10 Ağustos 2025 Pazar

SEÇİLMİŞ OLAN 28

 

“Ben buraya girdim daha önce.”


Mağaranın içi daha önce 117 numaralı evde, şöminedeki gizli kapıdan Suratsız’la girdiğimiz mağaranın içi kadar karanlık. Boşluğa adım atmamaya gayret ederek, içeri giriyorum. Çildekeş hemen arkamda, neredeyse benimle birlikte mağaraya dalıyor. Son muhafızda içeriye adımını atar atmaz, yarık aynı daha önceki mağara gibi aniden kapanıyor ve aydınlıkla aramızda olan son bağı da koparıyor.

Gözün gözü görmediği zifiri karanlığın ortasında altı adam kalakalıyoruz.

“Kertenkeleler,” diye bağırıyorum tecrübemi hatırlayarak.

Nemli duvarlara çarparak yankılanan küçük bir çıtırtı duyuyorum önce. Ardından mağarayı tamamen kaplayan parlak beyaz bir ışık dört bir yanımızı aydınlatıyor.

“Ne dedin?” diye soruyor Çildekeş. Duvarda, az önce girdiğimiz ve açıldığı gibi aniden sır olan yarığın kenarındaki ufak bir düğmeye dokunuyor.

“Bağrıyanan kertenkeleler,” diyorum usulca. “Koparınca kuyrukları ışık çıkarıyor. Önümüzü görebilmek için…” devamını getiremiyorum.

“İyi de gerek yok ki,” diyerek itiraz ediyor Çildekeş. “Herkes bilir ki, ışığın düğmesi kapının hemen yanındadır hep. Sadece onu görebilmek için gözlerin karanlığa alışması gerekir.”

Doğru.

Çildekeş duvardaki kök boyasıyla çizilmiş yedi resmi gösteriyor. Gülümsüyor. Bakışlarını beşinci karede bana çok benzeyen figüre yöneltiyor.

“Sen Seçilmiş olansın, gördün mü?” diyor. Diğer dört muhafız şaşkınlık dolu uğuldamalarıyla duvardaki çizimle benim inanılmaz benzerliğimi karşılaştırıyor.

“Bir dakika,” diye sesleniyorum.

 “Ne oldu?”

“Bu mağaraya daha önce geldim ben,” diyorum. “Bu resimleri gördüm.”

“Resmi gördün yani?” diye konuşuyor Çildekeş. “Seçilmiş olanın sen olduğunu biliyorsun.”

“Hayır,” diyorum. “Ben bu mağaraya yakalanmadan önce Yusuflu’da 117 numaralı evdeki şömineden girmiştim.”

Çildekeş, “İkinci kapı,” diye omuz silkiyor. Ona göre sıradan bir şey açıklamaya çalıştığım. “Ne var bunda?”

“İkinci kapı mı?”

“Evet,” diyor Çildekeş. “Gizlerin açıklandığı mağara özgür su toplayıcılarının kurucu üçlüsünün ilk sığındıkları mağara. Ne yapacaklarına karar veremeden öylece korkuyla bekleşirken kıpırdayıp yollarını Saklıköy’e çıkarmıştı.”

““Mağara mı yaptı bunu yani?” diye soruyorum. Mağaradan aklı varmış gibi konuşuyor. “Buna inanmamı mı bekliyorsun?”

“Neye inanacağına sen karar verirsin,” diyor Çildekeş. “Bu senin insan olma hakkın. Ama bu doğru. Gizlerin açıklandığı mağara yedi kapıya hareket eder ve yedi kapıdan çağırılır.”

“Çağırılır mı?”

“Aslında ikisi hariç,” diye düzeltiyor bir önceki cümlesinde atladığı ayrıntıyı anımsayınca. “Gizler kapısı ve geçmişe açılan kapı hariç, zamanı gelince onlar seni bulurlar. Sen onları çağıramazsın.”

“Geri kalan beş kapıyı çağırırsın,” diyorum sözlerini hatırlatarak. “Öyle mi?”

Başıyla onaylıyor Çildekeş. “Aynen öyle,” diyor. “Saklıköy’de, Yusuflu’da 117 numaralı evde, Kamburçıkaran tepesinde, Delinin mabedinde, Kutsal akışkanın kulübesinde. Üç kere gel deyince diyene gider ve üç kere çıkar deyince istenene çıkarır.” Susuyor, söylemekle söylememek arası karar vermekte zorlandığı son kelimeleri istemeden çıkarıyor dilinin altından. “Birde geçmişe açılan kapı üç kişinin derin isteğiyle çağrılır diyorlar ama. Ciddi konsantrasyon lazım herhalde, şu ana dek deneyen çıkmadı hiç. Düşünsene eski günlerine götüren bir kapı.”

“Ama bizi o tepeye çıkarmıştı,” diyorum. 

Çildekeş daldığı dünyadan çıkıp yanımıza dönüyor tekrar.

“Kamburçıkaran’a, duydum. Yer belirtmezsen mağara senin içindeki böceği okuyamaz,” diye yanıtlıyor. “Gizleri açıklayanın kalbi vardır ama beyni yoktur. Sen ne istediğini bilmiyorsan, kaderini kaderin çizer. Mağarada kaderine saygı gösterir ve sana denk gelen kaderin kapısını açar.”

“Sonra?”

“Sonra mı?” diye soruyor. Eliyle hafifçe alnına vuruyor. “Sonra diye bir şey yok. Seçimlerinden seçen sorumludur, mağara sadece taşıyandır o kadar. Aracıdır ve bilirsin, aracıya zeval olmaz.”

Birden aklımın diplerine sakladığım küçük bir not saklandığı yerden çıkıveriyor..

“Çildekeş, mağaradayken saatlerimiz durmuştu ve çıktığımızda gündüzdü,” diyorum. “Oysa mağaraya girdiğimizde dokuzlara yasak yeni başlamıştı.”

Çildekeş yüzüne yaydığı gülümsemeyi kulaklarına dek uzatıyor, “Gel benimle,” diyerek mağaranın içlerine doğru yürüyor. Takip edip etmemekte kararsız kalıyorum bir ara. Dönüp bana sesleniyor. “Gel,” diyor tekrar. “Gel ve kendin gör.”

Muhafızlar Çildekeş’in bu ani hareketi karşısında büyük bir heyecana kapılıyorlar, neredeyse duvarın dibine yapışmışlar, ürkek gözlerle yanlarından uzaklaşan Çildekeş’i izliyorlar. İçlerinden en uzun boylusu korku emareleri taşıyan ses tonuyla sesleniyor.

“Yüce can zaman ölüme koşuyor, haydi.”

Diğerleri bir iki homurdanıyor. Emir burada da demiri kesiyor ama, demir farklı olarak kesilirken burada ses çıkarıyor.

“Neler oluyor?” diye soruyorum.

Muhafızları bu denli korkutan şey ne ve biz onları ürküten şey neyse, neden ona doğru gidiyoruz?

Çildekeş parmağını dudaklarına götürerek sus yapıyor. “Sadece beni takip et.” Karşımıza çıkan ilk boşluğa girince duruyor. Çildekeş’i kaybetmeyeyim diye hızlanıyorum ki, o durunca hızımı alamayıp sırtına çarpıyorum.

“Neler oluyor?” Muhafızların tavırlarından olsa gerek korkmaya başlıyorum. “Niye durduk Çildekeş?”

Çildekeş, sorumu duymuyor yahut cevap verme gereği hissetmiyor. Sesini çıkarmadan bakışlarını önüne deviriyor. Gözlerini çevirip kenetlediği yere bakınca kulaklarımın arkasından sırtıma doğru boşalan sıcak akıntıya engel olamıyorum, dizlerimin bağı çözülüveriyor. Gözlerimi takıldığı noktadan alamadan olduğum yere çöküveriyorum.

İki tane iskelet duvarın dibinde kıvrılmış yatıyor.

“Gizlerin açıklandığında zaman bizim kitabımıza uymaz,” diye fısıldıyor Çildekeş. “Zaman mağarada her şeyi çürütür.” Çenesini öne çıkararak yerde yan yana yatan iki iskeleti gösteriyor. “Semirmiş’le Kemirmiş aynı batınlardı. Bize katılmak için gelirlerken yorgunluktan mağarada uyuyakaldılar. Geçen haftaydı, uyku gözlerini kapatınca bir daha da açamadılar,” diyor. Ciğerlerindeki bütün havayı boşaltarak başını sallıyor. “Biz de yenilere uyarı olsun diye onları uyudukları gibi bıraktık.”

Çildekeş’in hikayesinde bir gariplik var. Bir ayrıntı gerçek olabilmekten hayli uzak.

“Bir hafta önce mi?” diye soruyorum. Yedi gün. “Bir haftada insanlar iskelete dönüşmezler ki?”

“Haklısın,” diye cevaplıyor Çildekeş. “Normal de dönüşmezler.”

Anormal ne peki?

“Ama Gizlerin açıklandığı mağarada zaman hızlanarak akar,” diye devam ediyor. Sonra ekliyor. “Onlara katılmak istemiyorsak haydi çıkalım.”

Yerde yatan iskeletlere bakıyorum. Onlara katılmayı isteyeceğimi sanmıyorum.

“Çıkalım,” diyorum.

Geri döndüğümüze benden çok muhafızlar seviniyor. Korkularından bembeyaz kesilmiş, gözlerini saatlerinden alamadan sindikleri duvarın dibinde dönmemizi bekliyorlar. Çildekeş mağaraya girmemizden hemen sonra kapanan yarığın karşısına geçiyor.

“Kamburçıkaran’a çıkar bizi,” diye sesleniyor. “Kamburçıkaran’a çıkar bizi. Kamburçıkaran’a çıkar bizi.”

Yer Çildekeş’in sözlerini anlamışta emri yerine getiriyormuş gibi aniden sarsılmaya başlıyor. Ayakta kalmakta zorlanıyorum. Muhafızlardan biri beklemenin korkusundan iyice yorgun düşmüş olacak, sarsıntıya karşı koyamıyor ve dengesini kaybederek yuvarlanıyor. Yanındaki muhafız eğilip arkadaşının koluna giriyor. Beraberce doğrulurlarken kayalık duvar bir öncekinin aynı, boydan ikiye ayrılıyor ve bir kişinin rahatça geçebileceği kadar aralanıp duruyor.

Muhafızlar açık havaya çıkar çıkmaz kendilerini yere atarlarken mağaradan en son Çildekeş çıkıyor

1 Ağustos 2025 Cuma

YAANİ

 Çamaşır makinemiz eskiden çalışırken koridorda volta atardı, yaşlandı tabi artık, kendi başına yürüyemiyor eskisi gibi. Bizde tekerlekli sandalye yaptırdık, çalıştığında koridorda biz gezdiriyoruz.

YAANİ

 Evdeki buzdolabı o kadar eskidi ki ona bile tansiyon ilacı başlamak zorunda kaldık

SEÇİLMİŞ OLAN 27

“seçilmiş olan sensin değil mi,

emin misin.”

 

Vesikalı gerçekten sağ ayakkabısını sana verdi mi?” diye soruyor Çildekeş. Göründüğünden konuşkan ve aslında oldukça neşeli bir adam. Yaklaşık beş dakikadır karanlık dehlizlerin birinden çıkıp birine girerek yol alıyoruz.

“Verdi,” diyorum.

Suratsız’ın çöplükte söylediği tonlamayla, “Şanslı adamsın,” diye mırıldanıyor.

Israrla yüzüne bakmamdan rahatsız oluyor.

“Yanlış anlama,” diyor. “Yusuflu’da onun sağ ayakkabısı için herkes canını bile verir.” Susuyor. “Saklıköy’de de aynı.”

“Suratsız’da aynısını söylemişti,” diye yanıtlıyorum. “Sen evli misin?” Elmacık kemikleri yanaklarından fırlayacakmış gibi duran zayıf , kemikli bir yüzü var. İrili ufaklı bir sürü çil suratının her santimetrekaresine gelişigüzel serpili, neredeyse Kıytırık’ın toplantıda dile getirdiği gibi yüzünde neyin nerede olduğunu saklıyor. Gözlerinin içi gülüyor yine. Cevap alamıyorum. “Kaç yaşındasın?”

“Yirmi sekiz,” diyor. On sekiz falan sanıyorum oysa, belki de yirmi. Küsuru yok ama.

“Ben de yirmi dokuz,” diyorum.

“Evliyim,” diye cevaplıyor.

Yüzüne bakıyorum. Bana dönmeden konuşuyor.

“Evli misin, diye sormuştun ya.”

Otuz yaşıma dek değil evlenmek, elime kız eli değmiyor neredeyse. Yine de evlilik için aceleye gerek yok diyorum. Kendi dünyam da yani. Ömür toplamda otuz yıl olunca burada her şey daha hızlı yaşanmak zorunda kalınıyor olmalı. Çocuğu var mı acaba? Sormakla sormamak arasında gidip geliyorum. Otuz yaşında insanları kanun gereği suya çevrilen bir yerde eğer çocuğu varsa Saklıköy’de mi, Yusuflu’da mı yaşadığına emin olamayıp susuyorum.

“Bir de küçük kızım var,” diye mırıldanıyor. Gözlerinin içindeki gülümseme kayboluyor ve elmacık kemikleri gözlerini kapayacak kadar belirginleşiyor birden. “Ve onun su olmasını istemiyorum.”

Yerinde bir istek diye düşünüyorum. Kim okşamaya kıyamadığı kızının otuz yaşına gelince mutlaka su olacağını bilerek yaşayabilir ki?

Haklıyım.

‘Onun otuz yaşına geldiğinde zorla suya dönüştürüleceğini bilerek yaşayamadığım için kaçtım köyden.’

“İyi yapmışsın,” diyorum.

“Efendim,” diyor başını eğdiği yoldan kaldırıp fısıldayarak.

Az önce kurduğu cümlesini hatırlatarak, “Kızının otuz yaşına geldiğinde zorla su yapılmasını görmemek için köyden kaçtım dedin ya,” diye tekrarlıyorum.

Şaşkın gözlerle süzüyorbeni.

“Demedim,” diyor. Şaşırma sırası bana geliyor. Kulaklarımla duyduğuma yemin edebileceğim sözleri, üstelik ikisi önümüzde, ikisi arkamızda beraber yürüdüğümüz dört muhafızın yanında söylüyor. Ses tonunu düşürerek ekliyor, “Sadece düşündüm.”

“Ne?”

“Sadece düşündüm,” diye yineliyor.

“Düşündün mü. Ben düşünce okuyamam ki?” diyorum. Okuyamam da.

Gözlerinin geriyor Çildekeş. Kafasını önüne eğerek yürümesini sürdürüyor. “Ne biliyorsun?” diye mırıldanıyor. Bana dönerek duruyor. “Ne biliyorsun?” diyor daha güçlü bu kez. Arkadaki iki askerde o durunca yerlerine çakılıyorlar.

Önde giden ikisi durduğumuzu fark etmiyor.

“Sen uçabilir misin?” diye soruyorum.

Omuzlarını silkiyor. “Hayır,” diye yanıtlıyor sorumu. “Uçamam.”

“Ne biliyorsun?” diye soruyorum.

Gülümsemesini gözlerinden alıp dudaklarına kondurarak yürümeye devam ediyor. Bizi takip eden askerlerde aynı anda ilerlemeye başlıyorlar.

Önümüzden gidenler on, on iki adım ilerimizdeler.

“Denedim,” diyor Çildekeş.

Ne demek istediğini çıkaramıyorum. “Anlamadım.” Oysa on sekiz yaşında gösteren yirmi sekiz yaşındaki genç adamdan cevap olarak ‘Çünkü uçamam işte,’ gibi bir şeyler bekliyorum ya da ne bileyim, ‘Kanatlarım yok,’ benzeri şeyler. Mantığıma uygun bir şeyler bekliyorum yani. Denedim duymayı çok tahmin etmediğim bir yanıt.

Ama yok,  burada da kalmıyor. “Sen düşünce okumayı kaç defa denedin?” diye soruyor o.

“Denemek mi?” diyorum. Hayatımda bana yöneltilen en kolay soru belki de bu. Yine de geveliyorum. “Ben. Şey.” Aklıma bile gelmiyor normalde. Cevap veriyorum; Hiç.  “Hiç tabi ki. Aklıma bile gelmedi.”

Kaşlarını bilmiş bilmiş kaldırıp, “Hiç denemediğin bir şeyi yapamayacağını nereden biliyorsun peki?” diye azarlıyor bu kez, istifini bozmadan.

“Saçma ama,” diye mırıldanıyorum. Saçma ama.

“Gerçekten öyle mi?” diyor. “İnsanlar kendilerinde olanların farkına bile varamazlar bazen. Oysa deneseler ne kadar çok güçlerinin olduğunu görüp şaşırırlar. Sadece yapamam derler, beceremem derler. Daha kolaydır çünkü bu.”

“Yapamam ama,” diye onaylıyorum.

Çildekeş ben demedim mi tarzı bakıyor. “Aslında yapmam desen daha doğru olur,” diye düzeltiyor. “Yapamadığın zaman yapamam demek gerekir, yapamadığın denemeden, yapmaya uğraşmak için kılını dahi kıpırdatmadan konuşulacaksa sadece yapmam denilebilir.”

“Ama ben. Nasıl düşünce okuyabilirim ki?” diyorum.

“Bir; Sen Seçilmiş olansın,” diye konuşuyor Çildekeş. Devamı var muhakkak.

“İki,” diyorum.

“İki; İçindeki böcekten haberin yok sanırım,” diyerek gülümsüyor. “Yoksa böyle konuşmazdın.”

“İçimdeki böcek mi, o da ne?” diye soruyorum. “İçimdeki böcekte ne demek oluyor?”

Çildekeş, “Tanrı aşkına şaşırtıyorsun beni,” diye konuşuyor hayretle. “Vücudun haritasını ilkokulda okuturlar.”

Anatomi herhalde.

“Yani?”

“Yani, bilincin altında kalan bilinçaltının ön lobundan bahsediyorum. Çakranın hemen arkasındaki konuşan böcekten. Görüş alanına takılan çakraların arkasındaki böceklerle telepati kuran böcekten. Dudaklarını kullanmana gerek kalmadan iletişim sağlayabilmen için okullarda verilen eğitimle uyandırılırlar hani,” diyor soluksuz sıralayarak.

Yine de es geçtiği bir pürüz var anlattıklarında.

“Ben eğitim almadım ama,” diye söyleniyorum.

Gülümsüyor yeniden.

“Dürzü’nün kütüğünü başına iki kez yemişsin,” diyor. “İnan bana o böceğin uyanması için yeter de artar bile.”

Ensemde neredeyse tamamen unuttuğum eski bir sızı, Çildekeş’in hatırlattığıyla aklımın neresine saklanmışsa çıkıp başımın çevresinde bir tur atıyor.

“Geldik efendim.”

Önümüzde yürüyen iki asker durmuş, önlerine çıkan kayaya sırtlarını vermiş bizi bekliyor.

“Çıkmaz yol mu?” diye söyleniyorum. Yolumuzu tıkayan yığıntı bir kayalık, ucu bucağı gözükmeden önümüzde uzanarak gözden kayboluyor.

Çildekeş kıkırdıyor.

“Gizlerin açıklandığı’na hoş geldin,” diyor. Kayaya yaklaşıyor. Sırtlarını kayaya yaslamış iki asker Çildekeş yanlarına gelince biri sağına öteki soluna doğru kayıp aralanıyor. Aralarından geçen zayıf adam kayanın önünde duruyor.

“Saklıköy’e gel,” diyor ve aynı cümleyi iki kere daha tekrarlıyor.

Aniden yer titremeye başlıyor.

“Deprem,” diye bağırıyorum. “Deprem oluyor.”

“Sakin ol,” diyor Çildekeş. “Deprem falan yok, Gizlerin açıklandığı geliyor. Gürültülü gelmeyi sever o, o kadar.”

“Gizlerin açıklandığı?” Şu mağara. Yusuflu’da normal evcil hayvan çağıran yok galiba. Vesikalı’nın solucanlarından başka, şimdi de Çildekeş’in mağarası.

Cümlemi yeni tamamlıyorum ki Çildekeşin önündeki kaya tam ortasından boydan boya ayrılmaya başlıyor. Yarılan taşların bütünden koparken çıkardığı cayırtıyı ve havaya karışan kükürt kokusunu alabiliyorum.

Çildekeş gözlerini tam karşımızda kendi haykırışlarıyla yırtılıveren koca kayalıktan çevirmeden derin bir nefes çekerek ciğerlerini dolduruyor. “Özgürlüğün kokusunu alıyor musun?” diye soruyor.

Kükürt kokusunu özgürlükle bağdaştırmakta zorlanıyorum ama, bunu kendime saklıyorum.

Sert duvar üzerinde bir insanın rahatlıkla geçebileceği genişlikte yarık oluşunca yer sarsıntısı duruyor. Çildekeş kayalık duvar tamamen hareketsiz kalınca eliyle az önce beliren yarığı işaret ediyor.

“Önden Seçilmiş olan, lütfen.”

Benden bahsediyor.

“Bu mağarayı biliyorum ben,” diye mırıldanıyorum. Fırının yanında karşıma çıkan üzerine kırmızı boyayla çalakalem üç satır yazılmış kayanın aynısı.

“Biliyorum,” diyerek tasdikliyor Çildekeş. “Lütfen Gizlerin açıklandığı’na gir, zamanımız daralıyor.” 

29 Temmuz 2025 Salı

SEÇİLMİŞ OLAN 26

 

“ne oldu bana,

neredeyim ben?”


Karanlık bir çukurun tam ortasında ayakta duruyorum. Birden sağ tarafımda daha önce gizlerin açıklandığı dedikleri mağarada gördüğüm pembemsi ışık yanıyor. Işığa dönüyorum. Giderek seyrelen zifir karanlıkta yanıma elinde tuttuğu bağrıyanan kuyruğuyla kutsal yaşlılardan biri yaklaşıyor. Kutsal göğsü kıllı yaşlı adam değil bu. İyice yaklaşıyor. Kutsal burun kıllı yaşlı adamda değil. Elindeki kuyruk sönmek üzere olduğu için yüzünü seçemiyorum. Yine de tanıdık ama.

“Sen?” diye söyleniyorum. “Sen henüz karşılaşmadığım üçüncü kutsal ihtiyarsın değil mi?”

Başını olumsuzca sallıyor.

“Hayır,” diyor. Dudakları kıpırdamıyor. Ya da kıpırdadıysa bile ben göremiyorum. “Ben dördüncü ihtiyarım,”

“Dördüncü ihtiyar?”

Mağarada yalnız kaldığımda ikinci kutsal ihtiyarın karşılaşacaksın dediği yaşlı adam yani.

Yaşlı adam iyice yaklaşıyor bana.

“Evet,” diyor. “Benim Muharrem. Ben dördüncü ihtiyarım.”

Muharrem mi?

“Muharrem kim?” diye soruyorum. Sorumla aynı anda sanki sözleşmişler gibi kertenkele kuyruğu sönüyor ve yanımdaki yaşlı adam koyu karanlığın içinde görünmez oluyor.

Gözlerimi açtığımda elimde camdan bir kalp var ve ben nerede olduğumu bir türlü hatırlayamıyorum. Başındaki külahı eline alıp araladığım gözlerime eğilen Şerefsiz’i görünce nerede olduğumu anımsıyorum?

“Ne oldu bana?” diye soruyorum. Konuşmaya çalışmamla çenemden şakaklarıma doğru fırlayan derin bir sancı gözlerimi yaşartıyor. Parmaklarımın arasında ki camdan kalbin soğuk yüzeyini ağrıyan çenemin üzerinde gezdiriyorum. Soğuk cam yüzey iyi geliyor.

“Kazandın,” diye bağırıyor Şerefsiz.

Kazanmış gibi hissetmiyorum. Sol şakağıma saplanan keskin bir acı benimle hemfikir olduğunu belirtircesine zonklayarak sol kulağıma siniyor.

Şerefsiz ayağa kalkıyorve odanın ortasında kendini bir Kazandibi’nin, bir benim yerime koyarak hayal meyal hatırladığım müsabakayı canlandırmaya başlıyor. “Muhteşemdin, ringin ortasında karşı karşıya geldiniz,” diyor. “Sen sanki yemyeşil otlaklarda gezintiye çıkmıştın. O kadar rahattın ki.”

Rahattım tabi. Cesaretimde atıfta bulunduğu aslında korkudan ne yaptığımın farkında olmadığımdan.

Şerefsiz’de bunun farkında değil. Yumruk yaptığı elini havaya kaldırıp rakibine vuruyormuş gibi bütün gücüyle boşluğa savuruyor. Yumruk salladığımı hatırlayamıyorum. “Kazandibi tam çenenin ortasına yapıştırdı yumruğunu,” diyor. Sol kulağımda gizlenen ağrı duyduğum cümleden sonra incecik bir sızıyı da peşine takarak alt çenemdeki bütün dişlerimi dolaşıyor. “İkinci sıradaki seyircilerin arasına kadar uçtun,” diyerek gözlerimin içine bakıyor Şerefsiz. İkinci sıraya dek uçmak uçağın bulunmasından bu yana bu konudaki en büyük başarı sayılabilir ancak. Öyle değilmiş. “İlk kez bu kadar başarılı bir maç seyrettik,” diyor.

“Sevindim,” diyorum. Hiç değilse birilerinin mutlu olmasına seviniyorum. Kazandibi yine de merhametli davranmış demek ki. Yoksa o cüssesiyle, savurduğu yumruğun hızı artı, yer çekimi ivmesini de hesaba katarsak en azından dördüncü sıraya kadar gönderebilir. “Sevindim,” diyorum tekrar. Bu kez kendi adıma. Yattığım yerden doğrulmaya kalkınca sızının bir tek dişlerimi ziyaret etmediğini fark ediyorum. Bütün eklemlerim on yıl aradan sonra altı saat aralıksız vücut çalışmışım gibi ağrıyor.

Şerefsiz, eliyle ensesini kaşıyarak, “Ha bu arada, Kazandibi ile Seksişey bir hafta sonra evlenecekler,” diyor. Dev adam adına mutlu oluyorum. Gözlerindeki yalvarır ifade gözlerimin önüne geliyor. Hiç değilse yediğim yumruk boşa gitmiyor. “Kazandibi senin şahidi olmanı istiyor.”

“Bakarız,” diye söyleniyorum. Alt damağımdaki diş etlerim acı biber sürülmüş gibi buram buram yanıyor.

“Bir de Muharrem kim?” diye soruyor Şerefsiz.

“Kim?” diyorum.

“Muharrem,” diyor. “Baygınken devamlı Muharrem deyip duruyordun. Kim bu Muharrem.”

“Bilmiyorum,” diye cevaplıyorum. Yaşlı adama anlattığım hikayemi sızım sızım sızlayan dişlerimle bir de Şerefsiz’e anlatmak gözlerimde büyüyor. “Muharrem mi dedim.”

Şerefsiz başını sallıyor. ‘Aman boş ver’ tarzı dudak büküyor sonra. “Neyse kendini hazır hissettiğin zaman giyin toplantıya gidelim,” diyor. “Ama önce yemeğini ye, ben dışarıdayım.” Odadan çıkıyor.

Arkasından, “Ne toplantısı,” diye sesleniyorum ama beni duymuyor bile. Üzerimde yalnızca bir şort var hala. Pantolonum ve gömleğim köşede ayakkabılarımın üzerine düzenle katlanarak konmuş. Ayağa kalkmaya çabalıyorum, ama başaramıyorum. Eklemlerimdeki çılgın ağrılar ben her harekete yeltendiğimde kendini belli ediyor, başım deliler gibi dönüp duruyor. Midem bulanıyor. Oturuyorum tekrar. Biraz daha dinlenmeye ihtiyacım var. Başımı yere bırakıp sırt üstü uzanıyorum. Tam gözlerimi kapamış başımı dönmekten kurtarıyorum ki, bir ses her şeyi göze alıp gözlerimi yeniden açmama neden oluyor.

“Yemeğini getirdim Seçilmiş olan,” diyor kulaklarımda volta atan acıyı kenara iterek kulak zarlarıma yapışan ses. Etli ve hafif ileri doğru çıkık dudaklardan döküldüğü için ıslık çalarak söylenen bir cümle. Gözlerimi o kadar hızlı açıp, uzandığım yerden o kadar süratli doğruluyorum ki, başım yeni irtifaya ayak uyduramıyor ve deliler gibi dönüyor. Gözlerimi kapatıp sırtımı duvara dayayarak bekliyorum bir süre.

Henüz göremediğim kız, “İyi misin Seçilmiş olan,” diyor beynime kazınıp kalan ses tonuyla. “Yardım edeyim mi?” Sorusunu cevaplamamı beklemeden omzumdan tutarak doğrulmama yardım ediyor. Parmaklarının dokunduğu yerler alev almış yanıyor sanki. Gözlerimi ilkinden daha dikkatli açarak genç kıza dönüyorum.

“Adım Soybeni,” diye gülümsüyor kız.

“Asla,” diye bağırarak geriliyorum. Sırtım yeniden duvara dokunduğunda tüylerimi diken diken eden serin yüzey, bütün ağrılarımı birkaç saniyeliğine iptal ediyor. Soybeni sesinin aklıma çizdiğinin aksine, dudakları neredeyse çizgi kadar ince, dişlek, çalı gibi bir kız.

Ben bağırınca o da elindeki tepsiyi bırakıp kapıya fırlıyor.

 

“geldin demek seçilmiş olan, gelemeyeceksin sanmıştık.”

 

Şerefsiz kurmayları olduğunu sandığım yedi kişiyle, yuvarlak bir masanın etrafını çevirmiş, anladığım kadarıyla oldukça uzun bir süredir beni bekliyor. Odaya girdiğimi görünce ayağa kalkıyor. Etrafındaki yedi kişi de onunla beraber sandalyelerinden doğruluyorlar.

“Biz de tam seçilmiş olan gelse de toplantıya geç kalmadan başlasak diyorduk,” diye geveliyor. Beklemenin verdiği bezginliği ustaca gizleyerek gülümsüyor. Yine de endişeli olduğunu sezebiliyorum. Ya benden emin değil seçilmiş olan olarak ya da seçilmiş olan olsam dahi, yapmamı bekledikleri neyse onu yapabileceğimden.

Hemen Şerefsiz’in solunda oturan şişman adam, “Bir an korktuğunu falan düşünmedik bile,” diye tamamlıyor. Düşünerek konuştuğunu sanmıyorum. Şerefsiz bana belli etmemeye gayret ederek karnına sertçe dirsek atıyor. Canı yanan adam Şerefsiz’e dönüyor. Acıyla karışık teessüfle, “Ama, düşünmedik bile dedim şef,” diye üsteliyor.

Şerefsiz gülümseyerek sağında kalan boş sandalyeyi işaret ediyor.

“Otur lütfen,” diyor. “Öncelikle hoş geldin diyelim. Seni yoruyoruz ama, bir an önce toplanmamız gerekiyor.”

Gösterilen sandalyeye oturuyorum. Şerefsiz’de oturuyor ve diğerleri de onun hemen ardından yerlerini alıyorlar. “Önce tanışalım,” diye başlıyor Şerefsiz eliyle yuvarlak masanın etrafını çevreleyen adamları ima ederek. “Tanışmak ortaklığın ilk taşıdır, değil mi?” Demin konuşan şişman adamı gösteriyor. Şişman adam, otuz yaşlarında gösteriyor. Asla bıyık ve sakalının çıkmadığına adım kadar eminim. Kaşları da yok. Kafasında kocaman başını küçücük gösteren devasa bir sarığı var. “Bu Yağlekesi.” Beyaz sarığın üzerinde, uzun süredir orada olduğundan artık iyice silinmiş ve kumaşa zamanın maharetli parmaklarıyla iyiden iyiye işlemiş grimsi kahverengi lekeyi işaret ediyor. “Bu da meşhur yağ lekesi.” Sesini biraz düşürerek bana doğru eğiliyor, sahte bir ciddiyetle ekliyor ardından, “Sarığından da anlayacağın üzere kraldan çok kralcıdır. Kafasında tek kıl olmadığı için toplamı kadar sarık takıyor.”

“Şef,” diye alınganlık gösteriyor Yağlekesi.

“Şaka be şaka, hemen alınma,” diyor Şerefsiz eliyle koca kafalı adamın ensesine ufak bir şaplak atarak. Yağlekesi’nin başındaki devasa kavuk şaplağın şiddetiyle bir iki sallanıyor, düşecek gibi oluyor. Düşmüyor ama. Yağlekesi başındaki ağırlık merkezini değiştiren kavuğunu itinayla düzeltiyor. Şerefsiz bana dönüyor yeniden, “Yağlekesi ani baskın stratejilerimizi planlar ve kaçış yerlerinin güvenliğinden sorumludur,” diye tamamlıyor.

Çaktırmadan Yağlekesi’ne bakıyorum. Şerefsiz’in görevini açıklamasıyla boynuna soktuğu başını gömüldüğü omuzlarının arasından çıkarıyor, bütün kütlesinin üçte birini kaplayan göbeğini içine çekerek göğsünü şişiriyor. Kaçırılmamı o planlıyor yani. Bu kadar önemli olduğunu düşündükleri planla bizi getirmesi için Dürzü’yü gönderen de o. Boynunun altında sarkan yağlar, kendini dikleştirdiğinde hafifçe bir sallanıyor.

Eyvah ki eyvah.

“Her şakada küçükte olsa bir gerçek payı vardır ama,” diye söze karışıyor Yağlekesi’nin hemen solunda oturan zayıf bedenli, en fazla yirmi beş yaşında olduğunu zannettiğim ama bir o kadar daha yaşlı gösteren keçi sakallı. Başında belli belirsiz, sadece takmak zorunluluğu yüzünden taktığını ima eden gri, tek renk bir başlık var. Sözlerinin ardından başındakini düzeltmek gereği duyuyor. Yine de haklı. Şef diye hitap ettiği adam başına uçları sökülmeye başlamış eski püskü bir külah takarken, Yağlekesi kendi başına gösterişli devasa bir sarık takıyor. Görevinden dolayı kendini diğerlerinin üstünde görüyor büyük ihtimal. Ya da görevini diğerlerinin görevlerinden daha önemli buluyor. Bu da her iki durumda kendince kendisini diğerlerinden değerli kılıyor. Hatta öyle ki, Şerefsiz’in yerinde kendisinin olması gerektiğini düşündüğünden bile eminim. Şeflik nasıl bir konumsa o konumun dört dörtlük sahibi o. Keçi sakallı genç adamda benim düşündüğümü düşünür bakıyor Yağlekesi’ne. Şişman olandan hoşlanmadığı apaçık belli. İmasını lafının sonuna sıkıştırıyor. “Kurtarmaya Dürzü’yü gönderdiğine göre.”

Yağlekesi ağzına teptiği cümlelerini çiğneyerek, “Ama hep o ikisi gider,” diyecek oluyor. Kavuğun ağır kumaşından terlemeye başlamış.

“Sorun da burada ya zaten,” diyor keçi sakallı. “Hep o ikisi gider.” Ses tonu fısıltıya dönüşüyor. “Ve kimse kalmak istemez.”

“Kurukemik’le tanış,” diyor Şerefsiz. Başımı eğerek selamlıyorum. Aynı şekilde karşılık veriyor. “Kendisi ordumuzun saldırı ve savunma taktiklerini yönetir. Yanında Kıytırık var.” Ufak tefek, sevimli bir adam gülümsüyor.

“Ayağa kalksana,” diye uyarıyor yanındaki sarışın, yüzü çillerden gözükmeyen on sekiz, yirmi yaşlarındaki çocuk. Selam verirken diğerleri de kalkmıyorlar halbuki.

Kıytırık sertçe, “Zaten ayaktayım,” diye yanıtlıyor.

“Biliyorum,” diye sürdürüyor çilli olan. Ringe çevrilmiş salonda, gözümü açtığımda dönüp şampiyonun ödülünü almaya geleceğini haber veren genç bu.

“Sen kendine bak,” diye azarlıyor Kıytırık. “Suratın da neyin nerede olduğu belli değil.”

Çilli çocuk iki parmağıyla gözlerini işaret ederek sırıtıyor. “Üsttekiler gözlerim,” diyor şımarıkça. “Gözlerine yakın olan da çenem.”

Masayı çevreleyenler kıkırdamaya başlıyorlar.

“Kıytırık lağımcıların başıdır,” diyor Şerefsiz. Kıkırdamalar belli belirsiz devam ederken çevresindekilere eliyle sus hareketi yapıyor. Sessizlik beklediğimden hızlı geliyor. “Özellikle yer altı tünelleri ondan sorulur. Yanındaki Çildekeş, patlayan balonların mucididir ve ordumuzun silahlanmasından sorumludur.”

Çildekeş’in yanı başında birbirine tıpatıp benzeyen iki genç adam oturuyor.

Şerefsiz’in kendini tanıtmasına fırsat tanımadan, “Ben, Kısaçöp,” diyor bana yakın oturan. Sol tarafımdan bana yakın oturan yani. “Gizliköy’ün haberleşmesinden sorumluyum.”

“Sadece gelen haberlerden,” diye düzeltiyor tıpatıp Kısaçöp’e benzeyen diğeri. “Gidecek olan haberlerden ben sorumluyum. Adım Uzunçöp.” Uzun falan değil oysa, tıpatıp ötekinin aynı.

“Biz ikiziz,” diyor Kısaçöp.

“Evet,” diye onaylıyor Uzunçöp. “Ama sen sormadan söyleyeyim, annelerimiz ayrı.”

‘Biz ikiziz,’ diyen Kısaçöp başıyla kardeşini doğruluyor. “Hep sorarlar çünkü.”

“Nasıl yani?” Nasıl ve yani hayatım boyunca hiç bu sayıda yan yana gelmiş değil ve hayatımın hiçbir evresinde mağaraya ilk girdiğimden bu yana kullandığım kadar soru işareti tüketmiyorum. “Bu nasıl olur Tanrı aşkına?”

Uzunçöp Şerefsiz’e bakıyor. Şerefsiz omuzlarını silkiyor. Uzunçöp kardeşine bakıyor bu defa. Kısaçöp beni izlediği için onu fark etmiyor . “Annem beni doğururken yaşama veda edip sınırsız çimenlerin ve şarıldayan suların vatanına gitti,” diye konuşuyor sonra.

Cennete yani.

“O sıra ben annemin içindeydim,” diyor Kısaçöp. “Annemiz yaşamı bırakıp sınırsız çimenlerin ve şarıldayan suların vatanına gidince, Uzunçöp’ün arkasından beni çıkarmadılar.”

“Çıkarmadılar mı?” diye soruyorum. “Neden peki?”

Şerefsiz’a bakıyorlar. Anlatıp anlatmamakta kararsızlar. Şerefsiz’e dönüyorum.

“Yusuflu’da bir bat vardında iki ya da daha fazlası yasaklanmıştır,” diyor Şerefsiz.

Suratsız’ın çöplükte anlattıklarını anımsıyorum.

“E,” diyorum. Çocuk sınırlamasının ikiz doğumlarına yapabileceği bir şey yok ki? O bir şans veya her doğumda, özellikle ailede başka örnek varsa artan bir ihtimal.

Şerefsiz, “Üçüz yaşlılar üçüz olduğu için aynı batında fazla can, aklı çürütür kararı verildi,” diyor.  Bakışlarını önüne çeviriyor. Karnında kenetlediği parmaklarıyla oynuyor. “İlk doğan şanslıdır ikinci doğanın çıkmasına izin verilmez.”

Çeteleye bir tane daha ekleyip, “Nasıl yani,” diye soruyorum. Sesim biraz güçlü çıkıyor. Masayı çevreleyenlerin hepsi bana dönüyor. Yağlekesi’nin kavuğu bu ani dönüşüne ayak uyduramayıp, sağ kulağına doğru kayıyor biraz. “İmkansız ama bu.” Anatomiye aykırı bir olaydan bahsediyor. “ Anneye zarar verir hem.”

Başını salladı Şerefsiz. “Evet,” diyor. “Eğer anneleri doğumda Sulak vatan’a göçmeseydi, Utançlar yarığına gönderilecekti zaten.”

“Nereye?”

“Utançlar yarığı kanunlara karşı gelenlerin gönderildikleri karanlık, ateşler içerisindeki ebedi acılar yurdudur,” diye tanımlıyor Uzunçöp. “Sonsuza dek susuzluk çekeceği yer. Kadim üçüzlerin kusuruna rağmen yasaya karşı gelemezsin.”

“Ve kanun der ki; bir batında sadece bir bebek yapabilirsin,” diyor Kısaçöp kardeşini tasdikleyerek. “İkinci çocuk batında bekliyorsa ve eğer sen kendi isteğinle Sulak Vatan’a gitmezsen utançlar yarığına atılırsın.”

“Cehenneme yani öyle mi?” diye soruyorum.

“Orası neresi?” diye soruyor Şerefsiz.

Masayı çevreleyen ve benim hemen sağımda oturan uzun sakallı adam başından beri kapalı olan gözlerini açıp, önüne bakarak konuşuyor. Dudaklarını açmaya üşeniyormuş gibi ve sözleri zar zor anlaşılıyor.

“Cehennem, bazı kültürlerde ruhunu kaybedenlerin cezalandırıldığı sonsuz hapishanelerdir.” Uzun süre yağlanmamış kapı menteşelerinin çıkardığı gıcırtıya benzer boğazını temizliyor sonra.

“Ruhun özgür kalsın,” diye temennide bulunuyor Şerefsiz. Bana bakıp konuşan uzun sakallıyı tanıtıyor. “Konuşan Meymenetsiz’dir. Köyümüzün eğitiminden sorumludur ve ayrıca ordumuzun casus eğitmenidir. Senin anlayacağın burada her kim ne öğrenirse Meymenetsiz’den öğrenir.”

Meymenetsiz gözlerini kapatarak, eski uykusuna yuvarlanıyor tekrar.

Gerçekten de meymenetsiz.

“Kısaçöp nasıl kurtuldu peki?” diye soruyorum.

“Batın sonrası korudu onu,” diye cevaplıyor beni Şerefsiz. “Annesi Sulak vatana gidince suyu acı olur diye toprağa emanet edildi.”

“Yani gömüldü.” Aynı zamanda murdar sayıldığı için suyu çıkartılmıyor anladığım. İkiz çocuk doğurmaya cüret ediyor ya. Bunu söylemiyorum ama.

Şerefsiz Meymenetsiz’e bakıyor. Meymenetsiz gözlerini açmadan başıyla onaylıyor sözlerimi.

“Evet gömüldü,” diyor Şerefsiz. “Gecenin sonunda annelerinin batın sonrası gidip emaneti araladı.”

Meymenetsiz’e bakıyorum tekrar. Gözleri kapalı nasıl fark ettiğini bilmiyorum ama, güç bela anladığım bir tonda, “Teyzesi,” diyor.

Şerefsiz kaldığı yerden anlatmasını sürdürüyor. “Ve batındaki çiçeği alıp kendi batınına ekti.”

Meymenetsiz’e dönüyorum bir kez daha. Bu kez cevap vermiyor. Hafif bir horultuyla uykusunun bir alt katına iniyor.

Şerefsiz, “Ertesi hafta kendi çocuğuymuş gibi birincinin gölgesini akışkan olmaya sundu,” diyerek hikayeyi tamamlıyor.

Meymenetsiz kendiliğinden cevaplıyorbu defa. Bir alt katına indiği uykusunun merdivenlerini koşarak çıkıyor. Kısa bir ürpermenin ardından, “Doğurdu,” diyor.

Kısaçöp bana bakıyor. “Bugün soluk hesabı yapıyorsam, nedeni annemin batın sonrasıdır,” diye söyleniyor. “İki yıl önce onu su yaptıklarında Yusuflu’dan kaçtım ben de. Kanunların daha fazla yürek yakmaması için Saklıköy’e geldim ve Özgür su toplayıcılarına katıldım.”

“Üç gün sonra da ben geldim,” diyor Uzunçöp. İkiz kardeşine bakıyor. “Batınbir’imi burada duyunca ona destek olmaya karar verdim.” Elini uzatıyor sonra kardeşinin kucağında yumruk yaptığı elini avucunun içine alıp sıkıyor. “Önce ben akışkanlığa adım atıyorum ama benden önce o Saklıköy’e cesaret biriktiriyor.” Kısaçöp kardeşine bakıp minnetle gülümsüyor.

Sessizlik yuvarlak masanın etrafında kendine verilen saniyelerin tadını çıkararak süzülüyor bir süre.

Şerefsiz, “Bu kadar hikaye yeter, artık konumuza geçelim,” diye ünleyerek masanın çevresinde oturanların dikkatlerini çekiyor. “Öncelikle Suratsız’ı kurtarmalıyız.” Kaşlarını çatarak saatine bakıyor. “İki saat içinde su yapacaklar onu, şu an anılarını tazelemek için köyde gezdiriyorlar.”

“Çocukluk anıları bitmek üzere şu an,” diyor Uzunçöp.

“Sormak için geç kalmayalım,” diye konuşuyor Şerefsiz. “Gelmek isterse hakkımızda güzeli olur.”

Gözlerini kısarak aklından yaptığı hesabı açıklıyor Yağlekesi. Kavuğu hesabının sonucunu söylemek için doğrulduğunda başında bir iki sallanıyor. “Gizlerin açıklandığıyla yarım saate kalmaz varırız oraya,” diyor.

Çildekeş, “Sekiz patlayan balon hazırladım. Bir tane de ruh  çatlatanım var,” diyor. “Hepsini de kullanabiliriz.”

Kısaçöp, “İlköpüşme taşının altındaki üç özgür su toplayıcısına haber gönderdim, bizi bekliyorlar,” diye devam ediyor.

“Sekiz kısa tünelim var ama, iki uzun tüneli öneririm,” diyor Kıytırık. Eliyle çenesini sıvazlıyor. “İki uzun tünelin bir ucu gizlerin açıklandığının dördüncüsünün önündeki kızıl çalıların altında saklandı, diğer ucu ilköpüşmeye üç koşum mesafede, kamburçıkaranın dibinde.”

“O zaman iki uzun tünel işimize yarar,” diyor Şerefsiz. Kolunun sıcaklığı kolumu yakarak uykusuna devam eden sakallıya soruyor. “Sen ne dersin Meymenetsiz, İki uzun uygun mudur sana göre?”

Meymenetsiz, gözlerini açmadan başını sallayarak yanıtlıyor Şerefsiz’i. Şerefsiz bakışlarını keçi sakallı zayıf adama çeviriyor bu kez. “Planımız nedir Kurukemik?”

“Dört adamım yardım edecek size, Seçilmiş olan yol gösterecek ve onu takip edecekler,” diye tane tane anlatıyor Kurukemik. “İki uzun tünelin girişinde bekleyecekler sonra.”

““Ben de onlarla gideceğim,” diyor Çildekeş.

Masanın etrafını çevrelemiş bu kadar insanın, dediklerinin hiç birini anlamadığım konuşmalarının ucu nasılsa dönüp dolanıyor Seçilmiş Olan’ı yani beni buluyor yine. “Bir dakika,” diye bağırıyorum. “Seçilmiş Olan yol gösterecekte ne demek oluyor.” Kendi muhabbetlerine dalmış kalabalık ben bağırınca kelimelerini toplayıp bana dönüyor. Sesimi düşürerek soruyorum. “Seçilmiş olan benim değil mi?”

Kıytırık bana dönüp ayağa kalkıyor. “Sensin tabi ki,” diyor. “İki uzun tünel içindekilerine göre hareket eder çünkü, götürmesi gerekeni gitmesi gerekene ulaştırmak için var edildi.”

“Bu ne demek şimdi?” diye kekeliyorum. Bu ne demek gerçekten.

“Ben anlatayım,” diyor Şerefsiz.

Kıytırık, “Onurla,” deyip yerine oturuyor.

Şerefsiz Kıytırık’a, “Onurunla var ol,” diye karşılık veriyor önce, sonra bana dönüyor. “Yani eğer sen, içindekiyle bütünleşebilirsen tüneller seninle konuşacak ve seni gitmen gerekene götürecek.”

“İçimdekiyle mi,” diye yutkunuyorum. Bütünleşmek mi? “İçimdeki de ne?”

Şerefsiz yanıtlamıyorbeni. Saatine göz atıyor. “Bu kadar söz söylemek yeter,” diyor. “Haydi yol sır olmadan çıkın artık.” Masayı çevreleyen yedi kişi Şerefsiz’in temennisiyle aynı anda ayaklanıyor. Ben de kalkıyorum. Şerefsiz gidip kapının yanında dikiliyor. Odayı boşaltmak için önünden geçen başıyla selam verip kapıdan çıkıyor.

Benimle sadece Çildekeş kalıyor.

Şerefsiz Çildekeş’e dönüyor. “Dört üstün muhafız gelecek,” diyor. “Sonra birlikte çıkarsınız.” Gözleri dolmuş. Yapacağımız yolculuk tehlikeli galiba. Boğuk bir sesle devam ediyor. ”Kutsiyet yanınızda olsun, su kadar seri olun.”

Şerefsiz’i, “Su kadar aziz ol,” diyerek selamlıyor Çildekeş.

Şerefsiz odadan çıkacakken duruyor, dönüp yanıma geliyor. Elini omzuma koyuyor ve gözlerime diktiği gözleriyle bakışlarını kaçırmadan eğiliyor. “Su gibi temiz ol,” diyor. “Su gibi saf ol ki içindeki sana boyun eğebilsin.”

Sözünü bitirdiğini diğerlerinin çıktığı kapıdan çıkıp Çildekeş’le beni odada yalnız bıraktığında anlıyorum ancak.

Az sonra aynı kapıdan odaya giren dört genç üniformalı adam giriyor. Dördüde benzer kıyafet giydiği için üniforma diyorum. Birinin elinde küçük bir çanta var.

“Biz hazırız,” diye tekmil veriyor en kısa boylu olan. “Emirlerinize uymak için emir aldık Yüce can.”

Çildekeş bana bakıyor önce. Sadece yutkunuyorum. Sonra dört genç muhafıza dönüyor yine. “O zaman suyu almak için suya gidelim,” diye emir veriyor.

“Işığımız olun lütfen,” diyor kısa boylu genç.

Çildekeş hafif reveransla önümde eğilerek kapıyı gösteriyor. “Seni tünelin ucuna götüreyim,” diye fısıldıyor. “Sen de bizi gideceğimiz yere götür.”

SEÇİLMİŞ OLAN 28

  “Ben buraya girdim daha önce.” Mağaranın içi daha önce 117 numaralı evde, şöminedeki gizli kapıdan Suratsız’la girdiğimiz mağaranın içi ...