25 Mayıs 2025 Pazar

SEÇİLMİŞ OLAN 4

 

“peki o zaman

Ne arıyorsun

burada?”

  

Farkında değilim ama, sağ elimin başparmağını birinci boğumuna dek dudaklarımın arasına alıp emmeye başlıyorum. Oysa bu hareketi dört yaşındayken altıma kaçırdığım için annem tarafından yatak odasındaki dolaba kapatıldığımdan beri yapmıyorum. Tırnakla deri arasında sıkışıp biriken bir takım artıkların, tuzlumsu tadını alınca yaptığımı fark edip ağzımın içinde hapsettiğim parmağımı dudaklarımın arasındaki vakumlu mengeneden çekiyorum. Yaşlı adama bocaladığımı belli etmemem gerektiğini düşünüp, dudaklarımın arasından çıkardığım parmağımı yine aynı boğumuna dek en yakın burun deliğime sokarak rol icabı karıştırıyorum. Bu hareketi de tıpkı diğerlerinde olduğu gibi en az on yedi dakikadır, sinemada ışıkların sönmesini fırsat bildiğim andan bu yana ilk kez yapıyorum.

Yaşlı adam beni en az kendisi kadar yaşlı gözleriyle süzüyor. Nefesim tutuluyor. İçimi adını veremediğim garip bir huzursuzluk kaplayarak sırtında taşıdığı anlamsız endişeyi topuklarıma dek sıvıyor.

Yaşlı adam benim tuttuğum nefesi de kendi nefesine katarak havadan gürültülü bir soluk alıyor; “Peki, öyleyse ne arıyorsun burada?” diye soruyor. Sesi kışları soğuk ve karlı kurak iklim bölgelerinin ayaza kesmiş geceleri kadar buzdan. Cümlesi de en az sesi kadar soğuk ve kelimelerin arasında ki boşluklar olması gerekenden daha geniş. Cümle içindeki bütün ‘r’ leri büyük harf seçerek konuşmasına devam ediyor. “Yusufluköy’de yabancıları sevmeyiz biz.”

“Yusufluköy mü?” diye geçiriyorum içimden. Sorumun içimden ve sırf kendime olmadığını yaşlı adama baktığımda anlıyorum.

Yaşlı adam dikildiği yerde hafif bir titremeyle göğsünü salındırıp  boğazını temizlemek gereğini duyuyor. Az önce aldığı temiz hava soluk borusuna fazla geliyor olmalı. Genzi ile akciğerlerinin arasından geldiğini sandığım öğürtü ile böğürtü arası geğirmeyi andıran ama geğirti olmayan bir ses çıkarıyor. Onu hırıltıyla karışık gurultu benzeri bir homurtu takip ediyor.

“Ben nereye geldim,” diyorum.

Eskiden yaşlı olduğuna şimdi ona ne sıfat verileceğini kestiremediğim adam sırtında eski püskü pembemsi kahverengi bir ceket taşıyor ve ceketini lacivert kalın çizgili yeşil bir gömleğin üstüne giyiyor. Yine bacaklarına evden çıkarken alelacele geçirilmiş izlenimi veren, dizlerinde yılların eskittiği diz yerleri mavi ekoseli kumaştan yamalarla üstün körü kapatılmış pembemsi kahverengi bir pantolon var. Ayaklarına, ortaçağdan bile önce imal edildiğini tahmin edebildiğim uçları kurumuş çamurla bulaşık, arkalarına basılmış ayakkabılar takılı. Yaşlı adam kıyafetlerinin içinde yaşadığı çağın çok öncesinde kalmış gibi görünüyor. O an aklımın arkalarında bir yerlerde unutulmuş bir düğmeye basılıyor sanki ve nihayet hatırlanan düğmenin çıtırtısıyla bir ışık yanıyor.

İhtiyar adam köyün delisi olmalı

Köyün delisi olmak için gerekli bütün vasıfları taşıyor. Cümleleri akıllıca ve başkalarının bakışlarına bürünmeye uğraşmadan bakıyor. Oysa sonradan öğreniyorum ki; biri aklımdaki o unutulmuş düğmeye ya yanlışlıkla basıyor ya da benimle oyun oynuyor. Zihnimin derinliklerinde yakılan ışık zihnimin koridorlarını boşuna aydınlatıyor.

Herkesten uzak bir ormanda bir ağaç yere düşse ses çıkmıyor.

            Yani, sonrasında öğretilen şu ki; bütün kasaba yaşlı adama sadece yaşlı adam diyor. Bunu dudaklarının etrafını çevreleyen dikine çizgiler yüzünden ve ayriyeten gözlerinin çevresinde uzayıp giden derin yarıklar nedeniyle söylüyorlar.

Bir de başka ismi yok zaten.

Yaşlı adam son bir kere daha, aynı ‘r’ leri kullanarak gurultu ile geğirti arası homurdanmanın ardından sorusunu yineliyor; “Söyle bakalım ne arıyorsun burada?”

Gözlerimi yaşlı adamın her nefes alışıyla sarstığı burun kıllarından alamadan cevaplıyorum.

“ Kız arkadaşımı kaçırdılar, onu arıyorum.”

Yaşlı adam neredeyse küçülmekten yok olan gözbebeklerini kaşlarının üzerine dek çıkararak gözlerimin içine dikiyor ve “yani,” demek istermiş gibi bakıyor. Beyin kıvrımlarıma kadar işleyen bakışlar gözlerimi acıtmaya başlıyor ki aramıza giren sessizlik dağılıyor ve gök gürültüsünü andıran keskin ses tonuyla soruyor.

“Yani?”

 

“hadi be ne olur ama, altı üstü bir sinemaya gideceğiz.”

 

Yazdan kalma bir bahar sabahı, yaklaşık bir ay boyunca sabah akşam aralıksız başının etini yemem neticesinde, yapışıp kalan ısrarlarımdan kurtulabilmek adına nihayet kız arkadaşım ile randevulaşabiliyorum.

Kızın ismi Aysel. Üniversitede yüzünün ispatını tarifleyebilecek tek bölümde; güzel sanatlar bölümünde, simetrinin ve orantının ortak yapımı vücudunu özetleyebilecek yegane kısım resim ve heykelcilik sınıfında son dönem öğrenci.

Bir pastanede karşılıklı çay içip sabahın kör karanlığına rağmen birer dilim frambuazlı pasta yedikten sonra, fincanındaki kaşığı geceleri yalamak için çaktırmadan cebime atıp,  sabahtan kalma serin bir öğle üzeri pastanenin hemen karşısında, yolun diğer tarafındaki sinemaya giriyoruz.

İzlemek üzere salona girdiğimiz film; iki gencin karşılıklı olduğunun farkına varamadıkları ümitsiz bir aşk hikayesini anlatıyor. Sevgililerinin karşılıklı olduğunu fark ettikleri vakit ayrılığın dayanılmaz acısıyla burkulmak zorunda bırakılan gençler için hayat, her nefes alışlarında, özellikle genç kızın olmak üzere, hayatlarını katlanılmaz kılıyor. Senaryo kişisel anlam kurguma bırakıldığında elindekinin kıymetini elindeyken bilmenin erdemi üzerine ve yanındaki yanındayken ne söyleyeceksen söyle felsefesine göndermelerle kurulmuş bir hikayenin etrafında seyrediyor. Film, enteresan repliklerle zenginleştirilmiş, görsel açıdan mükemmele yakın, kurgu babında neredeyse harikulade.

Filmin sonunu göremiyoruz bile.

Daha önce de sonunu göremediğimiz filmler oluyor ama bu kez sinemadan birlikte çıkamıyoruz.

Geriye dönüp her şeyi sırasıyla tekrar gözden geçirmek gerekiyor. Şeytanın ayrıntıda gizli olduğunu cümle alem bilir. İlkin salona girdikten hemen sonra yer gösteren elemanın fenerinden titreyen cılız ışığıyla işaret ettiği koltuklarımıza oturuyoruz. Aradan çok geçmiyor, beyaz perde üzerine düşen ilk karelerle birlikte ben fırsat bu fırsat şansımı kullanarak elimi Aysel’in omzuna atıyorum. Aslında benim için bu birbirini tanıyan insanların karşılaştıklarında selam verip tokalaşmaları benzeri, her sinemaya gidişte alışılagelmiş bir hareket. Yine verilen selama karşılık selam verilmesi gibi alışılagelmiş olarak elimin üzerine şamar yemem gerekirken, ilk kez kızın bu girişimime tepki vermediğine şahit olarak şaşırıyorum. Şaşkınlığım önce ter adını alarak alnımdan aşağı boşalıyor, arkasından cesaretin kör atağı şekline bürünerek olaya önyargıyla bakmama yol açıyor. ‘Artık olmuş bu, konum yerine oturmuş ve düz duvara tırmanma başlıklı sporda bundan böyle yalnız değilim’ moduna giren ben, bulunduğum anın zevkini çıkararak elimi yılanın kızgın çöl ortasında kaybettiği yuvasını bulduğunda sevinçten yaptığına benzer hareketlerle kızın bluzundan içeri kaydırıyorum. Ardından suyun can verdiği kökler misali kıpır kıpır parmaklarımın arasında yuvarlamaya başladığım meme ucunun serte yakın yumuşağımsı kabuğuyla oynamaya başlıyorum. Parmaklarım ağır bir ritmin duyulmayan temposuna uymuş, egzersiz sayılabilecek kıpırtılarla ardışık devinimlerde bulunurken, aklım da filmin bitimiyle birlikte minibüsle yarım saat mesafedeki evime daha kısa nasıl varabiliriz hesaplarını yapıyor. Annem o gün telefon ederek hasta olduğunu haber veren teyzemi ziyarete gidiyor. Eğer annem kendi ellerimle bindirdiğim otobüs son durağına varamadan gitmekten vazgeçip geri dönmeyi düşünse bile en az altı saatini alacağı bir mesafede. Taksi çevirmeye karar verdiğim an salonun ışıkları kararımın doğruluğunu anlatırcasına yanıyor ve filmin ortasına gelindiğine dair ‘Alaska, frigo’ sesleriyle irkiliyorum.

Ama bu hiçbir şey değil.

Nezaket gereği ve günün kalan kısmına yatırım amaçlı yiyecek bir şeyler isteyip istemediğini sormak için Aysel’e baktığım an beynimden vurulmuşa dönüyorum. Kaynar sular başımdan aşağı dökülüyor ve ensemden sırtıma doğru bulduğu bütün yolları kullanarak akıyor.

Olamaz.

Matematiksel olarak çok küçük bir olasılığa sahip ve mantıksal açıdan olanaksızlığa bitişik.

Ama oluyor. Hayatımda bir defa bile, amorti dahi olsa tek şans oyunu tutturamayan bana hem de.

Matematiğin ve mantığın olmazlarına rağmen.

Aysel yok. Koltuğunda yok yani. Onun koltuğunda oturan ince ve düz kesilmiş badem bıyıklı genç adam süzülmekten göz bebeklerinin ayırt edilemediği gözleriyle beni izliyor, hırıltıyla fısıltı arası soluyarak gülümsüyor. Boynunda ucunda italik el yazısıyla ‘Tancu’ yazan kalın zincirli altın bir kolye takılı. Buraya kadar olan tanım, kişinin kendi özgür iradesiyle seçmiş olduğu cinsel tercihin beni ilgilendirmeyen kısmı. Fakat kendi durumumu fark etmem yanımdaki hemcinsimin beni ilgilendirmeyen cinsel tercihi konusunu tamamen farklı bir boyuta taşıyor.

Elimi göremiyorum.

Kolum Tancu’nun boynundan dolanarak uçuk pembe gömleğinin yakasının altında bilek olarak devam ediyor, ancak sonrası uçuk pembenin bir ton koyusu tadında gömleğin içinde gözlerden kayboluyor.

Ne zaman gelip yanıma oturuyor bu adam.

Hangi ara Aysel yanımdan ayrılıyor ve ben bunları nasıl fark bile edemiyorum. Yuh yani.

İlk şaşkınlığımı atlatıp parmaklarımın arasında yuvarladığım meme başının sandığım kişiye ait olmadığını fark etmemle yaklaşık aynı anda, mavi halı üzerinde, halı boyunca kapıya doğru uzayan ve tavan aydınlatmalarından gelen loş ışığıgarip bir pembeye bulayarak yansıtan parlak izler dikkatimi çekiyor.

Takma tırnaklar.

Büyük ihtimalle de Aysel’in tırnakları.

Sinemaya girişte, merdivenlerden inerken, karanlıkta, ayağı burkulup dengesini kaybedince, düşmemek için kolumdan tutuyor. Tırnaklarını geçiriyor daha doğrusu. Serçe parmağındaki tırnak kırılıyor. Oradan hatırlıyorum. Aynı şeker pembe küçük sahte tırnaklar.

İzler gösteriyor ki; tırnaklar eğer gerçekten de Aysel’e ait ise, kız kaçırılıyor. Bu yanımda olmayışını da açıklıyor. Nedenini bilmiyorum, zengin olmayan bir ailenin, mevki itibariyle bir egzozcu babanın üçüncü kızı niye kaçırılır ki? Tek bildiğim, mavi halı üzerinde kapıya dek silikleşerek uzayan pembemsi ışık yansımaları Aysel bırakıyor ve bu da beni kurtar çığlıklarının sessiz ispatı.

Bundan adım gibi eminim.

Uçuk pembe gömlekli, gözleri kayık genç adamın meme başını bırakıp elimi gömleğinden çıkarmam ile koltuktan kalkmam için bir saniye yetiyor. Ayağa kalktığımda koltuğun üzerinde salonun soluk ışıklarıyla parlayan küçük pembe parça dikkatimi çekiyor. Parmaklarımın arasına aldığımda eminim artık. Aysel’in takma tırnaklarından biri. Kesin olarak kapıya doğru uzayıp giden diğerlerinin kopyası.

Kaçırılırken kaçıran kişi veya kişilere karşı koyarken kopuyor olmalı.

Anlık dalgınlığımın faturasını, Tancu’nun bileğime yapışan elini çözmek için kıymetli tam dört dakikamı harcayarak ödemek zorunda kalıyorum. On dakika aranın bittiğini haber veren ilk gonk sesini fırsat bilerek kolumu parmakları hafifçe gevşeyen pençelerden kurtarmanın akabinde, üç kişinin ayağına bastıktan, dengemi kaybederek iki kişinin kucağına oturduktan ve finalde kapı önünde dikilen kadınla beraber dışarı yuvarlanarak binadan çıkmam en fazla bir buçuk dakikamı alıyor. Taş çatlasa iki, fazlası yok.

Stresin tüy köklerimde biriktirdiği adrenalinden herhalde, nisan ahmak ıslatanlarını hatırlatan ter damlaları tüm bedenimi saunadan çıkmışçasına sırılsıklam bırakıyor.

Ilık bahar havası hücrelerime yüklediği oksijen sayesinde içine yuvarlandığım depresif durumdan kurtulmama ve kendimi daha iyi hissetmeme yol açıyor. Rahatlıyorum ve bundan sonra atacağım adımların sırasını sakin kafayla planlamaya başlıyorum.

Sorun basit; Aysel kaçırılıyor. 

Çözüm açık.

Aysel’i bulmalıyım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

YAANİ

Şeysel Adaları var bir tane mesela. Dikkatinizi çekerim neysel adaları olduğunu bilen yok aslında. Şeysel aşağı, Şeysel yukarı gidelim de gi...