“bu yapacağım son şey de olsa seni bulacağım.”
Sokak
oldukça kalabalık. Güneş bu mevsimde olmaması gereken bir parlaklıkta ve normal
şartlar altında gelmemesi gereken açılarla geliyor. Bu da kırınımların
farklılaşmasına neden oluyor, görüş açışı ve netliği üzerine olumsuz yansıyor.
Bütün olumsuzluklar bununla da bitmiyor. Gizli bir güç benim başarımı
engellemek için var gücüyle uğraşıyor gibi. Sinemanın dışına dek götüren izler
aniden keskin bir bıçağın insafsız darbesiyle kesiliveriyor sanki. Yolumu
çizecek olan yeni bir ayrıntıya şiddetle ihtiyacım var ve bunu bilen karanlık
bir kuvvet, aynı şiddetle buna mani oluyor.
Ümitsizliğin
ilacı ümittir ancak.
Sabrın
sonu selamet.
Ve
bekleyen derviş muradına eriyor.
Çok
geçmeden sorunlar çözülmeye başlıyor.
Sinemaya
götüren taş yolun ucunda Aysel’in ayakkabısının tekini görüyorum. Biraz
ilerisinde elektrik direğine takılmış olan aynı ayağa ait kısa çorabını.
Aysel’in diğer ayakkabı tekini, kırmızı bluzunun yakasını da muhtelif aralıklarla
çeşitli sokak aksesuarlarına iliştirilmiş olarak.
Kader
önüme çizdiği narin bir çizgiyle beni ömrümün belirsiz geleceğine doğru adım
adım itiyor.
Ve
izler beni buraya getiriyor. En son iki yüz metre kadar ötede külotunu
buluyorum. Külot henüz sıcak ve bu da Aysel’in çok fazla uzağa gitmemiş olduğu
gerçeğinin yadsınamaz kanıtı.
Aman
Tanrım, geç kalmadan bulmalıyım diye endişeleniyorum. Bir kızı kaçırırken iç
çamaşırlarını çıkarıp atan birine nasıl yetişebilirim ki? İçten içe hadi
yetiştim ne yapacağım diye de düşünmüyor değilim. Genç bir kızı gündüz vakti, ulu orta, üstelik
üzerinde kıyafet namına ne varsa çıkarıp atarak kaçıran şahsın cesaretinden
ürküyorum.
Nasıl
bir sapığın peşindeyim ben?
Bu
olayın iyi tarafından bakıldığı kısım. Kötüsü; ya da sapıkların ardına
düşüyorum. Hem bütün bunlar olurken kimse nasıl görmüyor anlayamıyorum. Tek
tanık yok.
“cesaret gerektiğinde
kaçmasıyla ünlüdür ama…”
İçimden
gelen sesi dinlemeye karar verdiğimi ve her zaman ekmek aldığım fırının önünden
geçtiğimi çok iyi anımsıyorum, fakat fırının yanında karşıma dikiliveren duvar
ilk defa dikkatimi çekiyor. Aslında dikkatimi çekmek şöyle bir tarafa, böyle
devasa duvarı nasıl olmuyor da şimdiye dek göremediğime şaşırıyorum.
Üzerinde
kırmızı boyayla çalakalem karalanmış bir şeyler yazılı.
İyice
yaklaşıp baktığımda mahalle çocuklarının yazdığı kanaatine vardığım üç satır
alt alta sıralanıyor. Harfler acemice yan yana getirilmiş gibi duruyor ve
acelece yazılmışa benziyor. Ne anlama geldiğini anlayamıyorum ama, okuyorum.
‘Gel
beni al, oraya götür,
Gel
beni al, oraya götür,
Gel
beni al, oraya götür.’
İnsan
sadece merak ediyor diye bilmediği şeyleri kurcalamamalı.
Son
satırı okumayı henüz tamamlıyorum ki yer sarsılmaya başlıyor. Deprem oluyor
diye düşünüyorum. Açık alana doğru birkaç adım geriliyorum ki, sarsıntılar
duruyor. Biraz bekleyip sarsıntının sona erdiğinden emin oluyorum.
Duvarı
boydan boya kesen yarığı o zaman görüyorum.
Bir
kişinin zorlanarak sığabileceği yarık, duvarın tam ortasında ve ben az önce
duvarın üzerindeki yazıyı okumak için yaklaşmama rağmen bunu göremiyorum. Şu
yaşıma kadar aynı mahallede yaşamama karşılık, şu an tam karşımda, burnumun
dibinde dikilen heyula duvarı daha önce fark edemediğim dikkate alınacak
olunursa, bu çokta önemli bir ayrıntı değil. Aynı günde bu kadar şaşırmanın
bünyeye ağır geleceğine kanaatle yeni ipuçlarının peşinde yoluma devam etmeye
karar veriyorum.
Yarığın
içinden belli belirsiz turuncubir ışık geliyor.
Vay
be, şimdi anlatırken ürkütücü geliyor ama, o zaman merak ediyorum. Adımlarım
beynimi dinlemiyor sanki. Gözlerine ışık tutulan tavşan modeli kalakalıyorum.
Kaçmak şöyle dursun, kalbim göğsümü delecekmiş gibi gürültüyle atarken
ayaklarım beni duvardaki yarığa dek götürüyor.
Düşündüğüm
gibi ancak zorlanarak ve derin bir nefesle göbeğimi içime çekerek suratım mora
yakın koyu kestane bir tonda yarıktan geçebiliyorum. Zifiri karanlık beni
bağrının en koyu siyahına bastırıp en kuytu rutubetiyle kucaklarken yer yeniden
sarsılmaya başlıyor. Tekrarlayan sarsıntı, kendime gelmemi sağlıyor. Yarıktan
dışarı güç bela çıkıyorum.
Dışarı
çıktığımda fırın yok.
Duvarın
ortasındaki yarıkta yok ve duvarın üzerine mahallenin çocukları tarafından
kırmızı boyayla çala kalem yazılan o garip üç satır da.
“anlattığın tuhaf bir
hikayeydi delikanlı, bi bok anlamadım.”
Hikayemi
dinleyen yaşlı adam durduğu yerde sendeliyor. Beyin denen bilinmezinin bir
köşesinde yanıveren ışığın etkisinde kalarak bakıyor. Gözbebeklerinin altında
kalan ve belli ki giderek azalan görme kabiliyetiyle tekrar beni süzüyor.
“Hımm.
Sonuç?” diyor.
“Buraya kadar takip ettim onu,” diyorum. “En
son iki yüz metre kadar aşağıda bir ağacın dallarına asılmış külotunu buldum.”
“Ya
onun değilse,” diyor.
Birden
zaman duruyor.
Havada
uçuşan bir iki yaprak oldukları yerlerde yer çekimine inat asılı kalıveriyor
yaşlı adamın sorusuyla. Cıvıldayan kuşların sesi aniden kesiliyor ve uzayan ya
da büyüyen her türlü mahlukat gelişimine ara veriyor.
Daha
önce hiç aklıma getirmediğim bir ayrıntı aklımı başımdan alıyor. Elimde
tuttuğum külotu parmaklarımın arasına sinen ipeksi yumuşaklığını hissederek
evirip çevirip inceliyorum. Araştırmamın sonrasında derin bir nefes alarak
rahatlıyorum. Gözlerime yerleştirdiğim kesinlikle eminim, hatta belki daha da
fazla eminim ifadesiyle yaşlı adamın göz bebeklerine bakıyorum.
“Onun
olduğunu ön yüzündeki pembe ayıcıktan biliyorum,” diyorum.
Yaşlı
adam ‘eminim, hatta belki daha da fazla eminim’ ifademe ‘ya sen öyle sanıyorsan.
Ki; aslında öyle değilse’ edasıyla karşılık veriyor.
“Bazen
emin olduklarımızdan bile emin olamıyoruz değil mi?” diye soruyor.
Ne
demek istediği hakkında en ufak fikrim yok. Sadece gülümsüyorum.
“Bazen
ağlanacak halimize güleriz ve bunun farkında bile olamayız,” diyor bu kez.
Suratıma
yapışıp kalan gülümsemeyi kesiyorum. Yaşlı adamın göz bebeklerine yapıştırdığım
bakışlarımı bulabildiğim ilk boşluğa kaydırmak zorunda hissediyorum. Etrafıma
bakınıyorum. Cahilane bir cesaretle yaşlı adamın gözbebeklerine yapıştırdığım
bakışlarımın küstahlığını yılların delik deşik ettiğini umduğum hafızasından
silecek yeni bir hamle için kıvranıyorum. İzlerin gidişatından Aysel’in götürülebileceği
yönü hesaplayıp elimle önümde uçsuz bucaksız uzayan ormanı gösteriyorum. “İzler
şu ormana doğru gidiyor.”
İzler
o ormana doğru gidiyor.
Yaşlı
adam gösterdiğim yere bakmıyor bile. Nereyi işaret ettiğimi anlıyor. Saçma
gelecek ama işaret edeceğim yeri önceden biliyor gibi zaten. Duyduklarıyla
bildiği şeyden emin olmak gözlerinin akına hızla korkunun sarımsı kahverengi
damarlarını bürüyor ve korku dolu gözlerini süratle yere düşürüyor. Gözlerine
bulaşan endişe dolu bakışlarını silmeden bana dönüyor tekrar. Geçirdiği ani şok
ile burnundaki kıllar bembeyaz oluveriyor.
Geğirtili
bir ses tonuyla; “Ne,” diye mırıldanıyor. “Sıtkısıyırtan ormanına mı yani?”
Hırıltıyla yutkunuyor. “Oraya gitme sakın,” diyor. Çıngıraklı yılanlar gibi
tıslayarak, burnundan çaldırdığı ıslıkla devam ediyor: “Oraya giden geri
dönmedi hiç.”
“Ben
gideceğim,” diye ısrar ediyorum. Kendime verdiğim bir sözüm var en azından. Öte
yandan ne dediğimin farkında olmayışımın da yardımıyla hafif tırstığım
gerçeğini görmezlikten gelmeye çalışarak yineliyorum. “Oraya otobüsler nereden
kalkıyor?”
Yaşlı
adam, “Sen beni anlamadın galiba yabancı,” diyerek birikmeye yüz tutmuş
kaygılarını dile getiriyor. Burun kıllarından en beyazı aşırı korktuğunun
göstergesi, koptuğu burun deliğinden düşüp üst dudağı üzerinden sekiyor ve
göğüs kıllarının arasındaki sık ormanda gözden kayboluyor. “Oraya giden geri
gelmedi hiç diyorum sana. Hem, otobüste ne oluyor?” Ne saçma bir soru.
Sorusuna karşılık, “Ne var peki
orada?” diye soruyorum. İhtiyarın aniden beyaza kesen burun kıllarından
gözlerimi ayıramadan yüzüne bakıyorum. Doğal olarak burun kıllarından başka bir
şey göremeden devam ediyorum; “Nedir sizi bu kadar tırsıtan?”
Yaşlı
adam derin derin soluyarak gözlerime bakıyor. Nefesinin ateşi olduğum yerde
yüzümü yalayarak esiyor. Göz bebeklerine sinen ürkü ile tırsı kıvrıla büküle
sarmaş dolaş dans eden bir alevin mavisiyle kırmızısı gibi birbiri içlerinde sanki.
“Asla
görmek istemeyeceğin bir şey evlat,” diyor. “Hatta genç bir kız için olsa
bile.” Son söz son nokta mahiyetinde. Yaşlı adam yılların eciş bücüş tarzıyla
kendince espri yaptığı çarpık parmaklarını omzuma koyarak cümlesindeki son
noktaya da nokta koyuyor; “Evine dön
yabancı ve mümkünse hep yabancı kal.”
Son
cümle kemanların beklediği o kutsal anın pimini çekmeye yetiyor. Binlerce ne
idüğü belirsiz arı, kafamın içinde dans etmeye başlıyor ve vızıldayarak bir
kulağımdan öbürüne dönüp duruyor.
Yaşlı
adamın korkusunun sebebi olan ormana bakıyorum.
Gözlerim
sayısını bilmediğim kadar çok ağacın omuz omuza halay çekiyormuşçasına
sıralandığı uçsuz bucaksız bir karanlığı resmediyor. Ayrıntılarında binlerce
pençenin yahut gaganın gizlendiği, bakarken dahi aklın delik deşik olmak için
binlerce bahane bulduğu koyu yığıntı, arkasına saklandığı sisin altından bir an
için gülüyormuş gibi geliyor. İhtiyar adamın içine yerleşen korkunun yüzünü ilk
kez görüyorum. Avuçlarım bu beklenmedik karşılaşma yüzünden terliyor.
Vazgeçmeye o kadar yaklaşıyorum ki, caymanın kırmızı çizgisi ayaklarımın hemen
ucunda, yerde sırıtarak bana bakıyor.
Birden
bir şey oluyor.
Göğsümde
duran saatin yelkovanı akrebin kulağına ne fısıldıyorsa zamanın duran nefesi
tekrar alınıp verilmeye başlıyor.
İçimden
bir ses Aysel orada diyor. Aynı ses teyzemin hastalığının her an yeniden
nüksedebileceğini ve annemin yine zorunlu olarak yanına gidebileceğini ekliyor.
Beynimin hafta sonu tatili yapmaya karar verdiği an konuyu ele alan organım
olguya farklı bir psikolojik açıdan yaklaşmamı salık veriyor.
Kararımı
veriyorum.
Aldığım
kararın arkasında kalacağım ve ne olursa olsun, Aysel’i bulacağım. Kararımı
açıklamak için tekrar ihtiyara döndüğümde yaşlı adamı göremiyorum. Çevreme
bakınıyorum. Yok. Bu kadar kısa bir sürede ortadan kaybolduğuna göre zor bir
kararın arkasındayım. Yerde asfalt yol üzerinde duran beyaz bir kıl dikkatimi
çekiyor. Eğilip alıyorum. Yaşlı adamın burnundan düşen kıl bu. Parmaklarımın
arasında ormana doğru uzanıp giden yol gibi kıvrılarak uzuyor.
Birden
yaklaşık iki yüz elli metre kadar ötemde, yolun diğer tarafında sarı bir
otomobil görüyorum. Taksi olmalı. Araba bahçeli müstakil bir evin bahçesinin
içine park edilmiş.
Şansım
dönüyor galiba.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder