27 Mayıs 2025 Salı

SEÇİLMİŞ OLAN 5

 

“bu yapacağım son şey de olsa seni bulacağım.”


Sokak oldukça kalabalık. Güneş bu mevsimde olmaması gereken bir parlaklıkta ve normal şartlar altında gelmemesi gereken açılarla geliyor. Bu da kırınımların farklılaşmasına neden oluyor, görüş açışı ve netliği üzerine olumsuz yansıyor. Bütün olumsuzluklar bununla da bitmiyor. Gizli bir güç benim başarımı engellemek için var gücüyle uğraşıyor gibi. Sinemanın dışına dek götüren izler aniden keskin bir bıçağın insafsız darbesiyle kesiliveriyor sanki. Yolumu çizecek olan yeni bir ayrıntıya şiddetle ihtiyacım var ve bunu bilen karanlık bir kuvvet, aynı şiddetle buna mani oluyor.

Ümitsizliğin ilacı ümittir ancak.

Sabrın sonu selamet.

Ve bekleyen derviş muradına eriyor.

Çok geçmeden sorunlar çözülmeye başlıyor. 

Sinemaya götüren taş yolun ucunda Aysel’in ayakkabısının tekini görüyorum. Biraz ilerisinde elektrik direğine takılmış olan aynı ayağa ait kısa çorabını. Aysel’in diğer ayakkabı tekini, kırmızı bluzunun yakasını da muhtelif aralıklarla çeşitli sokak aksesuarlarına iliştirilmiş olarak.

Kader önüme çizdiği narin bir çizgiyle beni ömrümün belirsiz geleceğine doğru adım adım itiyor.

Ve izler beni buraya getiriyor. En son iki yüz metre kadar ötede külotunu buluyorum. Külot henüz sıcak ve bu da Aysel’in çok fazla uzağa gitmemiş olduğu gerçeğinin yadsınamaz kanıtı.

Aman Tanrım, geç kalmadan bulmalıyım diye endişeleniyorum. Bir kızı kaçırırken iç çamaşırlarını çıkarıp atan birine nasıl yetişebilirim ki? İçten içe hadi yetiştim ne yapacağım diye de düşünmüyor değilim.  Genç bir kızı gündüz vakti, ulu orta, üstelik üzerinde kıyafet namına ne varsa çıkarıp atarak kaçıran şahsın cesaretinden ürküyorum.

Nasıl bir sapığın peşindeyim ben?

Bu olayın iyi tarafından bakıldığı kısım. Kötüsü; ya da sapıkların ardına düşüyorum. Hem bütün bunlar olurken kimse nasıl görmüyor anlayamıyorum. Tek tanık yok.

 

“cesaret gerektiğinde kaçmasıyla ünlüdür ama…”

 

İçimden gelen sesi dinlemeye karar verdiğimi ve her zaman ekmek aldığım fırının önünden geçtiğimi çok iyi anımsıyorum, fakat fırının yanında karşıma dikiliveren duvar ilk defa dikkatimi çekiyor. Aslında dikkatimi çekmek şöyle bir tarafa, böyle devasa duvarı nasıl olmuyor da şimdiye dek göremediğime şaşırıyorum.

Üzerinde kırmızı boyayla çalakalem karalanmış bir şeyler yazılı.

İyice yaklaşıp baktığımda mahalle çocuklarının yazdığı kanaatine vardığım üç satır alt alta sıralanıyor. Harfler acemice yan yana getirilmiş gibi duruyor ve acelece yazılmışa benziyor. Ne anlama geldiğini anlayamıyorum ama, okuyorum.

‘Gel beni al, oraya götür,

Gel beni al, oraya götür,

Gel beni al, oraya götür.’

İnsan sadece merak ediyor diye bilmediği şeyleri kurcalamamalı.

Son satırı okumayı henüz tamamlıyorum ki yer sarsılmaya başlıyor. Deprem oluyor diye düşünüyorum. Açık alana doğru birkaç adım geriliyorum ki, sarsıntılar duruyor. Biraz bekleyip sarsıntının sona erdiğinden emin oluyorum.

Duvarı boydan boya kesen yarığı o zaman görüyorum.

Bir kişinin zorlanarak sığabileceği yarık, duvarın tam ortasında ve ben az önce duvarın üzerindeki yazıyı okumak için yaklaşmama rağmen bunu göremiyorum. Şu yaşıma kadar aynı mahallede yaşamama karşılık, şu an tam karşımda, burnumun dibinde dikilen heyula duvarı daha önce fark edemediğim dikkate alınacak olunursa, bu çokta önemli bir ayrıntı değil. Aynı günde bu kadar şaşırmanın bünyeye ağır geleceğine kanaatle yeni ipuçlarının peşinde yoluma devam etmeye karar veriyorum.

Yarığın içinden belli belirsiz turuncubir ışık geliyor.

Vay be, şimdi anlatırken ürkütücü geliyor ama, o zaman merak ediyorum. Adımlarım beynimi dinlemiyor sanki. Gözlerine ışık tutulan tavşan modeli kalakalıyorum. Kaçmak şöyle dursun, kalbim göğsümü delecekmiş gibi gürültüyle atarken ayaklarım beni duvardaki yarığa dek götürüyor.

Düşündüğüm gibi ancak zorlanarak ve derin bir nefesle göbeğimi içime çekerek suratım mora yakın koyu kestane bir tonda yarıktan geçebiliyorum. Zifiri karanlık beni bağrının en koyu siyahına bastırıp en kuytu rutubetiyle kucaklarken yer yeniden sarsılmaya başlıyor. Tekrarlayan sarsıntı, kendime gelmemi sağlıyor. Yarıktan dışarı güç bela çıkıyorum.

Dışarı çıktığımda fırın yok.

Duvarın ortasındaki yarıkta yok ve duvarın üzerine mahallenin çocukları tarafından kırmızı boyayla çala kalem yazılan o garip üç satır da.

 

“anlattığın tuhaf bir hikayeydi delikanlı, bi bok anlamadım.”

 

Hikayemi dinleyen yaşlı adam durduğu yerde sendeliyor. Beyin denen bilinmezinin bir köşesinde yanıveren ışığın etkisinde kalarak bakıyor. Gözbebeklerinin altında kalan ve belli ki giderek azalan görme kabiliyetiyle tekrar beni süzüyor.

“Hımm. Sonuç?” diyor.

 “Buraya kadar takip ettim onu,” diyorum. “En son iki yüz metre kadar aşağıda bir ağacın dallarına asılmış külotunu buldum.”

“Ya onun değilse,” diyor.

Birden zaman duruyor.

Havada uçuşan bir iki yaprak oldukları yerlerde yer çekimine inat asılı kalıveriyor yaşlı adamın sorusuyla. Cıvıldayan kuşların sesi aniden kesiliyor ve uzayan ya da büyüyen her türlü mahlukat gelişimine ara veriyor.

Daha önce hiç aklıma getirmediğim bir ayrıntı aklımı başımdan alıyor. Elimde tuttuğum külotu parmaklarımın arasına sinen ipeksi yumuşaklığını hissederek evirip çevirip inceliyorum. Araştırmamın sonrasında derin bir nefes alarak rahatlıyorum. Gözlerime yerleştirdiğim kesinlikle eminim, hatta belki daha da fazla eminim ifadesiyle yaşlı adamın göz bebeklerine bakıyorum.

“Onun olduğunu ön yüzündeki pembe ayıcıktan biliyorum,” diyorum.

Yaşlı adam ‘eminim, hatta belki daha da fazla eminim’ ifademe ‘ya sen öyle sanıyorsan. Ki; aslında öyle değilse’ edasıyla karşılık veriyor.

“Bazen emin olduklarımızdan bile emin olamıyoruz değil mi?” diye soruyor.

Ne demek istediği hakkında en ufak fikrim yok. Sadece gülümsüyorum.

“Bazen ağlanacak halimize güleriz ve bunun farkında bile olamayız,” diyor bu kez.

Suratıma yapışıp kalan gülümsemeyi kesiyorum. Yaşlı adamın göz bebeklerine yapıştırdığım bakışlarımı bulabildiğim ilk boşluğa kaydırmak zorunda hissediyorum. Etrafıma bakınıyorum. Cahilane bir cesaretle yaşlı adamın gözbebeklerine yapıştırdığım bakışlarımın küstahlığını yılların delik deşik ettiğini umduğum hafızasından silecek yeni bir hamle için kıvranıyorum. İzlerin gidişatından Aysel’in götürülebileceği yönü hesaplayıp elimle önümde uçsuz bucaksız uzayan ormanı gösteriyorum. “İzler şu ormana doğru gidiyor.”

İzler o ormana doğru gidiyor.

Yaşlı adam gösterdiğim yere bakmıyor bile. Nereyi işaret ettiğimi anlıyor. Saçma gelecek ama işaret edeceğim yeri önceden biliyor gibi zaten. Duyduklarıyla bildiği şeyden emin olmak gözlerinin akına hızla korkunun sarımsı kahverengi damarlarını bürüyor ve korku dolu gözlerini süratle yere düşürüyor. Gözlerine bulaşan endişe dolu bakışlarını silmeden bana dönüyor tekrar. Geçirdiği ani şok ile burnundaki kıllar bembeyaz oluveriyor.

Geğirtili bir ses tonuyla; “Ne,” diye mırıldanıyor. “Sıtkısıyırtan ormanına mı yani?” Hırıltıyla yutkunuyor. “Oraya gitme sakın,” diyor. Çıngıraklı yılanlar gibi tıslayarak, burnundan çaldırdığı ıslıkla devam ediyor: “Oraya giden geri dönmedi hiç.”

“Ben gideceğim,” diye ısrar ediyorum. Kendime verdiğim bir sözüm var en azından. Öte yandan ne dediğimin farkında olmayışımın da yardımıyla hafif tırstığım gerçeğini görmezlikten gelmeye çalışarak yineliyorum. “Oraya otobüsler nereden kalkıyor?”

Yaşlı adam, “Sen beni anlamadın galiba yabancı,” diyerek birikmeye yüz tutmuş kaygılarını dile getiriyor. Burun kıllarından en beyazı aşırı korktuğunun göstergesi, koptuğu burun deliğinden düşüp üst dudağı üzerinden sekiyor ve göğüs kıllarının arasındaki sık ormanda gözden kayboluyor. “Oraya giden geri gelmedi hiç diyorum sana. Hem, otobüste ne oluyor?” Ne saçma bir soru.

            Sorusuna karşılık, “Ne var peki orada?” diye soruyorum. İhtiyarın aniden beyaza kesen burun kıllarından gözlerimi ayıramadan yüzüne bakıyorum. Doğal olarak burun kıllarından başka bir şey göremeden devam ediyorum; “Nedir sizi bu kadar tırsıtan?”

Yaşlı adam derin derin soluyarak gözlerime bakıyor. Nefesinin ateşi olduğum yerde yüzümü yalayarak esiyor. Göz bebeklerine sinen ürkü ile tırsı kıvrıla büküle sarmaş dolaş dans eden bir alevin mavisiyle kırmızısı gibi birbiri içlerinde sanki.

“Asla görmek istemeyeceğin bir şey evlat,” diyor. “Hatta genç bir kız için olsa bile.” Son söz son nokta mahiyetinde. Yaşlı adam yılların eciş bücüş tarzıyla kendince espri yaptığı çarpık parmaklarını omzuma koyarak cümlesindeki son noktaya da nokta koyuyor;  “Evine dön yabancı ve mümkünse hep yabancı kal.”

Son cümle kemanların beklediği o kutsal anın pimini çekmeye yetiyor. Binlerce ne idüğü belirsiz arı, kafamın içinde dans etmeye başlıyor ve vızıldayarak bir kulağımdan öbürüne dönüp duruyor.

Yaşlı adamın korkusunun sebebi olan ormana bakıyorum.

Gözlerim sayısını bilmediğim kadar çok ağacın omuz omuza halay çekiyormuşçasına sıralandığı uçsuz bucaksız bir karanlığı resmediyor. Ayrıntılarında binlerce pençenin yahut gaganın gizlendiği, bakarken dahi aklın delik deşik olmak için binlerce bahane bulduğu koyu yığıntı, arkasına saklandığı sisin altından bir an için gülüyormuş gibi geliyor. İhtiyar adamın içine yerleşen korkunun yüzünü ilk kez görüyorum. Avuçlarım bu beklenmedik karşılaşma yüzünden terliyor. Vazgeçmeye o kadar yaklaşıyorum ki, caymanın kırmızı çizgisi ayaklarımın hemen ucunda, yerde sırıtarak bana bakıyor.

Birden bir şey oluyor.

Göğsümde duran saatin yelkovanı akrebin kulağına ne fısıldıyorsa zamanın duran nefesi tekrar alınıp verilmeye başlıyor.

İçimden bir ses Aysel orada diyor. Aynı ses teyzemin hastalığının her an yeniden nüksedebileceğini ve annemin yine zorunlu olarak yanına gidebileceğini ekliyor. Beynimin hafta sonu tatili yapmaya karar verdiği an konuyu ele alan organım olguya farklı bir psikolojik açıdan yaklaşmamı salık veriyor.

Kararımı veriyorum.

Aldığım kararın arkasında kalacağım ve ne olursa olsun, Aysel’i bulacağım. Kararımı açıklamak için tekrar ihtiyara döndüğümde yaşlı adamı göremiyorum. Çevreme bakınıyorum. Yok. Bu kadar kısa bir sürede ortadan kaybolduğuna göre zor bir kararın arkasındayım. Yerde asfalt yol üzerinde duran beyaz bir kıl dikkatimi çekiyor. Eğilip alıyorum. Yaşlı adamın burnundan düşen kıl bu. Parmaklarımın arasında ormana doğru uzanıp giden yol gibi kıvrılarak uzuyor.

Birden yaklaşık iki yüz elli metre kadar ötemde, yolun diğer tarafında sarı bir otomobil görüyorum. Taksi olmalı. Araba bahçeli müstakil bir evin bahçesinin içine park edilmiş.

Şansım dönüyor galiba.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

YAANİ

Şeysel Adaları var bir tane mesela. Dikkatinizi çekerim neysel adaları olduğunu bilen yok aslında. Şeysel aşağı, Şeysel yukarı gidelim de gi...