“dünya önce bir gaz
kümesiydi”
Feridun
demişken. Halaoğlum. Halamın tek oğlu. Söylediği cümleye bakıp çok derin
düşünen bir adam falan sanmayın sakın. Tam tersi hayatımda gördüğüm en silik
kişilik o. Feridun dünyaya geldiğinde yağmur yağıyor. Annesine göre bereket,
etrafa göre ise bulutlar ağlıyor. Biliyorlar başlarına geleceği. O derece.
Sırtında sağ kürek kemiğinin altında küçücük bir benle doğuyor. Hastanede o gün
doğan bebeklerden tek farkı bu. Bütün bebekler karışıyor doğduğu gün. Doğumu
yaptıran doktor doğum esnasında benle ilgili espri yaptığı için hatırlıyor ve
karışan bebekler sınıfına girmiyor. Diğerleri muamma. Kan tetkikleri falan gün
boyu uğraşıp duruyorlar ve kocaman soru işaretleriyle evlerine dönüyorlar.
Annesi oğlumun gülü adını veriyor bene. Oğlumun gülü Feridun üç aylık olduğunda
toplu iğne başı kadar genişliyor. Bir yaşında kibrit çöpü ucu ebadını geçiyor.
Annesi endişeleniyor; oğullarını
onlara veren ben, ya alırsa korkusuna düşüyor. Doktora gidiyorlar ama doktor
korkmalarına gerek olmadığını belirtiyor. Nitekim benzer benler annesinin
kollarında da bolca var. Annesine çekmiş
gerçeğiyle küçük Feridun’u alıp eve dönüyorlar ve konuyu bir daha açmıyorlar.
Gözlerini
de annesinden alıyor Feridun. Kaşlarını ve burnunu babasından. Çenesi
amcalarının çeneleri gibi çıkıkça ve elmacık kemikleri de, tıpkı teyzelerindeki
benzeri dışarı doğru belirgin kavisli.
Yedi
tane teyzesi var Feridun’un, iki tane dayısı, üç amcası –ki, birisi babam
olur,- bir tane de halası. O nedenle olsa gerek her akrabasından bir özellik
aldığından renkli bir surat yapısıyla doğuyor. Ama başta demiştim ya,
meymenetsizin teki diye. Gülmeyi bilmiyor, güldürmeyi bilmiyor. Sevmeyi
bilmiyor. Memnuniyetsiz bir herif. Benden sadece yirmi gün küçük. Zaten yirmi
günlükken de gece yarısı çığlıkla uyanmaları başlıyor. Çocukluğu böyle geçiyor.
Büyüdükçe
renkli olan sadece yüzü kalıyor halaoğlumun. Her türlü rengin cirit attığı suratının
aksine, hayatını grinin renklerine boyamak istiyor. Asosyal olmak Feridun söz
konusu oldu mu sözlük anlamının haricinde daha katı ve koyu bir tabire
bürünerek yeniden tanımlanmak gereği duyuyor. İzole bir yaşamın tecritçi
koridorlarının değil dışına çıkmak, aynı dar koridorların yer yer duvarlarında
oluştuğunu var saydığım yarıklarından bile -ki, ara sıra dahi olsun- dışarı
bakmıyor. İçine kapanıyor ve kendini içine hapsettiği kilidin anahtarını da
galiba yutuyor.
Derken
dokuz, on yıl kadar önce bir gün aniden ortadan kayboluyor.
Nisan
ayı falan herhalde.
Bir
hafta boyunca sırra kadem basıyor. Babası, -sanırım eniştem oluyor,- yirmi üç
saatin ardından karakola gidip oğlu için kayıp ilanı veriyor.
Feridun
kaybolduğunda günlerden çarşamba. İyi hatırlıyorum, çünkü onu bulacağız diye
ara sokakları delik deşik edip ararken üşütüyor, akşamına cırcır oluyorum.
Arkasından tuvaletimizdeki fayans desenlerinin ayrıntılarını sabaha kadar
ezberlediğim uzun bir gece geçiriyorum.
Halaoğlu,
en son çekirdek alacağım bahanesiyle bakkala gidiyorum diyerek evden çıkıyor.
Annesiyle babasının haberi yok ama aslında onlardan gizli sigara içiyor ve
bakkala çekirdek kese kağıdı içinde sigara almaya gidiyor. Onu son gören
mahallenin bakkalı Seyfi Abi. Abi dediğime bakmayın lafın gelişi o. Seyfi; sağ
kulak arkasında kalan bir avuç saçını altmış santim kadar uzatıp bütün kafasını
dolayarak kelliğini sakladığından beri kendini genç gören, son birkaç yılını
yetmiş iki yaşına sabitlemiş yaşayan mumya tipli bir adam. Ha bir de gizlice
sigara almaya giderken aniden önüne atladığı için Feridun’un taş attığı gariban
bir sokak köpeği görüyor bizim halaoğlunu.
Feridun’un
annesi, yani halam, tam bir haftayı başına yapıştırdığı patatesleri bağladığı
kazboku renkli bir başörtüyle geçiriyor. Patatesin baş ağrısına iyi geldiğini
ilk o zaman öğreniyorum. Günde yirmi iki saat “Gitti dağ gibi oğlum, gitti.”
diye aralıksız dövünüp duruyor. Kalan iki saatin birinde uyuyup, diğerinde az
da olsa bir şeyler yiyor ki ertesi gün kaldığı yerden kendine özgü ağıtlarına
devam edebilsin. Dağ gibi oğlum dediği Feridun, boy bakımından dayılarına
çekiyor aslında ve bu yüzden bu tarz bir sıfatla değerlendirmek gerekiyorsa
eğer, iyimser bir bakış açısıyla dağdan çok tepe, gerçekçi bir yaklaşımla
tepeden ziyade çıkıntı demek daha anlamlı. Yine de acılı bir annenin “Gitti
çıkıntı gibi oğlum, gitti.” şeklinde ağıt yakmasının dökülen onca sözcüğün
muhteviyatına yakışık almayacağından sadece önemsiz bir ayrıntıdan ibaret bu.
Hele halam ağıtın sonlarına doğru iyiden iyiye kendini kaybedip, “Evladımdan
korktu hayınlar da götürdüler yavrumu, aslanımdan tırstılar da kıydılar
aslanıma, kurda kuşa yem ettiler dağ başında.” nakaratlarından hemen önce giden
çıkıntı ibaresi durumu izahta pek yetersiz kalıyor.
Feridun
kaybolmadan önce iki ay boyunca ilçe belediyesinde işçi statüsünde zabıta
olarak çalışıyor. Uzun süren işsizlik maratonunun son yüzünde araya giren
amcazadelerden birinin ricasıyla belediyeye alınıyor. Ama halamın baktırdığı
fallara ve içine doğan yoğun hislere bakılırsa amirlerinin gözüne gireli bir ay
yirmi altı günü dolduruyor bile ve çok değil birkaç sayılı zamana bakar,
bulunduğu ekibin sorumluluğuna, sonra sayılı vakit çabuk geçer düsturundan
bölge koordinatörlüğüne getirtileceği kesin. Halamın bahsettiği tırsık hayınlar
da, Feridun ve diğer vazife arkadaşlarının sabah akşam günde iki posta
kovaladıkları seyyar satıcılar. Halamın bir haftalık ağıt mesaisinde dile
getirdiği yer yer rast esintisi taşıyan ve aralarına hafif buselik makamları
eşliğindeki Feridun efsanelerine göre halaoğlu, tabiri caizse bacak kadar
boyuna rağmen ilçenin, ilin ve hatta ülkenin ve yerkürenin internet ve benzeri
iletişim ağları sayesinde son zamanlarda küresel hale bürünmesi dolayısıyla
bütün dünyanın vergisiz dönen kara para trafiğini tek başına engelliyor.
Eğer
hala dünya yörüngesinde dönebiliyorsa, bunu o sağlıyor.
Feridun’un
bulunması gerekiyor yani.
Dünya
bir haftadır yörüngesini tesadüfi tutturuyor çünkü, ülke ekonomisi ve henüz
olayın farkında olmadığını sandığımız borsa, spekülatif dalgalandırmalarla
yükselişe geçiyor görünüyorsa da tamamen şansına ayakta duruyor. Lakin bunun
yarın böyle olacağının garantisi yok ve bir tek halam bütün bunların farkında.
Durumun
vahameti kendini her an iç ve dış bütün piyasalarda belli edebilir ve maalesef
çok geçmeden edecek de. Etmek zorunda kalacak en azından. Olasılığı çok düşük
bir mucizenin haricinde yapacak bir şey yok. Ve halam elden gelmeyeni dilden
düşürmeden feryatlarını sürdürüyor.
Derken
takip eden haftanın Çarşamba günü öğleye doğru Feridun çıkageliyor.
Griye
boyamayı alışkanlık edindiği hayatının yüzüne akıttığı soluk bakışların
aralarına birkaç ışıl mavisini eklemiş gözleriyle hem de. Artık meymenetsiz
bakmıyor gibi.
Annesinin,
halamın yani, ardı arkası kesilmeden savurduğu neredeydinlerini tek kelime
etmeden dudak kenarlarıyla kulaklarını işaret ederek yanıtlıyor. Suskunluk bir
halaoğlunda daha önce hiç bu derece gıcık durmuyor.
Aynı gün karakoldan eniştemi
çağırıyorlar ve oğlu evde çayını yudumlayıp annesinin ne, nasıl, niye ve
niçinle başlayan sorularını bahçe duvarının güneşe verdiği cevaplarla
karşıladığı sırada, oğlunun akıbeti hakkında maalesef herhangi bir gelişmenin
olmadığını açıklıyorlar.
Feridun
o gün ilçe belediyesindeki mukaddes görevinden istifa ederek ülkeyi kara para
trafiğinin vicdansız ellerine bırakıyor. Kronik bir işsiz olmasına karşın
halama göre başkalarının gıpta ile baktığı ve oğlu bırakınca bayram ettikleri
işinden istifa etmesinin ardından iyice garipleşiyor. Kabının iç cidarına
yapışık kişiliği kabına sığamaz bir hal alıyor. İçtiği günlük su miktarını üç
bardaktan üç litreye çıkarıyor ve evinde annesinin günahtır, evde beslenmez,
diyerek karşı koymasına rağmen sokakta bulduğu iki köpek yavrusunu beslemeye
başlıyor. Aklımda yanlış kalmadıysa işte o gün bana, köpeklerden birinin
burnunu öperken bir şeylerin özündeki kızlardan bahsediyor, ya da bir şeylerin
içindeki rehberlerden ve bir gün olurda onları görürsem mutlaka selam söylememi
istiyor.
Annesi,
halam olur kendileri, oğlunun babasına, -kocasına yani- Feridun’un kaybolmasını
müteakip eve dönüşünden üç hafta sonra bir akşam yemeğinde sesini iyice
kısarak, “Galiba başına vurdu bu deli oğlanın evlendirelim artık bunu, bir
aptallık yapmasın sakın” şeklinde nasihatte bulunarak yeni bir süreci başlatıyor.
Cümlesine noktayı koyduğunda saat akşam yediyi yirmi dört geçiyor. Tam on üç
saat sonra sabah kahvaltısında babası Feridun’a, annesi çayı ısıtmak
bahanesiyle ikisini masada yalnız bırakıp mutfak kapı aralığına kulağını
dayamış dinlerken yeni bir aile başlıklı konuyu açıyor.
Feridun’un
yapması gereken hiçbir şey yok aslında. He diyecek o kadar. Kız hazır.
Gülizar’ı ben de tanıyorum. Güzel sayılmasa da evcimen ve bir o kadar da anaç.
Eniştemin kız kardeşinin, benim neyim olur bilmiyorum, eşinin kuzeninin büyük
kızları. Aynı zamanda oturduğumuz apartmanda iki alt kat komşumuz. Helal süt
emmiş. Cahil de değil. Liseyi bitiriyor fakat sekreterlik yaptığı kum ve mıcır
pazarlama şirketinden zaman ayarlanıp hafta içi mesai saatlerinde izin
verilemediği için gidip okuldan diplomasını alamıyor.
Hem
annelik konusunda deneyimli. Kendisinden yaşça oldukça küçük iki kardeşini
erişkin dönemlerine dek o büyütüyor ve büyük şehirde iki ayrı zorlu olgu
üzerinde annelik stajını da iftiharla tamamlıyor. Ayrıca konunun uzmanı konumuna
bürünen halamla enişteme göre güzellik gibi geçici kavramların peşinde koşarak
diğer bütün vasıfları yok saymak gafletinde bulunanların hali malum. Yürümeyen
evliliklerin yahut yürüyor gözükse de mutsuzluk abidesi birlikteliklerin
çetelesi tutulduğunda mevcudun büyük bir yüzdesi bu türlü yanlış seçimler
neticesi. Evlilik denilen kutsal yapı, tamamen zıt iki ayrı kutbun mıknatısın
kendisini oluşturmak amacıyla bir araya getirilmesinden ibaret aslında ve çekim
gücü denilen mefhum yapılan seçimlerin doğruluğuna paralel artıyor ya da
azalıyor. Hepsi bu. İki kere iki eşittir
dört. Çarpsan da dört, toplasan da.
Feridun
he derse kızın babası ertesi akşam yemekten sonra ailecek kahve içmeye
bekliyor.
Halam
sonradan anneme anlatırken, “Feridun’um sadece melül melül yüzümüze bakıp
çayını içti,” diyecek. Ona sorarsanız musibet başlarına sürecin işleyiş
çizelgesinde fikirle beyanın arasındaki on üç saatlik farkın uğursuz
katsayından dolayı geliyor. On üç bütün ecnebi korku filmlerinde kesinlikle
kanıtlanıyor ki, uğursuz ve halam bu kadar önemli bir ayrıntıyı nasıl olmuşsa
gözden kaçırıveriyor.Kader.
Babasının
oğluna kutsal birliktelik tebliğinin üzerinden tam yeni bir on üç saat geçiyor
ki Feridun’un bu kez bir buçuk hafta süren ikinci gözden kaybolma vakası gündeme
bomba gibi düşüyor. Evlilik hamlesinin ortasına hem de.
Halama
göre Gülizar derdinden neredeyse ince hastalık oldu oluyor.
Gülizar
Feridun’un ikinci kaybolma faslından üç gün sonra gece yarısı iki sokak
aşağıdaki sütçünün büyük oğlu Rüstem ile kaçıveriyor. Halam Gülizar’a hak
veriyor. Her ne kadar oğluyla evliyken yakalayacağı mutluluğunun binde birine
bile yetişemeyecek ve ne kadar iyi niyetli düşünürse düşünsün en fazla iki gün
sonra başı önüne eğik baba evine geri dönecek olsa da, zavallı kızcağız ıstıraptan
ne yaptığının farkında değil. Döndüğünde kendi yüzünden kalbi kırılan yaralı
genç kızı bağrına basacak yine de. Ne de olsa genç kızı böyle büyük bir hayal
kırıklığının dibi olmaz derinliklerine salan kendisi. Bahtsız kızı oğluna
alacağını söylüyor.
Gülizar’
Feridun
hava yeni yeni kararmak üzereyken geri dönüyor. Eve adımını atar atmaz koca bir
sürahi suyu başına dikiyor, bir solukta içiyor. Derin bir nefes aldıktan sonra
elinin tersiyle çenesinden süzülen suyu siliyor ve salonun boş duvarına bakarak
dalıp gittiği yirmi dakikanın ardından annesine; “Ben asla evlenmeyeceğim,”
diyor.
Halam
dört gün başına patates yapıştırıp üzerine sardığı kazboku renkli başörtüsü ile
inleyerek yatıyor. Feridun kaybolduğu vakitler her nereye gidiyorsa kötü
arkadaşlara bulaşıyor halama göre ve bu kötü arkadaşlar geri dönecek kapı
bırakmayarak rezil ettikleri kendi hayatlarının intikamını oğlunun beynini
yıkayarak onunda hayatını mahvetmesini seyrederek alıyorlar. Yoksa Feridun aklı
başında, ailesinin, hele annesinin bir dediğini iki etmeyen, her annenin
rüyasında büyüttüğü ve benzerini yetiştirmek için yanıp tutuştuğu bir çocuk.
İsmi lazım değil ama kimlerin olabileceği hakkında fikrinin olduğu birileri
sevgili oğluna büyü yapıyor kesin ya da bütün bunlar o çıkası kem gözlerin işi.
Feridun’un
akabinde artık geri dönmediği üçüncü firarı annesinin iki bohçacı kadını eve
getirip büyünün acımasız pençelerinde kıvranan bahtsız oğlunun başına kurşun
döktürdüğü sabahın akşamı, hava karardıktan hemen sonra oluyor.
Babası
bu gidişinde sadece “Puşt,” diyor. Pencerenin önündeki kanepede oturuyor.
Pencereden dışarı uzun uzun baktıktan sonra yalnızca “Puşt,” diyor ve susuyor.
Halam göğsünde trampetler çalmaya başlayan kalbinin ikazlarına uyarak ağrılar
giren başına dilimlediği patatesleri yapıştırıyor. Bu kez kazboku renkli
başörtüsünü bulamıyor ve hiçbir zaman başörtüsünün sabahın köründe çöpleri
toplayan kamyonla şehrin bitimindeki çöplüğe gittiğini öğrenemiyor.
Benim
de aklımda Feridun hakkında kalan en son şey, babasının üç ş boyu uzatarak
telaffuz ettiği puşt oluyor. Eniştem başka da bir şey söylemiyor zaten.
Karakola giderek oğlunun eve döndüğünü bildiriyor ve verdiği kayıp ilanını bu
zaman içinde göstermiş oldukları yardımlardan dolayı teşekkür ederek geri
alıyor.
O
günün sonrasında Feridun’u bir daha görmüyorum. Sadece annem ara ara bana çok
kızdığında “Ona benzemede ne yaparsan yap,” diye söyleniyor. O’nun ismi hiçbir
zaman açık açık zikredilmiyor fakat fısıltıyla dile getirilen umacı
tanımlarında bahsi geçen gizli özne hep Feridun oluyor. Halama ayıp olmasın
diye konuşulmasa da hayırsız bir kere, ne doğurana kıymet gösteriyor, ne de
doyurana. Kendi başına buyruk, sağını solunu düşünmeyen, bencil nevalenin teki.
Kim
oğlunun böyle olmasını ister ki?
Feridun’la
ortak yanımızın olabileceği bana bile imkansız geliyor oysa.
Ayna
da sağ kürek kemiğimin hemen altındaki küçük beni gördüğümde bile halaoğlumla
benzer olabileceğimizi kendime yakıştıramıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder