bir yarısı nereye
gitmekten bahsediyorsun sen? Sabahı bekleyemez miyiz?”
Suratsız,
“Sabahı beklemek mi?” diye bağırıyor. “Gündüz caddede kimseyi gördün mü?”
Görmemiştim.“Görmedim.”
“Bu
çöplükte habire niye bayıldığını unuttun herhalde. Gündüz, sokak durdurbakları
anında yakalar bizi ve geceyi görmeden ben su olurum, sen de…”
“Ben
de ne?” diye sızlanıyorum. Aslında söyleyeceklerini duymak istediğimden emin
değilim. Yine de kaçacaksam nedenini bilmek yorulmamı engelleyebilir. “Vatan
hainlerine ne oluyor peki?”
“Şey,”
diyor Suratsız. Susuyor sonra, dudaklarını büzerek saatine bakıyor. “Oo iki
dakikamız kalmış, kalk hadi,” diye acele ettiriyor.
Bir
şeyler sakladığını anlamak için kahin olmaya gerek yok. Vatan hainlerine ne
ceza veriliyorsa ya söylemeye içi el vermiyor, ya da duymamı istemiyor. Her
cümlesinde bayıldığım göz önüne alınırsa pek haksız değil. Oturduğum yerde
kalakalıyorum. Günün sürprizini gece yarısı duyacağım galiba. Midemin altında
ki kıpırdanmalar yeniden yavaş yavaş kendini belli etmeye başlıyor.
“Ne?”
diyorum ısrarla. “Vatan hainlerine ne oluyor? Vurmuyorlar herhalde.”
Gülümsüyor.“Yok
canım, tabiî ki vurmuyorlar. Yusuflu’da insan vurmak büyük ayıptır,” diyerek
yüzünü ekşitiyor.
Derin
bir nefes alıyorum. En azından vurulmayacak olmanın verdiği rahatlığı
yaşıyorum. Ya asılmak.
“Peki
asılmak?”
Dudaklarından
büyük bir çık sesi düşüyor. “Hayır, dedim ya Yusuflu’da insanları öldürmek
büyük ayıp.”
Suç
değil, ayıp. Yine de duyduklarım içimi rahatlatıyor. Ama kısa sürüyor.
“Hem,”
diye sözlerine devam ediyor Suratsız. “İnsanlar öldürülünce mundar olurlar
değil mi? Başka yöntemleri var.”
“Mundar
olmak mı?”
Dedemin
beni Muharrem diye çağırdığı yıllarda düşüp boynunu kıran koyun için mundar
olmadan kesin, yoksa eti yenmez,’ dediğini hatırlıyorum. Anneannemin bir
solukta koşarak eve gidişini ve bıçak alıp gelişini.
“İnsanlara
sudan başka şeylerde lazım,” diyor Suratsız.
“İnanmıyorum,”
diye mırıldanıyorum elimde olmadan. İnanıyorum aslında, otuz yaşına geldikleri
için insanları suya çevirip kalanlara dağıttıklarına göre her şey olabilir
pekala. “Yusufluköy’dekiler yamyam mı yani?”
“Kitabi
açıdan ele aldığında evet,” diyor . “Kulağa kötü geliyor değil mi?”
Yenecek
olan ben olmasaydım dediği doğru. Kulağa kötü geliyor. Yenecek olanın ben
olduğum gerçeği kötünün kulağıma kadar gelmesini dahi engelliyor.
“O
yüzden kitabi açıdan alma konuyu, gelenek ve göreneklerin kültürel yapılanması
ve yaşamsal amaçlar uğruna kuramsal şartlara bağlanması olarak düşün.
Böylelikle hem ne olduğunu anlamıyorsun, hem de ne için olduğu konusunda kafa
patlatmak gereği duymuyorsun?”
Alışkanlık
haline getirdiğim bayılmalardan birine daha girmek üzereyken köyün içlerinden
gelen siren sesiyle irkiliyorum. Bu kez geyik avlarındaki boynuz sesine benzer
bir ses kulaklarımda patlıyor. Tüylerim diken diken Suratsız’a bakıyorum.
Suratsız olduğu yerde zıplayarak binaların arkasında kalan caddeye yöneliyor.
Kuyruğunu yakalamış köpekler gibi sevinçten yerinde duramıyor.
“Hah,
zamanı geldi işte,” diye sesleniyor. “Artık köye girebiliriz. Beni takip et.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder