“Sen
neden bahsediyorsun Vesikalı?” diye soruyorum. Bunu önce Ves’i susturabilmek
amacıyla söylüyorum. Genç kadın susup derin derin iki soluk alarak bana
bakıyor. Yolunda gitmeyen bir şey oldu mu yutağım kaşınır ve şu an yutağımda
gezintiye çıkmış binlerce karınca sağa sola koşturarak sobelemece oynuyor.
Muhabbetin sonunun varacağı yer hakkında bilgim yok ama aynı konuda korkumdan
eminim. “Altı üstü burun kılları çenesinden aşağı sarkan yaşlı bir adamla
konuştum diye mi seçilmiş oldum yani. Anneanneminde kulak kıllarından yastık
doldurulurdu, ne yani şimdi bu Mesih mi demek oluyor?”
Genç
kadın; “Anlamıyorsun değil mi Orçun?” diyor. “Kitap öyle diyormuş zaten o asla
kendini anlamayacak. O sensin.”
Bakışlarımda
sıkışıp kalan manasızlık sosunda yuvarlanmış cehalet pırıltılarını görünce her
şeyi sırayla anlatmak gereğini duyuyor. Haklı. Anlamıyorum. Hangi kitap demişse
bunu bir bakıma doğru söylemiş. Yine de gün boyunca duyduğum gerçeğe en yakın
replik karşısında sevincimi gizleyemiyorum. Nihayet birileri bu korkuya
bulanmış gizliliğin sırlarını bilmediğimi idrak ediyor ve bana bu gizemli
monologların nedenini açıklamaya niyetleniyor.
“Ha şunu bileydin,” diyerek bakışlarımda ki
manasızlık sosunun üzerine tırsıyorum ha kırıntılarını da serpiştiriyorum.
“Dediklerinden hiçbir şey anlayamıyorum Ves? Hatta korkutuyorsun beni. Çevrede
adını bilmediğim bir akıl hastanesi yok değil mi? Hadi var diyelim, senin
onunla bir ilişkin yoktur sanırım. Hadi ona da var demeyelim lütfen.”
Vesikalı;
“Yaşlı adam efsaneye göre iki yüz altmış yedi yıl önce ölmüş Orçun.” diye
fısıldıyor. “Söylesene eğer sen seçilmiş değilsen onu başka nasıl görebilirsin
ki?”
Kafam
karışıyor.
Onu
başka nasıl görebilirim ki?
“Aynı
yaşlı adamdan bahsetmiyoruz sanırım?” diyorum. Aynı yaşlı adamdan
bahsetmediğimizden eminim aslında. “Konuştuğum adam kırışıklıklarına bakılırsa
iki yüz altmış yedi yaşında olabilir ama ölü değil kesinlikle,” diye devam
ediyorum. “İnan bana ölü olduğuna dair tek ihtimal nefesindeki balıklardı o
kadar.”
Genç
kadın; “Hayır aynı adamdan bahsediyoruz.” diye bağırıyor. “Ben ölü olduğunu
söylemedim ki?” Daha önceki cümlelerinde aklımda yer eden çamaşır ipindeki
bütün ıslak çamaşırlar, jartiyerlerde dahil kurumuş ve toplanmış gibi, artık
her cümlesini bağırarak onaylamak ihtiyacına düşüyor. Söylediklerine inandığı
her halinden belli. “Kutsal burun kıllı yaşlı adamdan bahsediyoruz ikimizde.
Aynı yaşlı adamdan”
“Kutsal
burun kıllı yaşlı adam mı?”
Az
önce parmaklarımın arasında tuttuğum ihtiyarın korkudan beyaza kesmiş burun
kılını düşünüyorum. Şu an parmaklarımın arasında olmadığına göre Ves’le
konuşurken farkında olmadan düşürmüş olmalıyım. Üzerime yapışmış olabilir
pekala. Ne olur olmaz diyerek elbiselerimin görebildiğim kısımlarını kontrol
ediyorum. Yok.
“Evet,
köyümüzde yaşamış üç yaşlı adamdan biri. Onlardan başka yaşlı adam da olmadı
zaten hiç.” Genç kadın anlattıklarına tepki vermediğimi görünce durumu kavrıyor
birden. “Sanırım sen üç kutsal ihtiyarın hikayesini de duymadın?”
“Üç kutsal İhtiyar mı?” Ves’in her
şeyi sırayla anlatacağını duyduğum zaman çok erken sevindiğimin farkına
varıyorum. “Üç ahbap çavuşları duydum, üç maymun hikayesini de bilirim ama üç
kutsal ihtiyarı evet, daha önce hiç duymadım,” diye mırıldanıyorum ve
korktuğumun başına geleceğini de biliyorum. “Sanırım sen anlatacaksın ama.”
Genç
kadın ‘evet anlatacağım,’ tarzı başını sallıyor, arkasından ‘hazır mısın?’
babında yutkunuyor. Tam dudaklarını aralamış yapacağı açıklama için ilk kelimeyi
çıkaracakken uzaklardan gelen bir siren sesi canlı ve diri bedenin sahibi genç
kadını susturuyor. Korkuyla alelacele saatine bakıyor. Rengi atıyor, benzi
pembeyle kırmızı arası tondan beyazla sarı arasına hızla değişiveriyor.
“Aman
Tanrım, hemen gitmeliyim. Beş dakika sonra evde olmazsam vatan haini
sayılacağım.” diye bir çığlık daha atıyor.
“Vatan
haini mi?”
Bu
sözden sonra artık hiç bir şeyi anlayabileceğimi sanmıyorum. Köprüleri
atıyorum. Vatan hainliği kavramının neleri kapsayabileceğini düşünmeye
çalışıyorum. Hainliğin birinci kuralı değerli olanı, sahibi olana rağmen satmak
üzerine kurulmalı. Yine de beş dakika sonra evde olamamayı aklımdaki vatan
hainliği nedenleri sıralamasının içine sokamıyorum. Şaşkınlıktan irileşen
gözlerimi kadının renkten renge giren yüzüne dikiyorum. Korkmak yerini bir
sonraki duyguya bırakalı epey olmuş. Genç kadın eli ayağı birbirine karışmış,
nereye doğru nasıl hareket etmesi gerektiğine karar veremiyor.
Vesikalı;
“Sen de hemen kaç Orçun,” diyor. “Konuşmaya daldık seyyar durdurbaklar
neredeyse gelirler. Kaç kurtar kendini. Üç gün iki gece saklan bulamazlarsa,
suç işlenmemiş sayılır. Çabuk ol.”
“Seyyar
durdurbaklar mı? Onlar da kim Tanrı aşkına. Hem üç kutsal ihtiyarın öyküsünü
anlatmadın daha.”
Her
şey o derece hızlı gelişiyor ki karşımda kıpırdanıp duran genç kadının hangi
yöne titreyeceğini şaşırmış göğüslerini bile umursamadan olduğum yerde mıhlanıp
kalıyorum.
“117
numarada Puşt’u bul, o sana her şeyi anlatır,” diyor. Elinde tuttuğu kırmızı
topuklu ayakkabıyı uzatıyor. “Ayakkabıyı al ve kaybetme sakın. Unutma Puşt’u
bulacaksın. 117 numara.”
Tasmalarından
tuttuğu solucanları havada uçurarak koşturan genç kadının ardından elimde kalan
ayakkabı teki ile bakakalıyorum. Uzaklardan duyulan ikinci siren sesiyle
kendimi toparlıyorum ama. Olanlara anlam veremiyorum bir türlü.
Aralıksız
çalan siren sesleri duyulmaya başlanıyor.
Ses
giderek yaklaşıyor.
Genç
kadının kaç kendini kurtar dediğini hatırlıyorum. İçimde bir yerlerde ikamet
eden sağduyum da kız haklı kaç kendini kurtar uyarısını destekleyince yoldan
ayrılıp lokanta olduğunu tahmin ettiğim bir dükkan ile hırdavatçı olduğunu
sandığım iki bina arasındaki dar boşlukta güneşin uzanamadığı gölgelere
saklanıyorum. Binalarda en küçük levha yok. Gizlendiğim yerde iyice büzülerek
az önce dikildiğim yolu izliyorum. Yine de güneşin altında olmaktansa gölgede
büzülmeyi yeğliyorum.
Çok
geçmeden dört tane yeşil üniformalı görevli, tam önünde duran ve resmi olduğu
belli sarı bir otodan iniyor. Sağ kolunda sarı bir şerit olan iriyarı adam
saklandığım yere doğru iki üç adım atıp duruyor.
“Büyük
ihtimal şu iki dükkanın arasında efendim,” diyor. “Sanırım gölgesini
görebiliyorum.”
Başımın
yere düşen gölgesini ayaklarımın ucunda görünce heyecandan bayılacağımı
sanıyorum. Annem çocukluğumdan beri hep koca kafalı olduğumu söyler durur.
Yıllarca şaka yapıldığını düşündüğüm şeyin gerçekliğini kavrayıp kafamı gayri
ihtiyari geri çekerek karanlığın içine gömülüyorum.
İriyarı
adamın yanına yaklaşan ufak tefek en fazla on yedi yaşlarındaki sağ kolu üç
sarı şeritli diğeri gelip ilkinin gösterdiği yere bakıyor.
“Haklısın,”
diyor. “Orada olmalı ama, biz yol durdurbaklarıyız. Orası bizim bölgemizin
dışında, sabit durdurbaklar birazdan gelir, haydi biz gidelim artık, görevimiz
bitti. Gidince bir rapor yazarsın. Bir üç yüz on sekiz vatan haini vakası
varmış oraya gidelim şimdi.”
“Ama,”
diyor diğeri. “Daha önce bir yedi yüz on beş gündüz pencere açma anonsu vardı?”
“Vardı
evet,” diye onaylıyor amir sandığım. “Önce üç yüz on sekizi halledelim, ondan
sonra. Ha, bir de bin iki yüz on beş yasak hayvan vakası var sırada, artık ona
da yemekten sonra bakarız.”
Yirmisinin
başlarında olması gereken diğeri, “Emredersiniz,” diyerek yumruk yaptığı sağ
elini önce sol göğsüne, arkasından alnına dokundurarak dirseği etrafında hızla
çizdiği dairenin bitiminde bütün gücüyle dudaklarına götürüyor ve selamını sulu
bir öpücükle tamamlıyor.
“Bin
iki yüz on beşe ben bakabilir miyim acaba?”
Üç
şeritli konuşmuyor fakat gülümsüyor. Bu evet demek olmalı.
İriyarı
olan, “Sağolun,” diyor sevinçle. Daha sonra üç şeritliyi takip ederek sarı
otonun başında bekleyen öteki ikisinin yanına gidiyor.
Duyduklarımla
derin bir nefes alıyorum. Duvara yaslanıp gölgeden çıkmamaya özen göstererek
sürüne sürüne dükkanların arka tarafına geçiyorum. Ves’in bahsettiği seyyar
durdurbaklar bir çeşit güvenlik birimi olmalılar ve anladığım kadarıyla sadece
yolların güvenliğinden sorumlu olan seyyarların bahsettiği sabit durdurbaklar
gelmeden buradan bir an önce uzaklaşmam gerekiyor.
Dükkanların
arkasına çıkınca gördüklerime inanamıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder