“peki o zaman
Ne arıyorsun
burada?”
Farkında
değilim ama, sağ elimin başparmağını birinci boğumuna dek dudaklarımın arasına
alıp emmeye başlıyorum. Oysa bu hareketi dört yaşındayken altıma kaçırdığım
için annem tarafından yatak odasındaki dolaba kapatıldığımdan beri yapmıyorum.
Tırnakla deri arasında sıkışıp biriken bir takım artıkların, tuzlumsu tadını
alınca yaptığımı fark edip ağzımın içinde hapsettiğim parmağımı dudaklarımın
arasındaki vakumlu mengeneden çekiyorum. Yaşlı adama bocaladığımı belli etmemem
gerektiğini düşünüp, dudaklarımın arasından çıkardığım parmağımı yine aynı
boğumuna dek en yakın burun deliğime sokarak rol icabı karıştırıyorum. Bu
hareketi de tıpkı diğerlerinde olduğu gibi en az on yedi dakikadır, sinemada
ışıkların sönmesini fırsat bildiğim andan bu yana ilk kez yapıyorum.
Yaşlı
adam beni en az kendisi kadar yaşlı gözleriyle süzüyor. Nefesim tutuluyor.
İçimi adını veremediğim garip bir huzursuzluk kaplayarak sırtında taşıdığı
anlamsız endişeyi topuklarıma dek sıvıyor.
Yaşlı
adam benim tuttuğum nefesi de kendi nefesine katarak havadan gürültülü bir
soluk alıyor; “Peki, öyleyse ne arıyorsun burada?” diye soruyor. Sesi kışları
soğuk ve karlı kurak iklim bölgelerinin ayaza kesmiş geceleri kadar buzdan.
Cümlesi de en az sesi kadar soğuk ve kelimelerin arasında ki boşluklar olması
gerekenden daha geniş. Cümle içindeki bütün ‘r’ leri büyük harf seçerek
konuşmasına devam ediyor. “Yusufluköy’de yabancıları sevmeyiz biz.”
“Yusufluköy
mü?” diye geçiriyorum içimden. Sorumun içimden ve sırf kendime olmadığını yaşlı
adama baktığımda anlıyorum.
Yaşlı
adam dikildiği yerde hafif bir titremeyle göğsünü salındırıp boğazını temizlemek gereğini duyuyor. Az önce
aldığı temiz hava soluk borusuna fazla geliyor olmalı. Genzi ile akciğerlerinin
arasından geldiğini sandığım öğürtü ile böğürtü arası geğirmeyi andıran ama
geğirti olmayan bir ses çıkarıyor. Onu hırıltıyla karışık gurultu benzeri bir
homurtu takip ediyor.
“Ben
nereye geldim,” diyorum.
Eskiden
yaşlı olduğuna şimdi ona ne sıfat verileceğini kestiremediğim adam sırtında
eski püskü pembemsi kahverengi bir ceket taşıyor ve ceketini lacivert kalın
çizgili yeşil bir gömleğin üstüne giyiyor. Yine bacaklarına evden çıkarken
alelacele geçirilmiş izlenimi veren, dizlerinde yılların eskittiği diz yerleri
mavi ekoseli kumaştan yamalarla üstün körü kapatılmış pembemsi kahverengi bir
pantolon var. Ayaklarına, ortaçağdan bile önce imal edildiğini tahmin
edebildiğim uçları kurumuş çamurla bulaşık, arkalarına basılmış ayakkabılar
takılı. Yaşlı adam kıyafetlerinin içinde yaşadığı çağın çok öncesinde kalmış
gibi görünüyor. O an aklımın arkalarında bir yerlerde unutulmuş bir düğmeye
basılıyor sanki ve nihayet hatırlanan düğmenin çıtırtısıyla bir ışık yanıyor.
İhtiyar
adam köyün delisi olmalı
Köyün
delisi olmak için gerekli bütün vasıfları taşıyor. Cümleleri akıllıca ve
başkalarının bakışlarına bürünmeye uğraşmadan bakıyor. Oysa sonradan
öğreniyorum ki; biri aklımdaki o unutulmuş düğmeye ya yanlışlıkla basıyor ya da
benimle oyun oynuyor. Zihnimin derinliklerinde yakılan ışık zihnimin
koridorlarını boşuna aydınlatıyor.
Herkesten
uzak bir ormanda bir ağaç yere düşse ses çıkmıyor.
Yani, sonrasında öğretilen şu ki;
bütün kasaba yaşlı adama sadece yaşlı adam diyor. Bunu dudaklarının etrafını
çevreleyen dikine çizgiler yüzünden ve ayriyeten gözlerinin çevresinde uzayıp
giden derin yarıklar nedeniyle söylüyorlar.
Bir
de başka ismi yok zaten.
Yaşlı
adam son bir kere daha, aynı ‘r’ leri kullanarak gurultu ile geğirti arası
homurdanmanın ardından sorusunu yineliyor; “Söyle bakalım ne arıyorsun burada?”
Gözlerimi
yaşlı adamın her nefes alışıyla sarstığı burun kıllarından alamadan
cevaplıyorum.
“
Kız arkadaşımı kaçırdılar, onu arıyorum.”
Yaşlı
adam neredeyse küçülmekten yok olan gözbebeklerini kaşlarının üzerine dek
çıkararak gözlerimin içine dikiyor ve “yani,” demek istermiş gibi bakıyor.
Beyin kıvrımlarıma kadar işleyen bakışlar gözlerimi acıtmaya başlıyor ki
aramıza giren sessizlik dağılıyor ve gök gürültüsünü andıran keskin ses tonuyla
soruyor.
“Yani?”
“hadi be ne olur ama,
altı üstü bir sinemaya gideceğiz.”
Yazdan
kalma bir bahar sabahı, yaklaşık bir ay boyunca sabah akşam aralıksız başının
etini yemem neticesinde, yapışıp kalan ısrarlarımdan kurtulabilmek adına
nihayet kız arkadaşım ile randevulaşabiliyorum.
Kızın
ismi Aysel. Üniversitede yüzünün ispatını tarifleyebilecek tek bölümde; güzel
sanatlar bölümünde, simetrinin ve orantının ortak yapımı vücudunu
özetleyebilecek yegane kısım resim ve heykelcilik sınıfında son dönem öğrenci.
Bir
pastanede karşılıklı çay içip sabahın kör karanlığına rağmen birer dilim frambuazlı
pasta yedikten sonra, fincanındaki kaşığı geceleri yalamak için çaktırmadan
cebime atıp, sabahtan kalma serin bir
öğle üzeri pastanenin hemen karşısında, yolun diğer tarafındaki sinemaya
giriyoruz.
İzlemek
üzere salona girdiğimiz film; iki gencin karşılıklı olduğunun farkına
varamadıkları ümitsiz bir aşk hikayesini anlatıyor. Sevgililerinin karşılıklı
olduğunu fark ettikleri vakit ayrılığın dayanılmaz acısıyla burkulmak zorunda
bırakılan gençler için hayat, her nefes alışlarında, özellikle genç kızın olmak
üzere, hayatlarını katlanılmaz kılıyor. Senaryo kişisel anlam kurguma
bırakıldığında elindekinin kıymetini elindeyken bilmenin erdemi üzerine ve
yanındaki yanındayken ne söyleyeceksen söyle felsefesine göndermelerle kurulmuş
bir hikayenin etrafında seyrediyor. Film, enteresan repliklerle
zenginleştirilmiş, görsel açıdan mükemmele yakın, kurgu babında neredeyse
harikulade.
Filmin
sonunu göremiyoruz bile.
Daha
önce de sonunu göremediğimiz filmler oluyor ama bu kez sinemadan birlikte
çıkamıyoruz.
Geriye
dönüp her şeyi sırasıyla tekrar gözden geçirmek gerekiyor. Şeytanın ayrıntıda
gizli olduğunu cümle alem bilir. İlkin salona girdikten hemen sonra yer
gösteren elemanın fenerinden titreyen cılız ışığıyla işaret ettiği
koltuklarımıza oturuyoruz. Aradan çok geçmiyor, beyaz perde üzerine düşen ilk
karelerle birlikte ben fırsat bu fırsat şansımı kullanarak elimi Aysel’in
omzuna atıyorum. Aslında benim için bu birbirini tanıyan insanların
karşılaştıklarında selam verip tokalaşmaları benzeri, her sinemaya gidişte
alışılagelmiş bir hareket. Yine verilen selama karşılık selam verilmesi gibi
alışılagelmiş olarak elimin üzerine şamar yemem gerekirken, ilk kez kızın bu
girişimime tepki vermediğine şahit olarak şaşırıyorum. Şaşkınlığım önce ter
adını alarak alnımdan aşağı boşalıyor, arkasından cesaretin kör atağı şekline
bürünerek olaya önyargıyla bakmama yol açıyor. ‘Artık olmuş bu, konum yerine
oturmuş ve düz duvara tırmanma başlıklı sporda bundan böyle yalnız değilim’
moduna giren ben, bulunduğum anın zevkini çıkararak elimi yılanın kızgın çöl
ortasında kaybettiği yuvasını bulduğunda sevinçten yaptığına benzer
hareketlerle kızın bluzundan içeri kaydırıyorum. Ardından suyun can verdiği
kökler misali kıpır kıpır parmaklarımın arasında yuvarlamaya başladığım meme ucunun
serte yakın yumuşağımsı kabuğuyla oynamaya başlıyorum. Parmaklarım ağır bir
ritmin duyulmayan temposuna uymuş, egzersiz sayılabilecek kıpırtılarla ardışık
devinimlerde bulunurken, aklım da filmin bitimiyle birlikte minibüsle yarım
saat mesafedeki evime daha kısa nasıl varabiliriz hesaplarını yapıyor. Annem o
gün telefon ederek hasta olduğunu haber veren teyzemi ziyarete gidiyor. Eğer
annem kendi ellerimle bindirdiğim otobüs son durağına varamadan gitmekten
vazgeçip geri dönmeyi düşünse bile en az altı saatini alacağı bir mesafede.
Taksi çevirmeye karar verdiğim an salonun ışıkları kararımın doğruluğunu
anlatırcasına yanıyor ve filmin ortasına gelindiğine dair ‘Alaska, frigo’
sesleriyle irkiliyorum.
Ama
bu hiçbir şey değil.
Nezaket
gereği ve günün kalan kısmına yatırım amaçlı yiyecek bir şeyler isteyip
istemediğini sormak için Aysel’e baktığım an beynimden vurulmuşa dönüyorum.
Kaynar sular başımdan aşağı dökülüyor ve ensemden sırtıma doğru bulduğu bütün
yolları kullanarak akıyor.
Olamaz.
Matematiksel
olarak çok küçük bir olasılığa sahip ve mantıksal açıdan olanaksızlığa bitişik.
Ama
oluyor. Hayatımda bir defa bile, amorti dahi olsa tek şans oyunu tutturamayan
bana hem de.
Matematiğin
ve mantığın olmazlarına rağmen.
Aysel
yok. Koltuğunda yok yani. Onun koltuğunda oturan ince ve düz kesilmiş badem
bıyıklı genç adam süzülmekten göz bebeklerinin ayırt edilemediği gözleriyle
beni izliyor, hırıltıyla fısıltı arası soluyarak gülümsüyor. Boynunda ucunda
italik el yazısıyla ‘Tancu’ yazan kalın zincirli altın bir kolye takılı. Buraya
kadar olan tanım, kişinin kendi özgür iradesiyle seçmiş olduğu cinsel tercihin
beni ilgilendirmeyen kısmı. Fakat kendi durumumu fark etmem yanımdaki
hemcinsimin beni ilgilendirmeyen cinsel tercihi konusunu tamamen farklı bir
boyuta taşıyor.
Elimi
göremiyorum.
Kolum
Tancu’nun boynundan dolanarak uçuk pembe gömleğinin yakasının altında bilek
olarak devam ediyor, ancak sonrası uçuk pembenin bir ton koyusu tadında
gömleğin içinde gözlerden kayboluyor.
Ne
zaman gelip yanıma oturuyor bu adam.
Hangi
ara Aysel yanımdan ayrılıyor ve ben bunları nasıl fark bile edemiyorum. Yuh
yani.
İlk
şaşkınlığımı atlatıp parmaklarımın arasında yuvarladığım meme başının sandığım
kişiye ait olmadığını fark etmemle yaklaşık aynı anda, mavi halı üzerinde, halı
boyunca kapıya doğru uzayan ve tavan aydınlatmalarından gelen loş ışığıgarip
bir pembeye bulayarak yansıtan parlak izler dikkatimi çekiyor.
Takma
tırnaklar.
Büyük
ihtimalle de Aysel’in tırnakları.
Sinemaya
girişte, merdivenlerden inerken, karanlıkta, ayağı burkulup dengesini
kaybedince, düşmemek için kolumdan tutuyor. Tırnaklarını geçiriyor daha
doğrusu. Serçe parmağındaki tırnak kırılıyor. Oradan hatırlıyorum. Aynı şeker
pembe küçük sahte tırnaklar.
İzler
gösteriyor ki; tırnaklar eğer gerçekten de Aysel’e ait ise, kız kaçırılıyor. Bu
yanımda olmayışını da açıklıyor. Nedenini bilmiyorum, zengin olmayan bir
ailenin, mevki itibariyle bir egzozcu babanın üçüncü kızı niye kaçırılır ki?
Tek bildiğim, mavi halı üzerinde kapıya dek silikleşerek uzayan pembemsi ışık
yansımaları Aysel bırakıyor ve bu da beni kurtar çığlıklarının sessiz ispatı.
Bundan
adım gibi eminim.
Uçuk
pembe gömlekli, gözleri kayık genç adamın meme başını bırakıp elimi gömleğinden
çıkarmam ile koltuktan kalkmam için bir saniye yetiyor. Ayağa kalktığımda
koltuğun üzerinde salonun soluk ışıklarıyla parlayan küçük pembe parça
dikkatimi çekiyor. Parmaklarımın arasına aldığımda eminim artık. Aysel’in takma
tırnaklarından biri. Kesin olarak kapıya doğru uzayıp giden diğerlerinin
kopyası.
Kaçırılırken
kaçıran kişi veya kişilere karşı koyarken kopuyor olmalı.
Anlık
dalgınlığımın faturasını, Tancu’nun bileğime yapışan elini çözmek için kıymetli
tam dört dakikamı harcayarak ödemek zorunda kalıyorum. On dakika aranın
bittiğini haber veren ilk gonk sesini fırsat bilerek kolumu parmakları hafifçe
gevşeyen pençelerden kurtarmanın akabinde, üç kişinin ayağına bastıktan,
dengemi kaybederek iki kişinin kucağına oturduktan ve finalde kapı önünde
dikilen kadınla beraber dışarı yuvarlanarak binadan çıkmam en fazla bir buçuk
dakikamı alıyor. Taş çatlasa iki, fazlası yok.
Stresin
tüy köklerimde biriktirdiği adrenalinden herhalde, nisan ahmak ıslatanlarını
hatırlatan ter damlaları tüm bedenimi saunadan çıkmışçasına sırılsıklam
bırakıyor.
Ilık
bahar havası hücrelerime yüklediği oksijen sayesinde içine yuvarlandığım
depresif durumdan kurtulmama ve kendimi daha iyi hissetmeme yol açıyor.
Rahatlıyorum ve bundan sonra atacağım adımların sırasını sakin kafayla
planlamaya başlıyorum.
Sorun
basit; Aysel kaçırılıyor.
Çözüm
açık.
Aysel’i
bulmalıyım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder