“gelin bakalım sizi
yaramazlar.”
Boyunlarına
biri kırmızı, diğeri mavi iki tasma taktığı iki solucanı peşinden sürükleyerek
çekiştiren sonradan sarışın genç kadının yanına yaklaşıyorum. Gün asfalt zemin
üzerinde yumurta pişirilecek kadar sıcak. Amacım yürürken sergilediği rahat
tavırlara bakarak bölgenin yerlisi olduğunu sandığım genç kadına, beni, yaşlı adamın Sıtkısıyırtan ormanı
dediği yere götürecek taksiyi nereden bulabileceğimi sormak. Buraya gelmeden
önce bahçesi içerisine park edilmiş sarı bir taksi olan bir ev görüyorum. Bahçe
duvarlarının dört bir yanına bakınmama rağmen taksi hakkında sorularımı
cevaplayabilecek kimseyi bulamıyorum ama. Yaklaşık beş dakika ağır metal dış
kapının sağındaki iğrenç melodili zilin düğmesine aralıksız basmama karşın
kapıyı gelip açan olmayınca tekrar caddeye çıkıyorum. Genç kadın aniden ortadan
kaybolan ihtiyar adamdan sonra her iki tarafı dükkanlarla dolu ana yolda
rastladığım ikinci kişi.
Başında
geniş siperlikli kırmızı bir şapka var. Sırtı bana dönük ve attığı her adımda
kalçalarını da hareketlendiren kısa adımlarla yürüyor. Adımlarımı hızlandırarak
birkaç metre önümde yürüyen kadına yetişmeye çalışıyorum. Kadına yaklaşamadan
gölgem solucanların üzerine düşüyor. Beni fark eden solucanlardan daha ince
olanı sırtını kamburlaştırarak düz yolda gizlenebileceği bir kovuk aramaya
girişiyor. Mavi tasma takılı olanı, diğerinin hareketlenmesiyle dengesini
kaybedip sırt üstü yere yuvarlanıyor ve sümüğümsü bir sıvı bırakarak düştüğü
yerde debelenmeye başlıyor. Sümüğümsü sıvının genişleyen sınırlarının aksine
yerde sırtüstü debelenen solucan giderek küçülüyor. Kadın solucanın düştüğünü
nasılsa anlıyor.
“Affedersiniz,” diye sesleniyorum.
Sesim
kızartılmış ekmeğe sürülmüş tereyağı kadar yumuşak ve aynı hızla havada anında
eriyor. Yerde sırtüstü düşmüş, debelenmekte olan solucanıyla ilgilenen sonradan
sarışın genç kadın beni duymuyor. Dizleri üzerine eğilerek yolun ortasında
kımıl kımıl hayvana bilerek peltekleştirdiği diliyle bebek muamelesi yapıyor.
Uzanıyorum, dizleri üzerine eğilmiş olan kadının omzuna dokunarak dikkatini
çekmek istiyorum. Genç kadın omzuna dokunan parmağın yabancı ısısıyla olduğu
yerde sıçrıyor. Bütün hızıyla sağ ayağından tek hamlede çıkardığı ince topuklu
kırmızı ayakkabısının arkasına saklanıyor. Korktuğu her halinden belli. Elinde
olmaksızın boğazından f-lerle zenginleşmiş kesik h dolu bir ürperti ünlemi
kopuyor. Vücudu ani salgılanan adrenalinin iteklemesiyle titriyor. Elinde
tuttuğu ayakkabı tekinin renginde vücudunu sıkı sıkıya saran tek parça dar bir
elbise giymiş. Titremesiyle birlikte elbiseden fırlayacakmış gibi duran ve
vücuduna yerçekimine aykırı yerleşmiş izlenimini veren iri göğüsleri, önce
mutfakta tabaktan kayıp yere düşen jöleler gibi sarsılıyor, ardından bir müddet
daha kendine has ritimle titremesine devam ederek duruyor.
Genç
kadın, göğüslerini titreterek insanı hipnotize etme gücüne sahip süper bir
kahraman olmalı. Ya da ben Aysel’in peşinde deli danalar gibi salya sümük
dolaşırken iyiden iyiye kıza kesmiş, düz duvara tırmanma aşamasındaki dünya
rekorunu kırarak ülkeme kendi çapımda bir başarı kazandırmak üzereyim.
Bakışlarımı zor bela kendine özgü egzotik dansını tamamlayan memelerden
alıyorum.
Sarışın
genç kadın; “Ay beni korkuttunuz,” diyor.
Sesi
rüzgarın arka bahçelerde asılan tam kurumamış renkli iç çamaşırlarına vurduğu
zaman çıkardığı ıslak ve iç gıcıklayıcı sesi anımsatıyor. Veya ben dedim ya,
düşünmek eylemini beynim haricindeki başka bir organıma yüklüyorum ve henüz
olayın boyutlarının farkında değilim. Genç kadının dudaklarına sürdüğü parlak
kırmızı renkli ruj, bir yandan ‘Hadi beni öp, öpmezsen erkek değilsin,’ tarzı
cümleler kurmaya başlıyor ki, genç kadın aynı ıslak ve iç gıcıklayan ses
tonuyla kulaklarımı uyarıyor.
“Tam
da eğilmiş yerde eriyip bitmek üzere olan solucanımı düzeltmeye çalışıyordum.
Korkudan içim bir tuhaf oldu, bakın kalbim nasılda deli gibi çarpıyor.”
Genç
kadının eliyle işaret ettiği yerde bir çırpıda kalbi hariç her şeyi
görüyorum. Az önceki jölemsi
titremelerin her nefes alınıp verildiğinde tekrarlandığını fark edip, başımı
iki isimsiz jölenin arasına gömmemek için kendimi zor tutuyorum. Utanmışlığın
kendine has pembemsi kırmızılığı yanaklarımdan şakaklarıma doğru tırmanırken bu
şartlar altında olabilecek en sert erkek bakışlarımla kadına dönüyorum.
Geveze
ruj sürüldüğü kalın dudaklara sarılmış ha bire aynı repliği tekrarlayıp
duruyor. Kısa bir süreliğine gözlerimi kapayarak onları görmezlikten geliyorum.
“Özür
dilerim bayan,” diyorum. Sesim aynı çamaşır ipliğinde asılı unutulmuş pamuklu
çoraplar kadar kuru ve çıtırtılı çıkıyor. “Adım Orçun, amacım sizi korkutmak
değildi.”
Genç
kadının izin vereceğini bilsem amacım Aysel’i aramakta olmayacak ama, neyse.
Sonradan
sarışın genç kadın; “Lütfen özür dilemeyin,” diyerek inliyor. Sesi içi
gıcıklayan ne varsa hepsini birden andırıyor. En çok traş olurken burnuma kaçan
köpüklerin burun boşluğumda yaptığı küçük baloncuklardan huylanırım ve şu an
kulaklarımda çınlayan sesi en çokta onu hatırlatıyor. “Önemli değil, bakın
solucanımda doğrulmuş zaten.”
Yarı
yarıya ufalmış olan solucana bakıyorum. Tasma genişliği artık boynuna göre
oldukça büyük olduğu için kaçmaya çabalıyor, elleri olmadığından yine de bunu
beceremiyor. Gayri ihtiyari şekilde parmaklarımı kıpırdatmak gereği duyuyorum.
Bazen bizde olanların değerini ancak bizden alındıklarında fark edebiliyoruz.
Özgürlüğün kıymetini parmaklıkların arkasına düşünce, gökyüzünün kıymetini
penceresiz odalara kapatılınca, ekmeğin kıymetini pastırmanın peşine düşüp
ekmekten olunca anlıyoruz. Babam çocukken yerin neresiyse hep senden aşağıda
kalanlara bak der, çünkü bu elindekilerin değerini onları kaybetmeden fark
etmeni sağlar. Yukarılara bakarsan; sende olmayanların heyecanını yaşar ve
onlara ulaşmak için elindekilerini tehlikeye atarsın. Bu yanlış olanama bunu
sıkça yapıyoruz.
Aysel
konusunda başıma gelenler gibi mesela.
Genç
kadın elini uzatarak; “Ben de Vesikalı,”
diyor.
Yerdeki
başarısız kaçma planını şaşkınlıkla izlemeye devam ediyorum. Genç kadının
dudaklarından dökülen kelimeler uyku ile uyanıklık arasında yatak odasında
zorunlu öğle uykusuna yatırılan çocukların kapının diğer tarafında duyduklarına
benzer uğultularla uzaklaşarak dağılıyor. Birden kendimi toparlayarak genç
kadına bakıyorum. Olacak iş değil ama, genç kadının vesikalı dediğini
sanıyorum. Duyduğumu sandığım şey beynimin bana oynadığı bir oyun olmalı. Eğer
artık gaipten sesler duymaya başlamışsam, bu geçmiş olsun, sanrılara da az kalmış
demek. Yani bundan sonrası hayali arkadaşlar ve ne yapmam gerektiğini söyleyen
börtü böcek herhalde. Kafamı gökyüzüne çeviriyorum. Güneş gözlerimi kamaştırmak
için elinden ne geliyorsa ardına koymuyor. Bakışlarımı karşımdaki diri vücutlu
kadına yöneltiyorum tekrar. Uzatılan eli fark edince elimi uzatarak hafifçe
sıkıyorum. Kadının parmakları yumuşacık. Çocukken annemin fırına gönderip
almamı istediği ekmekler kadar sıcak ve iştah açıcı. Aklımdan eğilip öpmeyi
geçiriyorum önce, bu hareket pekala güzel bir jest olabilir. Böylece ne denli
nazik olduğumu ispat edebilir ve genç kadına az önce kendisini istemeden
korkuttuğum için özrümü sunabilirim. Ancak içinde bulunduğum ruh halini
düşününce, öpmekle yetinmeyip masumane başlayan süreci yalamaya vardırmaya meyilli
olduğumu hesaba katıyorum ve sürecin başlama vuruşunu ikinci bir emre kadar
erteleyerek düşüncemden vazgeçiyorum.
“Pardon,
adınızı alamadım,” diyorum. Sesim sadece ses gibi çıkıyor işte o kadar. Çamaşır
ipindeki hiçbir şeye benzemiyor yahut andırmıyor.
Sonradan
sarışın genç kadın gülümsüyor. Gülümseyince yanaklarının ortasında iki küçük
delik beliriveriyor. Dilimin ucunu sırasıyla her iki çukurcuğa sokabilme
arzusuyla kıvranıyorum.
“Adım
Vesikalı,” diye yineliyor çamaşır ipindeki nemli jartiyerlerin rüzgarın
dokunuşlarıyla ıslığımsı haykırışlarına benzeyen histerik ses tonuyla.
Karşısında teneke kutu kadar sabit kalakalan bana bakarak devam ediyor;
“Orçun’du di mi? Garip bir isminiz var yine de memnun oldum.”
“E.
Evet, Orçun’du,” diyorum kekeleyerek. “Hala da Orçun.” İsmimi garip bulması
garibime gidiyor. “Ben de memnun oldum Vesikalı Hanım.”
Sesim
ahırdaki öküzlerin dışkılarının yere düştüğünde çıkardığı poflamayla ağıldaki
keçilerin yem için melemeleri arası gidip geliyor. Sözlerimi tamamlar tamamlamaz
sanki tokat yiyecekmiş gibi siniveriyorum. Başka bir ortamda genç bir kadına
böyle hitap etsem çoktan şamarı yemiştim herhalde. Tepki gelmeyince boynumu
soktuğum omuzlarımın arasından çıkarıyorum.
Vesikalı;
“Hanım deme lütfen,” diye düzeltiyor. Kızgın tavaya bırakılan buz parçasının
erirken çıkardığı tıslamaya benzer konuşuyor. Aynı buzun erirken çıkardığı
buhara benzer ateş karın nahiyemde geniş bir daire çizerek ikiye ayrılıyor ve
meme uçlarımı yalayarak omuz başlarıma dek tırmanıyor. Kulaklarımın uğuldamaya
başladığı anda cümlesini tamamlıyor. “Sadece Vesikalı de bana. Hatta
arkadaşlarım kısaca Ves derler.”
Babası
annesinin kendini aldattığını düşündüğü başka bir erkekten peydahlandığını
sandığı için kızına bu ismi intikam amaçlı koymuş olmalı ya da daha iyimser bir
olasılık; kız direkt olarak yabancı olan benimle kendi mizah anlayışı babında
dalga geçiyor. ‘Bende Pezo ‘mu deseydim acaba?’ diye düşünüyorum. Eğer
gerçekten mizah anlayışı buysa ve kendince benimle dalga geçiyorsa ben de
vereceğim bu tarz bir karşılıkla kızla kendi lügatine uygun dalga geçmiş
olurum. Yok, gerçekten safsa, kıza karşı ayıp olmaz en azından.
“Vesikalı,
adının anlamını biliyorsun değil mi?” diye soruyorum. Büyük ihtimal bilmiyor. Neredeyse ismiyle
gurur duyuyor, bilse böyle davranmaz herhalde. Tutup bana, çiçeklerin
saplarında yaşayan siyah noktalı küçük uğur böcekleri tarzı bir cevap verirse
şaşırmam.
Vesikalı
sorumu başını evet tarzı sallayarak onaylıyor.
“Tabiî
ki biliyorum,” diyor. Biliyormuş gibi
de. “Babamın en sevdiği isimmiş bu. Ölmeden önce annesinin annesine bütün
Yusufluköy böyle hitap edermiş. Biliyor musun burada din adamlarından ve ileri
gelen idarecilerden sonra en önemli insanlara bu unvan verilirmiş eskiden.”
Şaşırıyorum.
Çiçeklerin saplarında yaşayan siyah benekli küçük uğur böceklerini bütün
masumiyetlikleriyle uğurladıktan sonra, “Öyle mi?” diye mırıldanıyorum.
Babaannesi vesikalı diye gururla göğsü kabaran bir genç kızın onu isminde
yaşattığı için memnuniyeti şaşırtıyor beni.
Yanaklarındaki
iki küçük çukuru ortaya çıkararak gülümsüyor yeniden. Yanakları yalnız kalmasın
diye gözlerinin içi de gülümsüyor bu kez. Çok laciverde katılmış az sarıdan
mütevellit zümrüdümsü yeşil gözleri güneş ışığını muzırca yansıtarak aklımın en
içlerine dek hayasızca işliyor.
Aslına
bakılacak olursa bahsi geçen görevin
-eğer yanlış anlamadıysam tabi-, literatürsel olarak psikososyal açıdan ele
almak bağlamında gerekliliğinin yadsınamaz önemini biliyorum. Yine de adı
çıkmış olan böyle bir mesleğin, ki; sendikal haklarının tüm başlıklarının
verilmiş olduğunu varsaysak bile her hangi bir kara parçası üzerinde bu denli
değer görebileceğini havsalam alamıyor. Kuyusuna düştüğüm bu yoğun düşüncelerin
tembellik abidesi hafızamı katalize etmesi neticesinde on sekiz yaşıma girdiğim
ilk günün, sabahının köründe koşar adım gittiğim genelev aklıma geliveriyor. On
beş dakika kan ter içinde kalarak uğraşıp kapının önünde bekleyen arkadaşlarıma
odada yaptıklarımı böbürlenerek anlattığım vakit, arkadaşlarımın yakınlaşma
yaklaşımlarımın muhatabı anatomik uzvun, olması gerekenden hayli uzak bir vücut
parçası olduğunu, kahkahalar arasına sepili anırtılarından çıkarabildiğim
kadarıyla ayırt ediyorum. Sonraki yıllar bu acı anısını bilinçaltımda
sakladığım o muhite bir daha adım atamıyorum. Yine de başta yapılan hatalar,
psikolojik kurallardan hareketle kişinin bir şekilde yaptığı hata konusunda
hırslanmasına sebep, yaşamının daha sonraki dönemlerinde aynı konu üzerinde
uzmanlaşma gayretlerine de dinamizm katıyor. Ben hariç.
Ves’e
dönüyorum. “Senin adına sevindim,” diyorum ve ekliyorum; “Ben..” Amacım göbek
adımın Pezo olduğunu iddia etmek.
Genç
kadın sözümü kesiyor.
“Bir
de erkek kardeşim var benim,” diyor. “Onun adı da Pezo. O da eski devirlerde
Vesikalıların yardımcısı mıymış neymiş, öyle bir anlamı varmış. Senin kardeşin
var mı?”
Başımı
kaldırıp yukarı bakmıyorum ama güneşin yukarıdan beni izlediğinin bilincinde,
kulaklarımın aslında günahsız olduklarını, duyduklarımın mevsimsel faktörlerin
duyu organlarımın deneme amaçlı ısrarlı girişimler olduğunu varsayarak
susuyorum. Verilmiş sadaka deyimindeki şanslı azınlıktan, hiç değilse o gün
biri olduğumu fark edip, az önce düşündüklerimi dile getiremediğim için kendimi
şanslı sayıyorum. Kız ciddi. Babası bir nedenden dolayı o isimleri çocuklarına
cidden koyuyor.
“Ortağı
aslında,” diye mırıldanıyorum ister istemez. Ağzımdan kaçan cümleyle daha
cümlem sokağa dökülmeden kıpkırmızı oluyorum. Duymamıştır ümidiyle
yanaklarındaki deliklerden kaçırdığım gözlerimi, kaşlarımın arkasına saklayarak
karşımda gülümseyen kırmızılı genç kadına bakıyorum. Güneşin kavurduğu asfalt
yolda, kuru hava alçaklığını göstererek arkamdan vuruyor, sesin iletimindeki
fiziksel bütün kolaylıkları sağlayarak ulaşması gerekmeyen kulaklara
kızarmamdan daha erken ulaştırıyor. Ves dudaklarımdan gayri ihtiyari dökülen
fısıltıyı çoktan duyuyor bile. Kıpkırmızı oluyorum. Yanaklarımda pusuya yatmış
bekleyen o pembemsi kırmızı, çoktan şakaklarıma ulaşıyor, alnım karınca yuvası
önünde kalmışta binlerce karıncanın ayakları altında çiğneniyorcasına kaşınmaya
başlıyor. “Özür dilerim,” diyorum. Yapabileceğim başka bir şey yok. Varsa da
aklıma gelmiyor. Sesim çamaşır ipindeki mandallar kadar plastik. “Böyle demek
istememiştim. Ağzımdan kaçtı. Ben…”
Genç
kadın ellerini çırptığında göğüslerinin de çırpınmasına neden oluyor.
Hiç
beklemediğim halde sevinçle ışıldayan gözlerini kısarak “Evet, bravo.” diye
küçük bir çığlık atıyor. “Tarihimiz hakkında çok şey biliyorsun. Kimlerdensin,
seni daha önce hiç görmemiştim. Ben Kavat Bey’in kızıyım. Duymuş olman lazım.
Kondom kralının yani. Kaldır artık şunu kondomlarını babam üretiyor biliyor
musun? Hepsini alabilir misin vibratörlerini de.”
Soluk
almadan cümleler kuruyor. O konuşurken gözlerindeki yeşil, muhteviyatına az
daha sarı katılmışvari bir ton daha açılıyor. Yanaklarındaki çukurcukları
kıvrak bir dansın egzotik kıvırmalarına emanet ederek aralıksız anlatıyor.
Ancak morarmaya yüz tutmuşken susuyor. Dudaklarının kenarlarını sınırlayan
kahverengi sınır çizgileri –ki, dudakların en güzel yeridir- hafifçe gerilerek,
yanaklarındaki iki küçük çukurcuğu işaret ediyor. Ben bunları gözlemlerken, Ves
derin bir nefes alıp ciğerlerini şişiriyor. Yeni bir kelime bombardımanına
hedef olmadan atlıyorum.
“Ben
burada yabancıyım,” diyorum. Gerçi bunu söylememin gereksizliği kilometrelerce
öteden belli oluyor. Yine de tuhaf bir soy ağacının giderek sınır tanımaz alt
yapraklarına geçmekten daha mantıklı geliyor birden. Sonra Yusufluköy’de
yabancıları sevmediklerini hatırlıyorum. O ana dek nedense tamamen varlığını
yok saydığım sıradan ama caydırıcı bir ayrıntının hakikatini fark edip
susuveriyorum. Nutkum tutuluyor. Sonradan sarışın kadının elinde tuttuğu
ayakkabıya bakıyorum. Sivri ve uzun bir topuğu var ve yerçekimi ivmesini de
hesaba katarsanız kırmızı kıyafetine girmekte zorlanan genç kadının elinde
oldukça can yakabilir. Ağzımdan kaçırarak verdiğim cevaba karşılık kimlerden
olduğumu sorgulamaya başlaması beni köyden biri sanmasından.
Bir
adım gerileyerek kendimi emniyete alıyorum.
Tepki
gelmeyince doğrulup bir adım önceki yerime dönüyorum. Daha da ileri giderek
fazladan bir adımla güzel olmasının yanı sıra çekici sıfatını da bünyesine
dahil ederek seksi zincirleme tamlamasına ekleyen genç kadına yaklaşıyorum.
Burun deliklerime çarparak beyin gözeneklerime dek nüfuz eden parfüm kokusunun
sarhoşluğunda çamaşır sepetinin içindeki bütün ıslak çamaşırlardan sızan kirli
sabunlu suların laçkalığındaki ses tonumla soruyorum. “Cadde bomboş, sen ne
yapıyorsun tek başına?”
Vesikalı;
“Gezme sırası ben de,” diye konuşuyor. Bunu öyle rahat söylüyor ki, gezmenin
neden sıralı olduğunu merak bile etmiyorum. “Ben de solucanlarımı gezdireyim
dedim.”
“Gezdirmek
mi?” diye soruyorum tekrar. Gezdirmek eylemi ayakları bile olmayan hayvanlar
için kullanıldığında kulağa oldukça garip geliyor.
Genç
kadın; “Evet, gezdiriyorum,” diyor. “Yoksa eve pisliyorlar.”
Genç
kadının cümlesi düz mantık ilke ve standartları göz önüne alınarak
düşünüldüğünde doğru. Ama sabahtan beri mantığın düzü falan kalmadığından ve
kalan kısmında mantıkla uzaktan yakından alakası bulunmadığından duralıyorum.
Solucanların bir eve nasıl pisleyebileceklerini düşünüyorum. Kendimi zorlayarak
ıkınmak fiilinin yerdeki sosisimsi şeylerin yüzlerinde nasıl duracağını tasvir
etmeye uğraşıyorum. Tasmasından kurtulmaya uğraşan solucana gözlerimi dikiyorum
Hastalanıp bir ucundan herhangi bir sıvı çıkaracak olsa dahi midesini üşütüp
kustuğu mu yoksa barsak enfeksiyonuna sekonder ishal mi olduğu bile
anlaşılamayacak sosiste bana bakar gibi oluyor. Beceremiyorum.
“Onları
nasıl çağırıyorsun ki?” diye soruyorum bu kez. Gerçekten merak ediyorum. Geh
bili bili bili… Olacak iş değil, daha kulaklarının olduğunu bile sanmadığım
şeritlerin, sesin geldiği yöne dönüp dilleri dışarıda koşturduğunu hayal
ediyorum. Komik. Yıllardır oturduğum ve her karışını avucumun içi gibi
bildiğimi zannettiğim mahallemden çok uzak olmayan bir yerde, kelimenin tam
anlamıyla yabancı kalakalıyorum.
Vesikalı;
“Çağırmıyorum,” diyor. “Çekiyorum geliyorlar.” Şeklin ve intizamın kesintisiz
bir haftalık uğraşı sonrası tornadan çıkardığı kuvvetle muhtemel kusursuz
parmağıyla asfalt üzerinde kımıldanıp duran yaratıkları işaret ediyor. “Şu
BüÇük, Bu da KüÇük. Bu hayvanları terbiye etmek ne kadar zor biliyor musun?”
Bilmiyorum
tabi. Yine de tahmin edebiliyorum.
Sirke
satabilmek amacıyla pire eğitmeye kalkan ilkokul arkadaşım Soner’in kafayı
sıyırmak üzereyken astronot olmaya karar vererek son anda kurtulduğunu
hatırlıyorum. Annesi oğlum elden gidiyor diye valiliğe yazı bile yazıyor.
İnsanın kuzeni vali olunca ne yapacağını şaşırıyor haliyle. Artık görgüsüzlük
mü, çaresizlik mi bilinmez.
“Tahmin edebiliyorum,” diyorum. “Peki niye
solucan besliyorsun ki? Köpeğin yok mu gezdirecek? En azından çağırabilirsin
onu.”
“Köpek
mi?”
Genç
kadın gözlerinde parıldayan, daha önce hiç duymadığı bir canlıdan
bahsediyormuşum gibi hayret dolu bakışlarını bana çeviriyor. Bu pozisyonda sol
kulak memesi ayrıntısıyla öne çıkıyor ve sanki kendine has bir dille ‘yala beni
daha ne duruyorsun,’ der gibi hafifçe kızarıyor.
“O
da ne Orçun?”
Büyüsü
altına girdiğim kulak memesi kıvamındaki hipnozdan kurtulup genç kadına
dönüyorum. Her cümlesi şaşkınlığımı arttırmak için bir öncekiyle yarışıyor
sanki.
“Nasıl
yani,” diyorum. Oha yani ayıp kaçacak. “Sen köpeğin ne olduğunu bilmiyor
musun?”
Gözleri
irileşiyor ve kırmızı rujla örttüğü dudakları büzülerek planlanmış bir
arbedeyle kim vurduya gidecek öpülüp kaçılası bir hal alıyor. Gerçekten garip,
fakat gözbebeklerine sinen merak, köpeğin nasıl bir hayvan olduğunu bilmediğini
söylüyor. “Küçük, tüylü, kuyruğu olan ve kuyruğuna bastığında havlayan bir
hayvan,” diyerek açıklıyorum. Ya gergedanlar evcil hayvanlar olsaydı ve evlerde
beslenseydi? “Havlamak dediğim, hav hav hani.”
Genç
kadın; “Ha o.” diye bağırıyor. Boğazından fırlayarak çıkan nidasına göğüsleri
bir iki kıpırdanarak eşlik ediyor yine.
Anlatılmak
isteneni anlıyor anlaşılan. Aniden sıçradığında titreyen göğüsleri ile
bilmeceyi çözdüğü için sevincinden yanaklarına tekrar çivilenen çukurcuklar
arasında nereye bakacağıma bocalıyorum. Hızlı davranmalı ve her ikisinden de
olmamak için ikisi arasında süratle bir seçim yapmalıyım. Şaşkınlığımın beni
gafil avlamasına fırsat bırakmadan anlık bir kararla vakit geçirmeden
göğüslerine odaklanıyorum. Jölemsi kımıldanım durmaya yakınken, “Yasak
hayvandan bahsediyorsun sen,” diyor. Demek burada köpeğe yasak hayvan diyorlar.
Burası neresiyse. Fırının olduğu sokak Karadeniz sokağı, onun bir alt
paralelindeki Niğdeliler. Köyde it dedikleri aklıma geliyor. Olabilir. Yöresel farklılıklar
ayrılık değil, kişisel fikrime vurduğunuzda, panoramaya toplumsal renk getiren
hoş değişiklikler. Elmaya alma demek gibi.
“Onu
beslemenin ölüm cezası var. Hem şunlara bak. Ne kadar tatlılar değil mi?”
Vesikalı’nın
gösterdiği solucanlara bakıyorum. Hafif ısınmış yağda tam pişmemiş ince
sosislere benziyorlar, birbirlerini yalayarak temizlenmeye çalışıyorlar.
İğrenir gibi oluyorum aslında. Ama biraz.
“Hele
onları ayağınla ezip patlatınca ne kadar şirin oluyorlar bir bilsen. Hadi
patlat bir tanesini. Haydi çekinme lütfen KüÇüğü patlat. Haydi bütün gücünle
üzerine bas.”
BüÇük
eriyerek yarı yarıya ufaldığı için, neredeyse onun iki katı görünen KüÇüğü
izliyorum bir müddet. Kızgın güneşin altında giderek daha pembeleşen kıvır
kıvır yaratıklar Ves’le aramızdaki konuşmaların manasından habersiz hala
yalanıyorlar. Sırf güçlü olduğu için güçsüzü ezmek fikri daha iğrenç geliyor.
Sadece çok parası olduğundan ve iş imkanı sağladığını iddia ettiği için, para
kazanmak ve ailesine bakmak zorunda olan ve emrinde çalışan diğer insanları
ezmek hakkına sahip olduğunu düşünen, patronların nasıl bir zihniyetle ve
acımasızca ben ne dersem o olur kompleksine sahip olduklarını anımsatıyor. Ne
kadar zengin olursam olayım insanlığımı ve insanlığın yapı taşı olduğuna emin
olduğum vicdanımı kaybetmeyeceğime dair inancımın eşliğinde gözlerimi iki
sosisimsi varlıktan ayırmadan seyrediyorum. KüÇük çok kısa bir an BüÇüğü
yalamaya ara verip yüzüme bakar gibi oluyor, birden o kısa sürede kendimi onun
yerine koyuyorum ve üzerime basan ayağın ağırlığı altında patlayan bedenimin
ihtimali sesiyle irkiliyorum. Acıyı yaşamak için çekmek gerekmiyor.
“Sağ ol Ves,” diyerek gözlerine yapıştırdığı
paylaşıyorum ve paylaşmayı seviyorum edalı bakışlarını yüzüme kenetlemiş genç
kadının, sessiz fakat bağıran ısrarını kesiyorum. “Bugün havamda değilim, başka
zaman belki. Sana bir sorum olacak?”
Ves’in
üzerime çevirdiği gülümseyen bakışları birden duralıyor. Gözlerindeki yüreğime
işleyerek kalp atışlarımın hızlanmasına neden olan nemli yeşil renk, laciverdi
fazla kaçmış çam yapraklarına bezenerek içimi tarifsiz bulandırıveriyor. Yüzü
asılıyor gibi. Yerdeki küçük solucanı ezmedim diye morali bozulmuş olamaz. Yok
artık. Yanaklarında yuva kurmuş iki küçük çukurcuk geldikleri yer neresiyse
oraya giderek gözlerden kayboluyor. Genç kadın aklına aniden geldiği belli olan
bir ayrıntıyla binlerce arı aynı anda iğnelemişçesine ıstırap dolu gözleriyle
bana dönüyor. Göz bebeklerinde aniden akla gelen bir şeylerin yaktığı
kıvılcımlar kendilerine has kıvrılarak parıldıyor.
Hayretle;
“Sahi senin sokakta olmaman gerekmiyor muydu?” diye soruyor.
Niye,
hasta mı gösteriyorum acaba? Elimle alnımı yoklamak gereği duyuyorum. Güneşin
konuşlandığı noktadan sıcak nefesini acımasızca üfleyerek kavurmasına rağmen
aşırı diyebileceğim ateşim yok.
“İki
kişi birden sokağa çıkmak yasak,” diyor bu defa. Sesi sonbaharda ağaçtan
dökülen yaprakların çıkardığı kurulukta ve yere düşerlerken rüzgarın yapraklara
sürtündüğündeki soğuklukta.
“Yasak
mı?”
Sokağa
çıkma yasağı falan mı var acaba?
“Neden?”
Genç
kadın “Bilmiyorum,” diyor. Umursadığı da söylenemez. Birilerinin verdiği emri
sıradan bir yasak deyip kabullendiği belli. “Başbıngıldak yasakladı ya bunu,”
diyor. Bunu bilmediğime inanamıyor gibi. “Yıllar yıllar önce yasaklamış
duymadın mı hiç?”
“Hayır,” diyorum. Başbıngıldak kim,
görev itibariyle ne iş yapar ve karar yetkisinde olduğunu bile az önce
öğrendiğim yıllar yıllar öncesi alınmış kararlar hakkında bilgim yok. Hatta
burasının neresi olduğu hakkında bile. “Duymadım tabi, söyledim ya ben buranın
yabancısıyım,” diye ekliyorum. “Kız arkadaşım kaçırıldığı için buradayım.
İzlerini takip ederek buraya kadar geldim ve burada takılı kaldım.” Parmağımla
ufukta devasa yeşil bir sis gibi duran ormanı işaret ediyorum. “İzler oraya
doğru gidiyor ve ben, beni ormana götürecek bir araç bulmak zorundayım.”
Genç
kadın işaret ettiğim yöne dönüp bahsettiğim ormanı görünce olduğu yerde
titremeye başlıyor. Jöle kıvamındaki göğüsleri vücudunun bu ani hareketiyle
birlikte tekrar yaylanıyor ve sol meme başı titremenin kendisine verdiği
yetkiye dayanarak başını kırmızı elbiseden çıkarıp bana göz kırpıyor.
Gözlerimin önünde cereyan eden bu ani hareketlenme karşısında bakışlarımı
odaklandığım pembenin en pembe tonundaki meme başından alamadan genç kadına
soruyorum;
“Ves,
iyi misin sen?”
Belki
de başından beri sormam gereken soruyu dile getirme gereği duyuyorum. Artık onu
anladığım ya da onun beni anlayabildiği konusunda hiçbir ümidim kalmıyor. Ayrı
dünyaların insanı kıvamında aynı alfabeyi farklı yorumlayarak yan yana
dikiliyoruz. Ortak tek noktamız aynı havayı solumaktan ibaret, o kadar.
Genç
kadın sesi çamaşır ipindeki herşeyden çok uzak bir kurulukla üç ayrı soruyu bir
sorudan daha kısa bir sürede tek nefeste sıralıyor.
“Orman
mı? Sıtkısıyırtan ormanına mı gitmeyi istiyorsun? Emin misin?”
“Elbette
eminim,” diyorum. Elbette eminim. “Dedim ya Aysel’i bulmak zorundayım.”
Zorundayım. İlk sorunun cevabı; ormandı. Susuyorum.
“Ama o orman?” Cümlesinin sonunu
getiremiyor. Yarıda bıraktığı sorusundan vazgeçip göz diplerine yerleştirdiği
korkuyla beni süzüyor. Şimdiden bir cesede bakıyormuş gibi. Alt dudağı
çenesiyle birlikte kıpırdamaya başlıyor.
“Ne
var o ormanda Ves?” diye soruyorum. İçimde gizliden gizliye yer eden tırsı
korku adını almaya çok yakın ve korktuğum zaman bacak kaslarıma olan güvenim
kalmıyor. Bir sürü ağacın bir araya gelerek meydana getirdikleri yeşil bir
coğrafik yeryüzü örtüsü bu insanları neden bu kadar korkutuyor? “Neden bu kadar
korkuyorsunuz o ormandan?” Altı üstü bünyesi kereste, yaşamsal faaliyeti
klorofil üretmek olan ağaç yığınında bu denli korkacak ne var. Ayı falan mı var
diye düşünüyorum. De ki var, şehirde bile onların beyni olanlarıyla her adım
başı denk geliyoruz. Bulaşmadığın sürece mesele yok yani.
Vesikalı
büyük, küçük bir sürü h harfinin kelime aralarına sıkıştırıldığı cümlesiyle
yanıtlıyor sorumu.
“Oranın
arkası Tahtalıköy çünkü.”
‘Yani,’
diye iç geçiriyorum.
“Tahtalıköy
mü?”
Aynı
h harflerinin eşlik ettiği başka bir cümleyle karşılık veriyor.
“Evet,
Tahtalıköy.”
Yine
‘yani,’ diyesim geliyor.
“Yani?”
Vesikalı
bana bu kadar açıklamaya rağmen anlamıyorsan salaksın galiba der gibi bir bakış
atıyor. Gözlerinde kıvılcımlaşan gerçekten salak mısın parıltıları yerini
kaşlarının evet gerçekten salaksın açılanmalarına bırakırken alnını diklemesine
ikiye bölen derin bir çizgi beni anlayamadığını itiraf ediyor.
“Şaka
mı ediyorsun sen? Tahtalıköy’e giden hiç kimse henüz geri dönmedi.”
“Duydum,”
diye yanıtlıyorum. Bugün karşıma çıkan herkes, kadın erkek fark etmeden aynı
şeyi tekrar edecek anlaşılan. “Biliyorum, az önce yaşlı adam söylemişti bunu.
Gerçi o da hemen arkasından vedalaşmadan sırra kadem bastı ama neyse.”
Şaşkınlıkların
birisi bırakıp bir diğeri tekrar kucaklıyor gibi Vesikalı’yı. Duyduklarına
anlam veremediği bir sürü hayata bakış şeklini ve şekle yaklaşım tarzını aynı anda
yaşayıp duruyor. Bir dejavudan diğerine atlıyor durmadan. Boğazında düğümlenen
tükürük topunu zorlanarak yuttuktan sonra heyecanın yırttığı sesiyle
mırıldanıyor.
“Sen
yaşlı adamı gördün mü yani şimdi?”
Bahsi
geçen şaşkınlıklardan bir tanesi genç kadına sarılacağı yerde onu sıyırıp
yanlışlıkla bana sarılıyor.
“Evet,
az önce gördüm. O da bana ormana gitme, gidenler geri dönmüyor dedi,” diyorum.
“Ne var bunda?”
Yaşlı
adam görünmez miydi yoksa? Soruyu sorarken kadının evet diyeceğinden
çekiniyorum bir ara. Kardeşinin adı Pezo olan, Ves lakaplı, iki solucanını eve
pislemesinler diye yürüyüşe çıkarmış Vesikalı adında, sonradan sarışın bir
kadından ne bekleneceği belli olamıyor nasılsa.
“Tanrı
aşkına ağaçlara karşı toplumsal bir alerjiniz mi var sizin?”
Genç
kadın; “Sen seçilmiş olansın,” diyor. Arkasından öksürüyor. Aşırı tepkisi,
konuşmaya çalışırken havanın boğazına kaçmasına yol açıyor. Sorumu duyduğunu
bile sanmıyorum. Tekrar, bu kez boğazını temizliyormuş gibi hırıltıların da
eşlik ettiği tükürüklü bir çığlığın akabinde bağrınıp elleriyle ağzını
kapatıyor. “Sen seçilmiş olansın.”
Ağzını avucuyla kapattığı için soluk almakta zorlanıyor. “Evet,
kesinlikle sen seçilmiş olansın. Demek sonunda o gün geldi ha. Asla gerçek
olabileceğini düşünmüyordum oysa annemin küçükken bizi kandırmak için uydurduğu
bir masal sanıyordum hepsini,” diyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder