27 Mayıs 2025 Salı

SEÇİLMİŞ OLAN 6

 

“gelin bakalım sizi

yaramazlar.”

 

Boyunlarına biri kırmızı, diğeri mavi iki tasma taktığı iki solucanı peşinden sürükleyerek çekiştiren sonradan sarışın genç kadının yanına yaklaşıyorum. Gün asfalt zemin üzerinde yumurta pişirilecek kadar sıcak. Amacım yürürken sergilediği rahat tavırlara bakarak bölgenin yerlisi olduğunu sandığım genç kadına,  beni, yaşlı adamın Sıtkısıyırtan ormanı dediği yere götürecek taksiyi nereden bulabileceğimi sormak. Buraya gelmeden önce bahçesi içerisine park edilmiş sarı bir taksi olan bir ev görüyorum. Bahçe duvarlarının dört bir yanına bakınmama rağmen taksi hakkında sorularımı cevaplayabilecek kimseyi bulamıyorum ama. Yaklaşık beş dakika ağır metal dış kapının sağındaki iğrenç melodili zilin düğmesine aralıksız basmama karşın kapıyı gelip açan olmayınca tekrar caddeye çıkıyorum. Genç kadın aniden ortadan kaybolan ihtiyar adamdan sonra her iki tarafı dükkanlarla dolu ana yolda rastladığım ikinci kişi.

Başında geniş siperlikli kırmızı bir şapka var. Sırtı bana dönük ve attığı her adımda kalçalarını da hareketlendiren kısa adımlarla yürüyor. Adımlarımı hızlandırarak birkaç metre önümde yürüyen kadına yetişmeye çalışıyorum. Kadına yaklaşamadan gölgem solucanların üzerine düşüyor. Beni fark eden solucanlardan daha ince olanı sırtını kamburlaştırarak düz yolda gizlenebileceği bir kovuk aramaya girişiyor. Mavi tasma takılı olanı, diğerinin hareketlenmesiyle dengesini kaybedip sırt üstü yere yuvarlanıyor ve sümüğümsü bir sıvı bırakarak düştüğü yerde debelenmeye başlıyor. Sümüğümsü sıvının genişleyen sınırlarının aksine yerde sırtüstü debelenen solucan giderek küçülüyor. Kadın solucanın düştüğünü nasılsa anlıyor.

            “Affedersiniz,” diye sesleniyorum.

Sesim kızartılmış ekmeğe sürülmüş tereyağı kadar yumuşak ve aynı hızla havada anında eriyor. Yerde sırtüstü düşmüş, debelenmekte olan solucanıyla ilgilenen sonradan sarışın genç kadın beni duymuyor. Dizleri üzerine eğilerek yolun ortasında kımıl kımıl hayvana bilerek peltekleştirdiği diliyle bebek muamelesi yapıyor. Uzanıyorum, dizleri üzerine eğilmiş olan kadının omzuna dokunarak dikkatini çekmek istiyorum. Genç kadın omzuna dokunan parmağın yabancı ısısıyla olduğu yerde sıçrıyor. Bütün hızıyla sağ ayağından tek hamlede çıkardığı ince topuklu kırmızı ayakkabısının arkasına saklanıyor. Korktuğu her halinden belli. Elinde olmaksızın boğazından f-lerle zenginleşmiş kesik h dolu bir ürperti ünlemi kopuyor. Vücudu ani salgılanan adrenalinin iteklemesiyle titriyor. Elinde tuttuğu ayakkabı tekinin renginde vücudunu sıkı sıkıya saran tek parça dar bir elbise giymiş. Titremesiyle birlikte elbiseden fırlayacakmış gibi duran ve vücuduna yerçekimine aykırı yerleşmiş izlenimini veren iri göğüsleri, önce mutfakta tabaktan kayıp yere düşen jöleler gibi sarsılıyor, ardından bir müddet daha kendine has ritimle titremesine devam ederek duruyor.

Genç kadın, göğüslerini titreterek insanı hipnotize etme gücüne sahip süper bir kahraman olmalı. Ya da ben Aysel’in peşinde deli danalar gibi salya sümük dolaşırken iyiden iyiye kıza kesmiş, düz duvara tırmanma aşamasındaki dünya rekorunu kırarak ülkeme kendi çapımda bir başarı kazandırmak üzereyim. Bakışlarımı zor bela kendine özgü egzotik dansını tamamlayan memelerden alıyorum.

Sarışın genç kadın; “Ay beni korkuttunuz,” diyor.

Sesi rüzgarın arka bahçelerde asılan tam kurumamış renkli iç çamaşırlarına vurduğu zaman çıkardığı ıslak ve iç gıcıklayıcı sesi anımsatıyor. Veya ben dedim ya, düşünmek eylemini beynim haricindeki başka bir organıma yüklüyorum ve henüz olayın boyutlarının farkında değilim. Genç kadının dudaklarına sürdüğü parlak kırmızı renkli ruj, bir yandan ‘Hadi beni öp, öpmezsen erkek değilsin,’ tarzı cümleler kurmaya başlıyor ki, genç kadın aynı ıslak ve iç gıcıklayan ses tonuyla kulaklarımı uyarıyor.

“Tam da eğilmiş yerde eriyip bitmek üzere olan solucanımı düzeltmeye çalışıyordum. Korkudan içim bir tuhaf oldu, bakın kalbim nasılda deli gibi çarpıyor.”

Genç kadının eliyle işaret ettiği yerde bir çırpıda kalbi hariç her şeyi görüyorum.  Az önceki jölemsi titremelerin her nefes alınıp verildiğinde tekrarlandığını fark edip, başımı iki isimsiz jölenin arasına gömmemek için kendimi zor tutuyorum. Utanmışlığın kendine has pembemsi kırmızılığı yanaklarımdan şakaklarıma doğru tırmanırken bu şartlar altında olabilecek en sert erkek bakışlarımla kadına dönüyorum.

Geveze ruj sürüldüğü kalın dudaklara sarılmış ha bire aynı repliği tekrarlayıp duruyor. Kısa bir süreliğine gözlerimi kapayarak onları görmezlikten geliyorum.

“Özür dilerim bayan,” diyorum. Sesim aynı çamaşır ipliğinde asılı unutulmuş pamuklu çoraplar kadar kuru ve çıtırtılı çıkıyor. “Adım Orçun, amacım sizi korkutmak değildi.”

Genç kadının izin vereceğini bilsem amacım Aysel’i aramakta olmayacak ama, neyse.

Sonradan sarışın genç kadın; “Lütfen özür dilemeyin,” diyerek inliyor. Sesi içi gıcıklayan ne varsa hepsini birden andırıyor. En çok traş olurken burnuma kaçan köpüklerin burun boşluğumda yaptığı küçük baloncuklardan huylanırım ve şu an kulaklarımda çınlayan sesi en çokta onu hatırlatıyor. “Önemli değil, bakın solucanımda doğrulmuş zaten.”

Yarı yarıya ufalmış olan solucana bakıyorum. Tasma genişliği artık boynuna göre oldukça büyük olduğu için kaçmaya çabalıyor, elleri olmadığından yine de bunu beceremiyor. Gayri ihtiyari şekilde parmaklarımı kıpırdatmak gereği duyuyorum. Bazen bizde olanların değerini ancak bizden alındıklarında fark edebiliyoruz. Özgürlüğün kıymetini parmaklıkların arkasına düşünce, gökyüzünün kıymetini penceresiz odalara kapatılınca, ekmeğin kıymetini pastırmanın peşine düşüp ekmekten olunca anlıyoruz. Babam çocukken yerin neresiyse hep senden aşağıda kalanlara bak der, çünkü bu elindekilerin değerini onları kaybetmeden fark etmeni sağlar. Yukarılara bakarsan; sende olmayanların heyecanını yaşar ve onlara ulaşmak için elindekilerini tehlikeye atarsın. Bu yanlış olanama bunu sıkça yapıyoruz.

Aysel konusunda başıma gelenler gibi mesela.

Genç kadın elini uzatarak;  “Ben de Vesikalı,” diyor.

Yerdeki başarısız kaçma planını şaşkınlıkla izlemeye devam ediyorum. Genç kadının dudaklarından dökülen kelimeler uyku ile uyanıklık arasında yatak odasında zorunlu öğle uykusuna yatırılan çocukların kapının diğer tarafında duyduklarına benzer uğultularla uzaklaşarak dağılıyor. Birden kendimi toparlayarak genç kadına bakıyorum. Olacak iş değil ama, genç kadının vesikalı dediğini sanıyorum. Duyduğumu sandığım şey beynimin bana oynadığı bir oyun olmalı. Eğer artık gaipten sesler duymaya başlamışsam, bu geçmiş olsun, sanrılara da az kalmış demek. Yani bundan sonrası hayali arkadaşlar ve ne yapmam gerektiğini söyleyen börtü böcek herhalde. Kafamı gökyüzüne çeviriyorum. Güneş gözlerimi kamaştırmak için elinden ne geliyorsa ardına koymuyor. Bakışlarımı karşımdaki diri vücutlu kadına yöneltiyorum tekrar. Uzatılan eli fark edince elimi uzatarak hafifçe sıkıyorum. Kadının parmakları yumuşacık. Çocukken annemin fırına gönderip almamı istediği ekmekler kadar sıcak ve iştah açıcı. Aklımdan eğilip öpmeyi geçiriyorum önce, bu hareket pekala güzel bir jest olabilir. Böylece ne denli nazik olduğumu ispat edebilir ve genç kadına az önce kendisini istemeden korkuttuğum için özrümü sunabilirim. Ancak içinde bulunduğum ruh halini düşününce, öpmekle yetinmeyip masumane başlayan süreci yalamaya vardırmaya meyilli olduğumu hesaba katıyorum ve sürecin başlama vuruşunu ikinci bir emre kadar erteleyerek düşüncemden vazgeçiyorum.

“Pardon, adınızı alamadım,” diyorum. Sesim sadece ses gibi çıkıyor işte o kadar. Çamaşır ipindeki hiçbir şeye benzemiyor yahut andırmıyor.

Sonradan sarışın genç kadın gülümsüyor. Gülümseyince yanaklarının ortasında iki küçük delik beliriveriyor. Dilimin ucunu sırasıyla her iki çukurcuğa sokabilme arzusuyla kıvranıyorum.

“Adım Vesikalı,” diye yineliyor çamaşır ipindeki nemli jartiyerlerin rüzgarın dokunuşlarıyla ıslığımsı haykırışlarına benzeyen histerik ses tonuyla. Karşısında teneke kutu kadar sabit kalakalan bana bakarak devam ediyor; “Orçun’du di mi? Garip bir isminiz var yine de memnun oldum.”

“E. Evet, Orçun’du,” diyorum kekeleyerek. “Hala da Orçun.” İsmimi garip bulması garibime gidiyor. “Ben de memnun oldum Vesikalı Hanım.”

Sesim ahırdaki öküzlerin dışkılarının yere düştüğünde çıkardığı poflamayla ağıldaki keçilerin yem için melemeleri arası gidip geliyor. Sözlerimi tamamlar tamamlamaz sanki tokat yiyecekmiş gibi siniveriyorum. Başka bir ortamda genç bir kadına böyle hitap etsem çoktan şamarı yemiştim herhalde. Tepki gelmeyince boynumu soktuğum omuzlarımın arasından çıkarıyorum.

Vesikalı; “Hanım deme lütfen,” diye düzeltiyor. Kızgın tavaya bırakılan buz parçasının erirken çıkardığı tıslamaya benzer konuşuyor. Aynı buzun erirken çıkardığı buhara benzer ateş karın nahiyemde geniş bir daire çizerek ikiye ayrılıyor ve meme uçlarımı yalayarak omuz başlarıma dek tırmanıyor. Kulaklarımın uğuldamaya başladığı anda cümlesini tamamlıyor. “Sadece Vesikalı de bana. Hatta arkadaşlarım kısaca Ves derler.”

Babası annesinin kendini aldattığını düşündüğü başka bir erkekten peydahlandığını sandığı için kızına bu ismi intikam amaçlı koymuş olmalı ya da daha iyimser bir olasılık; kız direkt olarak yabancı olan benimle kendi mizah anlayışı babında dalga geçiyor. ‘Bende Pezo ‘mu deseydim acaba?’ diye düşünüyorum. Eğer gerçekten mizah anlayışı buysa ve kendince benimle dalga geçiyorsa ben de vereceğim bu tarz bir karşılıkla kızla kendi lügatine uygun dalga geçmiş olurum. Yok, gerçekten safsa, kıza karşı ayıp olmaz en azından.

“Vesikalı, adının anlamını biliyorsun değil mi?” diye soruyorum.  Büyük ihtimal bilmiyor. Neredeyse ismiyle gurur duyuyor, bilse böyle davranmaz herhalde. Tutup bana, çiçeklerin saplarında yaşayan siyah noktalı küçük uğur böcekleri tarzı bir cevap verirse şaşırmam.

Vesikalı sorumu başını evet tarzı sallayarak onaylıyor.

“Tabiî ki biliyorum,” diyor.  Biliyormuş gibi de. “Babamın en sevdiği isimmiş bu. Ölmeden önce annesinin annesine bütün Yusufluköy böyle hitap edermiş. Biliyor musun burada din adamlarından ve ileri gelen idarecilerden sonra en önemli insanlara bu unvan verilirmiş eskiden.”

Şaşırıyorum. Çiçeklerin saplarında yaşayan siyah benekli küçük uğur böceklerini bütün masumiyetlikleriyle uğurladıktan sonra, “Öyle mi?” diye mırıldanıyorum. Babaannesi vesikalı diye gururla göğsü kabaran bir genç kızın onu isminde yaşattığı için memnuniyeti şaşırtıyor beni.

Yanaklarındaki iki küçük çukuru ortaya çıkararak gülümsüyor yeniden. Yanakları yalnız kalmasın diye gözlerinin içi de gülümsüyor bu kez. Çok laciverde katılmış az sarıdan mütevellit zümrüdümsü yeşil gözleri güneş ışığını muzırca yansıtarak aklımın en içlerine dek hayasızca işliyor.

Aslına bakılacak olursa  bahsi geçen görevin -eğer yanlış anlamadıysam tabi-, literatürsel olarak psikososyal açıdan ele almak bağlamında gerekliliğinin yadsınamaz önemini biliyorum. Yine de adı çıkmış olan böyle bir mesleğin, ki; sendikal haklarının tüm başlıklarının verilmiş olduğunu varsaysak bile her hangi bir kara parçası üzerinde bu denli değer görebileceğini havsalam alamıyor. Kuyusuna düştüğüm bu yoğun düşüncelerin tembellik abidesi hafızamı katalize etmesi neticesinde on sekiz yaşıma girdiğim ilk günün, sabahının köründe koşar adım gittiğim genelev aklıma geliveriyor. On beş dakika kan ter içinde kalarak uğraşıp kapının önünde bekleyen arkadaşlarıma odada yaptıklarımı böbürlenerek anlattığım vakit, arkadaşlarımın yakınlaşma yaklaşımlarımın muhatabı anatomik uzvun, olması gerekenden hayli uzak bir vücut parçası olduğunu, kahkahalar arasına sepili anırtılarından çıkarabildiğim kadarıyla ayırt ediyorum. Sonraki yıllar bu acı anısını bilinçaltımda sakladığım o muhite bir daha adım atamıyorum. Yine de başta yapılan hatalar, psikolojik kurallardan hareketle kişinin bir şekilde yaptığı hata konusunda hırslanmasına sebep, yaşamının daha sonraki dönemlerinde aynı konu üzerinde uzmanlaşma gayretlerine de dinamizm katıyor. Ben hariç.

Ves’e dönüyorum. “Senin adına sevindim,” diyorum ve ekliyorum; “Ben..” Amacım göbek adımın Pezo olduğunu iddia etmek.

Genç kadın sözümü kesiyor.

“Bir de erkek kardeşim var benim,” diyor. “Onun adı da Pezo. O da eski devirlerde Vesikalıların yardımcısı mıymış neymiş, öyle bir anlamı varmış. Senin kardeşin var mı?”

Başımı kaldırıp yukarı bakmıyorum ama güneşin yukarıdan beni izlediğinin bilincinde, kulaklarımın aslında günahsız olduklarını, duyduklarımın mevsimsel faktörlerin duyu organlarımın deneme amaçlı ısrarlı girişimler olduğunu varsayarak susuyorum. Verilmiş sadaka deyimindeki şanslı azınlıktan, hiç değilse o gün biri olduğumu fark edip, az önce düşündüklerimi dile getiremediğim için kendimi şanslı sayıyorum. Kız ciddi. Babası bir nedenden dolayı o isimleri çocuklarına cidden koyuyor.

“Ortağı aslında,” diye mırıldanıyorum ister istemez. Ağzımdan kaçan cümleyle daha cümlem sokağa dökülmeden kıpkırmızı oluyorum. Duymamıştır ümidiyle yanaklarındaki deliklerden kaçırdığım gözlerimi, kaşlarımın arkasına saklayarak karşımda gülümseyen kırmızılı genç kadına bakıyorum. Güneşin kavurduğu asfalt yolda, kuru hava alçaklığını göstererek arkamdan vuruyor, sesin iletimindeki fiziksel bütün kolaylıkları sağlayarak ulaşması gerekmeyen kulaklara kızarmamdan daha erken ulaştırıyor. Ves dudaklarımdan gayri ihtiyari dökülen fısıltıyı çoktan duyuyor bile. Kıpkırmızı oluyorum. Yanaklarımda pusuya yatmış bekleyen o pembemsi kırmızı, çoktan şakaklarıma ulaşıyor, alnım karınca yuvası önünde kalmışta binlerce karıncanın ayakları altında çiğneniyorcasına kaşınmaya başlıyor. “Özür dilerim,” diyorum. Yapabileceğim başka bir şey yok. Varsa da aklıma gelmiyor. Sesim çamaşır ipindeki mandallar kadar plastik. “Böyle demek istememiştim. Ağzımdan kaçtı. Ben…”

Genç kadın ellerini çırptığında göğüslerinin de çırpınmasına neden oluyor.

Hiç beklemediğim halde sevinçle ışıldayan gözlerini kısarak “Evet, bravo.” diye küçük bir çığlık atıyor. “Tarihimiz hakkında çok şey biliyorsun. Kimlerdensin, seni daha önce hiç görmemiştim. Ben Kavat Bey’in kızıyım. Duymuş olman lazım. Kondom kralının yani. Kaldır artık şunu kondomlarını babam üretiyor biliyor musun? Hepsini alabilir misin vibratörlerini de.”

Soluk almadan cümleler kuruyor. O konuşurken gözlerindeki yeşil, muhteviyatına az daha sarı katılmışvari bir ton daha açılıyor. Yanaklarındaki çukurcukları kıvrak bir dansın egzotik kıvırmalarına emanet ederek aralıksız anlatıyor. Ancak morarmaya yüz tutmuşken susuyor. Dudaklarının kenarlarını sınırlayan kahverengi sınır çizgileri –ki, dudakların en güzel yeridir- hafifçe gerilerek, yanaklarındaki iki küçük çukurcuğu işaret ediyor. Ben bunları gözlemlerken, Ves derin bir nefes alıp ciğerlerini şişiriyor. Yeni bir kelime bombardımanına hedef olmadan atlıyorum.

“Ben burada yabancıyım,” diyorum. Gerçi bunu söylememin gereksizliği kilometrelerce öteden belli oluyor. Yine de tuhaf bir soy ağacının giderek sınır tanımaz alt yapraklarına geçmekten daha mantıklı geliyor birden. Sonra Yusufluköy’de yabancıları sevmediklerini hatırlıyorum. O ana dek nedense tamamen varlığını yok saydığım sıradan ama caydırıcı bir ayrıntının hakikatini fark edip susuveriyorum. Nutkum tutuluyor. Sonradan sarışın kadının elinde tuttuğu ayakkabıya bakıyorum. Sivri ve uzun bir topuğu var ve yerçekimi ivmesini de hesaba katarsanız kırmızı kıyafetine girmekte zorlanan genç kadının elinde oldukça can yakabilir. Ağzımdan kaçırarak verdiğim cevaba karşılık kimlerden olduğumu sorgulamaya başlaması beni köyden biri sanmasından.

Bir adım gerileyerek kendimi emniyete alıyorum.

Tepki gelmeyince doğrulup bir adım önceki yerime dönüyorum. Daha da ileri giderek fazladan bir adımla güzel olmasının yanı sıra çekici sıfatını da bünyesine dahil ederek seksi zincirleme tamlamasına ekleyen genç kadına yaklaşıyorum. Burun deliklerime çarparak beyin gözeneklerime dek nüfuz eden parfüm kokusunun sarhoşluğunda çamaşır sepetinin içindeki bütün ıslak çamaşırlardan sızan kirli sabunlu suların laçkalığındaki ses tonumla soruyorum. “Cadde bomboş, sen ne yapıyorsun tek başına?”

Vesikalı; “Gezme sırası ben de,” diye konuşuyor. Bunu öyle rahat söylüyor ki, gezmenin neden sıralı olduğunu merak bile etmiyorum. “Ben de solucanlarımı gezdireyim dedim.”

“Gezdirmek mi?” diye soruyorum tekrar. Gezdirmek eylemi ayakları bile olmayan hayvanlar için kullanıldığında kulağa oldukça garip geliyor. 

Genç kadın; “Evet, gezdiriyorum,” diyor. “Yoksa eve pisliyorlar.”

Genç kadının cümlesi düz mantık ilke ve standartları göz önüne alınarak düşünüldüğünde doğru. Ama sabahtan beri mantığın düzü falan kalmadığından ve kalan kısmında mantıkla uzaktan yakından alakası bulunmadığından duralıyorum. Solucanların bir eve nasıl pisleyebileceklerini düşünüyorum. Kendimi zorlayarak ıkınmak fiilinin yerdeki sosisimsi şeylerin yüzlerinde nasıl duracağını tasvir etmeye uğraşıyorum. Tasmasından kurtulmaya uğraşan solucana gözlerimi dikiyorum Hastalanıp bir ucundan herhangi bir sıvı çıkaracak olsa dahi midesini üşütüp kustuğu mu yoksa barsak enfeksiyonuna sekonder ishal mi olduğu bile anlaşılamayacak sosiste bana bakar gibi oluyor. Beceremiyorum.

“Onları nasıl çağırıyorsun ki?” diye soruyorum bu kez. Gerçekten merak ediyorum. Geh bili bili bili… Olacak iş değil, daha kulaklarının olduğunu bile sanmadığım şeritlerin, sesin geldiği yöne dönüp dilleri dışarıda koşturduğunu hayal ediyorum. Komik. Yıllardır oturduğum ve her karışını avucumun içi gibi bildiğimi zannettiğim mahallemden çok uzak olmayan bir yerde, kelimenin tam anlamıyla yabancı kalakalıyorum.

Vesikalı; “Çağırmıyorum,” diyor. “Çekiyorum geliyorlar.” Şeklin ve intizamın kesintisiz bir haftalık uğraşı sonrası tornadan çıkardığı kuvvetle muhtemel kusursuz parmağıyla asfalt üzerinde kımıldanıp duran yaratıkları işaret ediyor. “Şu BüÇük, Bu da KüÇük. Bu hayvanları terbiye etmek ne kadar zor biliyor musun?”

Bilmiyorum tabi. Yine de tahmin edebiliyorum.

Sirke satabilmek amacıyla pire eğitmeye kalkan ilkokul arkadaşım Soner’in kafayı sıyırmak üzereyken astronot olmaya karar vererek son anda kurtulduğunu hatırlıyorum. Annesi oğlum elden gidiyor diye valiliğe yazı bile yazıyor. İnsanın kuzeni vali olunca ne yapacağını şaşırıyor haliyle. Artık görgüsüzlük mü, çaresizlik mi bilinmez.

 “Tahmin edebiliyorum,” diyorum. “Peki niye solucan besliyorsun ki? Köpeğin yok mu gezdirecek? En azından çağırabilirsin onu.”

“Köpek mi?”

Genç kadın gözlerinde parıldayan, daha önce hiç duymadığı bir canlıdan bahsediyormuşum gibi hayret dolu bakışlarını bana çeviriyor. Bu pozisyonda sol kulak memesi ayrıntısıyla öne çıkıyor ve sanki kendine has bir dille ‘yala beni daha ne duruyorsun,’ der gibi hafifçe kızarıyor.

“O da ne Orçun?”

Büyüsü altına girdiğim kulak memesi kıvamındaki hipnozdan kurtulup genç kadına dönüyorum. Her cümlesi şaşkınlığımı arttırmak için bir öncekiyle yarışıyor sanki.

“Nasıl yani,” diyorum. Oha yani ayıp kaçacak. “Sen köpeğin ne olduğunu bilmiyor musun?”

Gözleri irileşiyor ve kırmızı rujla örttüğü dudakları büzülerek planlanmış bir arbedeyle kim vurduya gidecek öpülüp kaçılası bir hal alıyor. Gerçekten garip, fakat gözbebeklerine sinen merak, köpeğin nasıl bir hayvan olduğunu bilmediğini söylüyor. “Küçük, tüylü, kuyruğu olan ve kuyruğuna bastığında havlayan bir hayvan,” diyerek açıklıyorum. Ya gergedanlar evcil hayvanlar olsaydı ve evlerde beslenseydi? “Havlamak dediğim, hav hav hani.”

Genç kadın; “Ha o.” diye bağırıyor. Boğazından fırlayarak çıkan nidasına göğüsleri bir iki kıpırdanarak eşlik ediyor yine.

Anlatılmak isteneni anlıyor anlaşılan. Aniden sıçradığında titreyen göğüsleri ile bilmeceyi çözdüğü için sevincinden yanaklarına tekrar çivilenen çukurcuklar arasında nereye bakacağıma bocalıyorum. Hızlı davranmalı ve her ikisinden de olmamak için ikisi arasında süratle bir seçim yapmalıyım. Şaşkınlığımın beni gafil avlamasına fırsat bırakmadan anlık bir kararla vakit geçirmeden göğüslerine odaklanıyorum. Jölemsi kımıldanım durmaya yakınken, “Yasak hayvandan bahsediyorsun sen,” diyor. Demek burada köpeğe yasak hayvan diyorlar. Burası neresiyse. Fırının olduğu sokak Karadeniz sokağı, onun bir alt paralelindeki Niğdeliler. Köyde it dedikleri aklıma  geliyor. Olabilir. Yöresel farklılıklar ayrılık değil, kişisel fikrime vurduğunuzda, panoramaya toplumsal renk getiren hoş değişiklikler. Elmaya alma demek gibi.

“Onu beslemenin ölüm cezası var. Hem şunlara bak. Ne kadar tatlılar değil mi?”

Vesikalı’nın gösterdiği solucanlara bakıyorum. Hafif ısınmış yağda tam pişmemiş ince sosislere benziyorlar, birbirlerini yalayarak temizlenmeye çalışıyorlar. İğrenir gibi oluyorum aslında. Ama biraz.

“Hele onları ayağınla ezip patlatınca ne kadar şirin oluyorlar bir bilsen. Hadi patlat bir tanesini. Haydi çekinme lütfen KüÇüğü patlat. Haydi bütün gücünle üzerine bas.”

BüÇük eriyerek yarı yarıya ufaldığı için, neredeyse onun iki katı görünen KüÇüğü izliyorum bir müddet. Kızgın güneşin altında giderek daha pembeleşen kıvır kıvır yaratıklar Ves’le aramızdaki konuşmaların manasından habersiz hala yalanıyorlar. Sırf güçlü olduğu için güçsüzü ezmek fikri daha iğrenç geliyor. Sadece çok parası olduğundan ve iş imkanı sağladığını iddia ettiği için, para kazanmak ve ailesine bakmak zorunda olan ve emrinde çalışan diğer insanları ezmek hakkına sahip olduğunu düşünen, patronların nasıl bir zihniyetle ve acımasızca ben ne dersem o olur kompleksine sahip olduklarını anımsatıyor. Ne kadar zengin olursam olayım insanlığımı ve insanlığın yapı taşı olduğuna emin olduğum vicdanımı kaybetmeyeceğime dair inancımın eşliğinde gözlerimi iki sosisimsi varlıktan ayırmadan seyrediyorum. KüÇük çok kısa bir an BüÇüğü yalamaya ara verip yüzüme bakar gibi oluyor, birden o kısa sürede kendimi onun yerine koyuyorum ve üzerime basan ayağın ağırlığı altında patlayan bedenimin ihtimali sesiyle irkiliyorum. Acıyı yaşamak için çekmek gerekmiyor.

 “Sağ ol Ves,” diyerek gözlerine yapıştırdığı paylaşıyorum ve paylaşmayı seviyorum edalı bakışlarını yüzüme kenetlemiş genç kadının, sessiz fakat bağıran ısrarını kesiyorum. “Bugün havamda değilim, başka zaman belki. Sana bir sorum olacak?”

Ves’in üzerime çevirdiği gülümseyen bakışları birden duralıyor. Gözlerindeki yüreğime işleyerek kalp atışlarımın hızlanmasına neden olan nemli yeşil renk, laciverdi fazla kaçmış çam yapraklarına bezenerek içimi tarifsiz bulandırıveriyor. Yüzü asılıyor gibi. Yerdeki küçük solucanı ezmedim diye morali bozulmuş olamaz. Yok artık. Yanaklarında yuva kurmuş iki küçük çukurcuk geldikleri yer neresiyse oraya giderek gözlerden kayboluyor. Genç kadın aklına aniden geldiği belli olan bir ayrıntıyla binlerce arı aynı anda iğnelemişçesine ıstırap dolu gözleriyle bana dönüyor. Göz bebeklerinde aniden akla gelen bir şeylerin yaktığı kıvılcımlar kendilerine has kıvrılarak parıldıyor.

Hayretle; “Sahi senin sokakta olmaman gerekmiyor muydu?” diye soruyor.

Niye, hasta mı gösteriyorum acaba? Elimle alnımı yoklamak gereği duyuyorum. Güneşin konuşlandığı noktadan sıcak nefesini acımasızca üfleyerek kavurmasına rağmen aşırı diyebileceğim ateşim yok.

“İki kişi birden sokağa çıkmak yasak,” diyor bu defa. Sesi sonbaharda ağaçtan dökülen yaprakların çıkardığı kurulukta ve yere düşerlerken rüzgarın yapraklara sürtündüğündeki soğuklukta.

“Yasak mı?”

Sokağa çıkma yasağı falan mı var acaba? 

“Neden?”

Genç kadın “Bilmiyorum,” diyor. Umursadığı da söylenemez. Birilerinin verdiği emri sıradan bir yasak deyip kabullendiği belli. “Başbıngıldak yasakladı ya bunu,” diyor. Bunu bilmediğime inanamıyor gibi. “Yıllar yıllar önce yasaklamış duymadın mı hiç?”

            “Hayır,” diyorum. Başbıngıldak kim, görev itibariyle ne iş yapar ve karar yetkisinde olduğunu bile az önce öğrendiğim yıllar yıllar öncesi alınmış kararlar hakkında bilgim yok. Hatta burasının neresi olduğu hakkında bile. “Duymadım tabi, söyledim ya ben buranın yabancısıyım,” diye ekliyorum. “Kız arkadaşım kaçırıldığı için buradayım. İzlerini takip ederek buraya kadar geldim ve burada takılı kaldım.” Parmağımla ufukta devasa yeşil bir sis gibi duran ormanı işaret ediyorum. “İzler oraya doğru gidiyor ve ben, beni ormana götürecek bir araç bulmak zorundayım.”

Genç kadın işaret ettiğim yöne dönüp bahsettiğim ormanı görünce olduğu yerde titremeye başlıyor. Jöle kıvamındaki göğüsleri vücudunun bu ani hareketiyle birlikte tekrar yaylanıyor ve sol meme başı titremenin kendisine verdiği yetkiye dayanarak başını kırmızı elbiseden çıkarıp bana göz kırpıyor. Gözlerimin önünde cereyan eden bu ani hareketlenme karşısında bakışlarımı odaklandığım pembenin en pembe tonundaki meme başından alamadan genç kadına soruyorum;

“Ves, iyi misin sen?”

Belki de başından beri sormam gereken soruyu dile getirme gereği duyuyorum. Artık onu anladığım ya da onun beni anlayabildiği konusunda hiçbir ümidim kalmıyor. Ayrı dünyaların insanı kıvamında aynı alfabeyi farklı yorumlayarak yan yana dikiliyoruz. Ortak tek noktamız aynı havayı solumaktan ibaret, o kadar.

Genç kadın sesi çamaşır ipindeki herşeyden çok uzak bir kurulukla üç ayrı soruyu bir sorudan daha kısa bir sürede tek nefeste sıralıyor.

“Orman mı? Sıtkısıyırtan ormanına mı gitmeyi istiyorsun? Emin misin?”

“Elbette eminim,” diyorum. Elbette eminim. “Dedim ya Aysel’i bulmak zorundayım.” Zorundayım. İlk sorunun cevabı; ormandı. Susuyorum.

            “Ama o orman?” Cümlesinin sonunu getiremiyor. Yarıda bıraktığı sorusundan vazgeçip göz diplerine yerleştirdiği korkuyla beni süzüyor. Şimdiden bir cesede bakıyormuş gibi. Alt dudağı çenesiyle birlikte kıpırdamaya başlıyor.

“Ne var o ormanda Ves?” diye soruyorum. İçimde gizliden gizliye yer eden tırsı korku adını almaya çok yakın ve korktuğum zaman bacak kaslarıma olan güvenim kalmıyor. Bir sürü ağacın bir araya gelerek meydana getirdikleri yeşil bir coğrafik yeryüzü örtüsü bu insanları neden bu kadar korkutuyor? “Neden bu kadar korkuyorsunuz o ormandan?” Altı üstü bünyesi kereste, yaşamsal faaliyeti klorofil üretmek olan ağaç yığınında bu denli korkacak ne var. Ayı falan mı var diye düşünüyorum. De ki var, şehirde bile onların beyni olanlarıyla her adım başı denk geliyoruz. Bulaşmadığın sürece mesele yok yani.

Vesikalı büyük, küçük bir sürü h harfinin kelime aralarına sıkıştırıldığı cümlesiyle yanıtlıyor sorumu.

“Oranın arkası Tahtalıköy çünkü.”

‘Yani,’ diye iç geçiriyorum.

“Tahtalıköy mü?”

Aynı h harflerinin eşlik ettiği başka bir cümleyle karşılık veriyor.

“Evet, Tahtalıköy.”

Yine ‘yani,’ diyesim geliyor.

“Yani?”

Vesikalı bana bu kadar açıklamaya rağmen anlamıyorsan salaksın galiba der gibi bir bakış atıyor. Gözlerinde kıvılcımlaşan gerçekten salak mısın parıltıları yerini kaşlarının evet gerçekten salaksın açılanmalarına bırakırken alnını diklemesine ikiye bölen derin bir çizgi beni anlayamadığını itiraf ediyor.

“Şaka mı ediyorsun sen? Tahtalıköy’e giden hiç kimse henüz geri dönmedi.”

“Duydum,” diye yanıtlıyorum. Bugün karşıma çıkan herkes, kadın erkek fark etmeden aynı şeyi tekrar edecek anlaşılan. “Biliyorum, az önce yaşlı adam söylemişti bunu. Gerçi o da hemen arkasından vedalaşmadan sırra kadem bastı ama neyse.”

Şaşkınlıkların birisi bırakıp bir diğeri tekrar kucaklıyor gibi Vesikalı’yı. Duyduklarına anlam veremediği bir sürü hayata bakış şeklini ve şekle yaklaşım tarzını aynı anda yaşayıp duruyor. Bir dejavudan diğerine atlıyor durmadan. Boğazında düğümlenen tükürük topunu zorlanarak yuttuktan sonra heyecanın yırttığı sesiyle mırıldanıyor.

“Sen yaşlı adamı gördün mü yani şimdi?”

Bahsi geçen şaşkınlıklardan bir tanesi genç kadına sarılacağı yerde onu sıyırıp yanlışlıkla bana sarılıyor.

“Evet, az önce gördüm. O da bana ormana gitme, gidenler geri dönmüyor dedi,” diyorum. “Ne var bunda?”

Yaşlı adam görünmez miydi yoksa? Soruyu sorarken kadının evet diyeceğinden çekiniyorum bir ara. Kardeşinin adı Pezo olan, Ves lakaplı, iki solucanını eve pislemesinler diye yürüyüşe çıkarmış Vesikalı adında, sonradan sarışın bir kadından ne bekleneceği belli olamıyor nasılsa.

“Tanrı aşkına ağaçlara karşı toplumsal bir alerjiniz mi var sizin?”

Genç kadın; “Sen seçilmiş olansın,” diyor. Arkasından öksürüyor. Aşırı tepkisi, konuşmaya çalışırken havanın boğazına kaçmasına yol açıyor. Sorumu duyduğunu bile sanmıyorum. Tekrar, bu kez boğazını temizliyormuş gibi hırıltıların da eşlik ettiği tükürüklü bir çığlığın akabinde bağrınıp elleriyle ağzını kapatıyor. “Sen seçilmiş olansın.”  Ağzını avucuyla kapattığı için soluk almakta zorlanıyor. “Evet, kesinlikle sen seçilmiş olansın. Demek sonunda o gün geldi ha. Asla gerçek olabileceğini düşünmüyordum oysa annemin küçükken bizi kandırmak için uydurduğu bir masal sanıyordum hepsini,” diyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

YAANİ

Şeysel Adaları var bir tane mesela. Dikkatinizi çekerim neysel adaları olduğunu bilen yok aslında. Şeysel aşağı, Şeysel yukarı gidelim de gi...