seçilmiş olan, uzun bir hikaye. İlk elli sayfasına katlanabilirseniz kalan sayfaları bir solukta okuyacağınıza inandığım bir hikaye. Buyurun, başlayalım...
“Seçilmiş olan geldi bir gün;
Suç olmuş olanı düzeltti,
Saçılmış olanı topladı.”
“önüne baksana hayvan,
kör müsün?”
Değilim.
Ama ıstırabım gözlerime ağır bir perde indirmiş, görmemi engelliyor. Bağrımı
yakan ateş giderek daha da korlaşıyor, her nefes alışımla
harlanarak göğsümü alev bahçesi haline getiriyor. Gözlerime pusu kuran yaşlar,
yıllarca beynime kazınmış erkekler ağlamaz yargısını delik deşik etmek için
ufacık bir anın hesabını yapıyor. Ufacık bir dalgınlık anı yahut daha da küçük
bir ümitsizlik dalgasının yerini aniden salya sümük kasırgasına bırakması işten
bile değil. Oysa erkekler ağlamaz doldurmalarıyla şekillendirilmiş bir kişilik
için bu ne büyük zayıflık, ne büyük acizlik. Fakat ne büyük elemdir ki; bir şeyi
kaybetmek, hele değer vermek konusunda sınırlayamadığınız kadar önemli bir şeyi
kaybetmek, hele hele de bu kadar kolay kaybetmek, insanın sırtına tonlarca
ağırlıkta bir yük gibi biniyor.
Yine
de kaybetmek insanın kendi kabulünden geçiyor. Vazgeçmek bu kabulün dışa
yansıyan tek yüzü. Kılını kıpırdatmamak deyimiyle işleyen bu yüzde tembellik
kavramı başrolde hep. Tembellik sınırı kaç kılını kıpırdatmamak gücündeyse o
derece çabuk vazgeçiyor insan ve o derece hızlı kaybediyor elinden alınan her
neyse.
Vazgeçmemeye,
dolayısıyla kaybetmemeye karar veriyorum.
“Çabana
sığınmazsan, babana da sığınma.”
Beynimin
en kuytu köşesinde belki de yıllardır hapsettiğim bu kelimeler aklıma
düşüveriyor. Babamdan işittim diye hatırlıyorum. Belki de büyükbabam
söylemiştir. Evet, duruma seçenek olarak baktığınızda büyükbabam daha akla
yatkın geliyor. Sert adam yetiştireceğim mantığıyla öz oğluna sadece ve sadece
milli bayramlarda kerpetenle cümle çıkaran bir babanın oğluyum çünkü ve aynı
kelimeleri dibi delik çuvalda tutmaya çalışan bir büyükbabanın da torunu.
“bak şu ettiğine
zibidinin, utanmıyo da yaptığından…”
Utanılacak
bir şey olduğunu düşünsem utanırdım herhalde. Düzeltiyorum; mutlaka utanırdım.
Sinema salonundan bir an önce dışarı çıkabilmek amacıyla üzerine abandığım
kadın dengesini kaybedince, beraber dışarıya, kaldırımın üzerine
yuvarlanıyoruz. Ayağa kalkıp pantolonumun üzerindeki tozları silkeliyorum.
Elimi yerde debelenen kadına uzatıp Bruce Willis tarzı tek yanak gülümsüyorum.
Kızlar nedense bu gülümsememe dayanamıyor.
O
da dayanamıyor.
“Bi
de sırtarıyo salak,” diyor.
Bunu
gerçekten söylemek isteyip istemediğinden emin değilim. Zira, “sırtarıyo”
derken ki ‘s’ ve ‘r’ ler öfkeden yumak olduğundan belki, tükürüğü boğazına
birikmiş birden fazla anlama gelebilecek tonlamalarda hırıldıyor.
Bruce
Willis tarzı gülümsememi bu kez diğer yanağıma alıyorum;
“Özür
dilerim bayan,” diyorum.
Sesim
samimiyetin kadifemsi tüyleri kadar yumuşak ve karpuzun çekirdekleri kadar
içten. Kadın sırt üstü yuvarlanmış, düzelmeye çalışan kaplumbağalar gibi olduğu
yerde dönüp duruyor. Sol elimi yumuşak bir reverans hareketiyle belime atıp,
hafifçe öne doğru eğiliyorum. Sağ elimi avuç içim yukarı bakacak şekilde beş
parmağımda da merhametin hassaslığını hissederek uzatıyorum. İstemeyerekte olsa
–bunu istediğini sanacağım en küçük bir işaret alamıyorum çünkü- kendisine
uzattığım elimi tutarak doğruluyor. Sanırım yere düştüğünde jartiyeri
yırtılıyor, arkadaşlarının bakışlarına yakalanan sütten daha beyaz bacakları
nedeniyle onuru zedeleniyor. Annemin
cinsel tercihlerine dair daha önceden asla duymadığım, ancak tarafsız
kalabilmek adına gerçekliğini daha sonra mutlaka araştırmaya karar verdiğim ahır
mensubu birkaç hayvanla ilgili bazı saptamalarda bulunup sinema salonuna geri
dönüyor.
Tuhaf;
insanlar nedenlerine bakmaksızın birbirlerine bir an önce tavır alabilmek için
ne kadar da hevesliler.
Yarısında
bırakmak zorunda kaldığım film, kaybolduğu söylenen sevgilisinin peşinden onu
bulabilmek amacıyla ülke ülke gezen genç bir kızın arayışlarını konu alıyor.
Dünya alem tek bir ağız olmuş sevgilin öldü dese de, kızımız inatla hayır
diyor, Nuh ismiyle peygamber sıfatını tek bir kere bile olsun yan yana
getirmiyor.
Karanlığın
içerisinde yok olarak gözlerden kaybolan kadını izliyorum.
Bir
ara bu gün varız, yarın yokuz demek geliyor içimden. Diyorum da. Bu bir işaret
olabilir mi acaba diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Bizi yönlendiren bir
takım gizli güçlerin benim dikkatimi çekerek, belki de devamlı göz ardı etmek
gafletinde bulunduğum bir gerçeğin kimyasını çözebilmem için başıma getirdiği
bir enstantane. Devamlı karşıma çıktığı halde fark edemediğim ve karşıma
çıkanın derinlerinde saklanan gerçeğe varabilmem için yönlendiren bir im? Mesela
dengemi kaybetmem; hayat denen düzenler yumağında yere her zaman iki ayak
basamayacağımı ya da hiç tanımadığım bir kadınla karanlıklar içerisinden
yuvarlanarak düşmemiz, bazı anlarımda anlayamadığım sebeplerden dolayı
devrilebileceğimi ve bembeyaz bacaklarsa, her karanlığın sonunda mutlaka bir
aydınlığın gizli olduğunu ve asla pes etmemem gerektiğini vurgulamak için
başıma gelebilir mi? Ya kadının o kızgınlıkla annem hakkında bulunduğu
saptamalar, canlı olarak hayvanlardan pek farkımız olmadığının, aslına bakılırsa
tek farkımız olduğunun iması ise.
Yani
aklı olan tek varlığın sınıfına dahil olduğum için bu şekilde bir sınava tabi
tutuluyorsun ikazı.
Akıl
varsa kullanılması şartıyla var. Yoksa niye öküz ve bilumum toynaklılarla,
benzeri kuyruklu hayvanlarda yok bu akıl. Bu düstur, etimizden yahut sütümüzden
yararlanılamadığına göre, mutlaka başka bir şeyimizin değerli olmasını gerekli
kılıyor bana göre. Bu şey de akıl olmalı.
Zaten
geriye başka bir şey kalmıyor.
Ya
kadının nedenini sormaksızın sadece bir önyargı ile tavır takınması? Başıma ne
gelecekse gelsin düşünmeden karar vermemem için bir hatırlatma mı? Halaoğlum
Feridun’un günün birinde bana söyleyeceği gibi;
“Otun
ota hıncı yok, ne geliyorsa başımıza yine insanlardan geliyor hep.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder