10 Ağustos 2025 Pazar

SEÇİLMİŞ OLAN 28

 

“Ben buraya girdim daha önce.”


Mağaranın içi daha önce 117 numaralı evde, şöminedeki gizli kapıdan Suratsız’la girdiğimiz mağaranın içi kadar karanlık. Boşluğa adım atmamaya gayret ederek, içeri giriyorum. Çildekeş hemen arkamda, neredeyse benimle birlikte mağaraya dalıyor. Son muhafızda içeriye adımını atar atmaz, yarık aynı daha önceki mağara gibi aniden kapanıyor ve aydınlıkla aramızda olan son bağı da koparıyor.

Gözün gözü görmediği zifiri karanlığın ortasında altı adam kalakalıyoruz.

“Kertenkeleler,” diye bağırıyorum tecrübemi hatırlayarak.

Nemli duvarlara çarparak yankılanan küçük bir çıtırtı duyuyorum önce. Ardından mağarayı tamamen kaplayan parlak beyaz bir ışık dört bir yanımızı aydınlatıyor.

“Ne dedin?” diye soruyor Çildekeş. Duvarda, az önce girdiğimiz ve açıldığı gibi aniden sır olan yarığın kenarındaki ufak bir düğmeye dokunuyor.

“Bağrıyanan kertenkeleler,” diyorum usulca. “Koparınca kuyrukları ışık çıkarıyor. Önümüzü görebilmek için…” devamını getiremiyorum.

“İyi de gerek yok ki,” diyerek itiraz ediyor Çildekeş. “Herkes bilir ki, ışığın düğmesi kapının hemen yanındadır hep. Sadece onu görebilmek için gözlerin karanlığa alışması gerekir.”

Doğru.

Çildekeş duvardaki kök boyasıyla çizilmiş yedi resmi gösteriyor. Gülümsüyor. Bakışlarını beşinci karede bana çok benzeyen figüre yöneltiyor.

“Sen Seçilmiş olansın, gördün mü?” diyor. Diğer dört muhafız şaşkınlık dolu uğuldamalarıyla duvardaki çizimle benim inanılmaz benzerliğimi karşılaştırıyor.

“Bir dakika,” diye sesleniyorum.

 “Ne oldu?”

“Bu mağaraya daha önce geldim ben,” diyorum. “Bu resimleri gördüm.”

“Resmi gördün yani?” diye konuşuyor Çildekeş. “Seçilmiş olanın sen olduğunu biliyorsun.”

“Hayır,” diyorum. “Ben bu mağaraya yakalanmadan önce Yusuflu’da 117 numaralı evdeki şömineden girmiştim.”

Çildekeş, “İkinci kapı,” diye omuz silkiyor. Ona göre sıradan bir şey açıklamaya çalıştığım. “Ne var bunda?”

“İkinci kapı mı?”

“Evet,” diyor Çildekeş. “Gizlerin açıklandığı mağara özgür su toplayıcılarının kurucu üçlüsünün ilk sığındıkları mağara. Ne yapacaklarına karar veremeden öylece korkuyla bekleşirken kıpırdayıp yollarını Saklıköy’e çıkarmıştı.”

““Mağara mı yaptı bunu yani?” diye soruyorum. Mağaradan aklı varmış gibi konuşuyor. “Buna inanmamı mı bekliyorsun?”

“Neye inanacağına sen karar verirsin,” diyor Çildekeş. “Bu senin insan olma hakkın. Ama bu doğru. Gizlerin açıklandığı mağara yedi kapıya hareket eder ve yedi kapıdan çağırılır.”

“Çağırılır mı?”

“Aslında ikisi hariç,” diye düzeltiyor bir önceki cümlesinde atladığı ayrıntıyı anımsayınca. “Gizler kapısı ve geçmişe açılan kapı hariç, zamanı gelince onlar seni bulurlar. Sen onları çağıramazsın.”

“Geri kalan beş kapıyı çağırırsın,” diyorum sözlerini hatırlatarak. “Öyle mi?”

Başıyla onaylıyor Çildekeş. “Aynen öyle,” diyor. “Saklıköy’de, Yusuflu’da 117 numaralı evde, Kamburçıkaran tepesinde, Delinin mabedinde, Kutsal akışkanın kulübesinde. Üç kere gel deyince diyene gider ve üç kere çıkar deyince istenene çıkarır.” Susuyor, söylemekle söylememek arası karar vermekte zorlandığı son kelimeleri istemeden çıkarıyor dilinin altından. “Birde geçmişe açılan kapı üç kişinin derin isteğiyle çağrılır diyorlar ama. Ciddi konsantrasyon lazım herhalde, şu ana dek deneyen çıkmadı hiç. Düşünsene eski günlerine götüren bir kapı.”

“Ama bizi o tepeye çıkarmıştı,” diyorum. 

Çildekeş daldığı dünyadan çıkıp yanımıza dönüyor tekrar.

“Kamburçıkaran’a, duydum. Yer belirtmezsen mağara senin içindeki böceği okuyamaz,” diye yanıtlıyor. “Gizleri açıklayanın kalbi vardır ama beyni yoktur. Sen ne istediğini bilmiyorsan, kaderini kaderin çizer. Mağarada kaderine saygı gösterir ve sana denk gelen kaderin kapısını açar.”

“Sonra?”

“Sonra mı?” diye soruyor. Eliyle hafifçe alnına vuruyor. “Sonra diye bir şey yok. Seçimlerinden seçen sorumludur, mağara sadece taşıyandır o kadar. Aracıdır ve bilirsin, aracıya zeval olmaz.”

Birden aklımın diplerine sakladığım küçük bir not saklandığı yerden çıkıveriyor..

“Çildekeş, mağaradayken saatlerimiz durmuştu ve çıktığımızda gündüzdü,” diyorum. “Oysa mağaraya girdiğimizde dokuzlara yasak yeni başlamıştı.”

Çildekeş yüzüne yaydığı gülümsemeyi kulaklarına dek uzatıyor, “Gel benimle,” diyerek mağaranın içlerine doğru yürüyor. Takip edip etmemekte kararsız kalıyorum bir ara. Dönüp bana sesleniyor. “Gel,” diyor tekrar. “Gel ve kendin gör.”

Muhafızlar Çildekeş’in bu ani hareketi karşısında büyük bir heyecana kapılıyorlar, neredeyse duvarın dibine yapışmışlar, ürkek gözlerle yanlarından uzaklaşan Çildekeş’i izliyorlar. İçlerinden en uzun boylusu korku emareleri taşıyan ses tonuyla sesleniyor.

“Yüce can zaman ölüme koşuyor, haydi.”

Diğerleri bir iki homurdanıyor. Emir burada da demiri kesiyor ama, demir farklı olarak kesilirken burada ses çıkarıyor.

“Neler oluyor?” diye soruyorum.

Muhafızları bu denli korkutan şey ne ve biz onları ürküten şey neyse, neden ona doğru gidiyoruz?

Çildekeş parmağını dudaklarına götürerek sus yapıyor. “Sadece beni takip et.” Karşımıza çıkan ilk boşluğa girince duruyor. Çildekeş’i kaybetmeyeyim diye hızlanıyorum ki, o durunca hızımı alamayıp sırtına çarpıyorum.

“Neler oluyor?” Muhafızların tavırlarından olsa gerek korkmaya başlıyorum. “Niye durduk Çildekeş?”

Çildekeş, sorumu duymuyor yahut cevap verme gereği hissetmiyor. Sesini çıkarmadan bakışlarını önüne deviriyor. Gözlerini çevirip kenetlediği yere bakınca kulaklarımın arkasından sırtıma doğru boşalan sıcak akıntıya engel olamıyorum, dizlerimin bağı çözülüveriyor. Gözlerimi takıldığı noktadan alamadan olduğum yere çöküveriyorum.

İki tane iskelet duvarın dibinde kıvrılmış yatıyor.

“Gizlerin açıklandığında zaman bizim kitabımıza uymaz,” diye fısıldıyor Çildekeş. “Zaman mağarada her şeyi çürütür.” Çenesini öne çıkararak yerde yan yana yatan iki iskeleti gösteriyor. “Semirmiş’le Kemirmiş aynı batınlardı. Bize katılmak için gelirlerken yorgunluktan mağarada uyuyakaldılar. Geçen haftaydı, uyku gözlerini kapatınca bir daha da açamadılar,” diyor. Ciğerlerindeki bütün havayı boşaltarak başını sallıyor. “Biz de yenilere uyarı olsun diye onları uyudukları gibi bıraktık.”

Çildekeş’in hikayesinde bir gariplik var. Bir ayrıntı gerçek olabilmekten hayli uzak.

“Bir hafta önce mi?” diye soruyorum. Yedi gün. “Bir haftada insanlar iskelete dönüşmezler ki?”

“Haklısın,” diye cevaplıyor Çildekeş. “Normal de dönüşmezler.”

Anormal ne peki?

“Ama Gizlerin açıklandığı mağarada zaman hızlanarak akar,” diye devam ediyor. Sonra ekliyor. “Onlara katılmak istemiyorsak haydi çıkalım.”

Yerde yatan iskeletlere bakıyorum. Onlara katılmayı isteyeceğimi sanmıyorum.

“Çıkalım,” diyorum.

Geri döndüğümüze benden çok muhafızlar seviniyor. Korkularından bembeyaz kesilmiş, gözlerini saatlerinden alamadan sindikleri duvarın dibinde dönmemizi bekliyorlar. Çildekeş mağaraya girmemizden hemen sonra kapanan yarığın karşısına geçiyor.

“Kamburçıkaran’a çıkar bizi,” diye sesleniyor. “Kamburçıkaran’a çıkar bizi. Kamburçıkaran’a çıkar bizi.”

Yer Çildekeş’in sözlerini anlamışta emri yerine getiriyormuş gibi aniden sarsılmaya başlıyor. Ayakta kalmakta zorlanıyorum. Muhafızlardan biri beklemenin korkusundan iyice yorgun düşmüş olacak, sarsıntıya karşı koyamıyor ve dengesini kaybederek yuvarlanıyor. Yanındaki muhafız eğilip arkadaşının koluna giriyor. Beraberce doğrulurlarken kayalık duvar bir öncekinin aynı, boydan ikiye ayrılıyor ve bir kişinin rahatça geçebileceği kadar aralanıp duruyor.

Muhafızlar açık havaya çıkar çıkmaz kendilerini yere atarlarken mağaradan en son Çildekeş çıkıyor

1 Ağustos 2025 Cuma

YAANİ

 Çamaşır makinemiz eskiden çalışırken koridorda volta atardı, yaşlandı tabi artık, kendi başına yürüyemiyor eskisi gibi. Bizde tekerlekli sandalye yaptırdık, çalıştığında koridorda biz gezdiriyoruz.

YAANİ

 Evdeki buzdolabı o kadar eskidi ki ona bile tansiyon ilacı başlamak zorunda kaldık

SEÇİLMİŞ OLAN 27

“seçilmiş olan sensin değil mi,

emin misin.”

 

Vesikalı gerçekten sağ ayakkabısını sana verdi mi?” diye soruyor Çildekeş. Göründüğünden konuşkan ve aslında oldukça neşeli bir adam. Yaklaşık beş dakikadır karanlık dehlizlerin birinden çıkıp birine girerek yol alıyoruz.

“Verdi,” diyorum.

Suratsız’ın çöplükte söylediği tonlamayla, “Şanslı adamsın,” diye mırıldanıyor.

Israrla yüzüne bakmamdan rahatsız oluyor.

“Yanlış anlama,” diyor. “Yusuflu’da onun sağ ayakkabısı için herkes canını bile verir.” Susuyor. “Saklıköy’de de aynı.”

“Suratsız’da aynısını söylemişti,” diye yanıtlıyorum. “Sen evli misin?” Elmacık kemikleri yanaklarından fırlayacakmış gibi duran zayıf , kemikli bir yüzü var. İrili ufaklı bir sürü çil suratının her santimetrekaresine gelişigüzel serpili, neredeyse Kıytırık’ın toplantıda dile getirdiği gibi yüzünde neyin nerede olduğunu saklıyor. Gözlerinin içi gülüyor yine. Cevap alamıyorum. “Kaç yaşındasın?”

“Yirmi sekiz,” diyor. On sekiz falan sanıyorum oysa, belki de yirmi. Küsuru yok ama.

“Ben de yirmi dokuz,” diyorum.

“Evliyim,” diye cevaplıyor.

Yüzüne bakıyorum. Bana dönmeden konuşuyor.

“Evli misin, diye sormuştun ya.”

Otuz yaşıma dek değil evlenmek, elime kız eli değmiyor neredeyse. Yine de evlilik için aceleye gerek yok diyorum. Kendi dünyam da yani. Ömür toplamda otuz yıl olunca burada her şey daha hızlı yaşanmak zorunda kalınıyor olmalı. Çocuğu var mı acaba? Sormakla sormamak arasında gidip geliyorum. Otuz yaşında insanları kanun gereği suya çevrilen bir yerde eğer çocuğu varsa Saklıköy’de mi, Yusuflu’da mı yaşadığına emin olamayıp susuyorum.

“Bir de küçük kızım var,” diye mırıldanıyor. Gözlerinin içindeki gülümseme kayboluyor ve elmacık kemikleri gözlerini kapayacak kadar belirginleşiyor birden. “Ve onun su olmasını istemiyorum.”

Yerinde bir istek diye düşünüyorum. Kim okşamaya kıyamadığı kızının otuz yaşına gelince mutlaka su olacağını bilerek yaşayabilir ki?

Haklıyım.

‘Onun otuz yaşına geldiğinde zorla suya dönüştürüleceğini bilerek yaşayamadığım için kaçtım köyden.’

“İyi yapmışsın,” diyorum.

“Efendim,” diyor başını eğdiği yoldan kaldırıp fısıldayarak.

Az önce kurduğu cümlesini hatırlatarak, “Kızının otuz yaşına geldiğinde zorla su yapılmasını görmemek için köyden kaçtım dedin ya,” diye tekrarlıyorum.

Şaşkın gözlerle süzüyorbeni.

“Demedim,” diyor. Şaşırma sırası bana geliyor. Kulaklarımla duyduğuma yemin edebileceğim sözleri, üstelik ikisi önümüzde, ikisi arkamızda beraber yürüdüğümüz dört muhafızın yanında söylüyor. Ses tonunu düşürerek ekliyor, “Sadece düşündüm.”

“Ne?”

“Sadece düşündüm,” diye yineliyor.

“Düşündün mü. Ben düşünce okuyamam ki?” diyorum. Okuyamam da.

Gözlerinin geriyor Çildekeş. Kafasını önüne eğerek yürümesini sürdürüyor. “Ne biliyorsun?” diye mırıldanıyor. Bana dönerek duruyor. “Ne biliyorsun?” diyor daha güçlü bu kez. Arkadaki iki askerde o durunca yerlerine çakılıyorlar.

Önde giden ikisi durduğumuzu fark etmiyor.

“Sen uçabilir misin?” diye soruyorum.

Omuzlarını silkiyor. “Hayır,” diye yanıtlıyor sorumu. “Uçamam.”

“Ne biliyorsun?” diye soruyorum.

Gülümsemesini gözlerinden alıp dudaklarına kondurarak yürümeye devam ediyor. Bizi takip eden askerlerde aynı anda ilerlemeye başlıyorlar.

Önümüzden gidenler on, on iki adım ilerimizdeler.

“Denedim,” diyor Çildekeş.

Ne demek istediğini çıkaramıyorum. “Anlamadım.” Oysa on sekiz yaşında gösteren yirmi sekiz yaşındaki genç adamdan cevap olarak ‘Çünkü uçamam işte,’ gibi bir şeyler bekliyorum ya da ne bileyim, ‘Kanatlarım yok,’ benzeri şeyler. Mantığıma uygun bir şeyler bekliyorum yani. Denedim duymayı çok tahmin etmediğim bir yanıt.

Ama yok,  burada da kalmıyor. “Sen düşünce okumayı kaç defa denedin?” diye soruyor o.

“Denemek mi?” diyorum. Hayatımda bana yöneltilen en kolay soru belki de bu. Yine de geveliyorum. “Ben. Şey.” Aklıma bile gelmiyor normalde. Cevap veriyorum; Hiç.  “Hiç tabi ki. Aklıma bile gelmedi.”

Kaşlarını bilmiş bilmiş kaldırıp, “Hiç denemediğin bir şeyi yapamayacağını nereden biliyorsun peki?” diye azarlıyor bu kez, istifini bozmadan.

“Saçma ama,” diye mırıldanıyorum. Saçma ama.

“Gerçekten öyle mi?” diyor. “İnsanlar kendilerinde olanların farkına bile varamazlar bazen. Oysa deneseler ne kadar çok güçlerinin olduğunu görüp şaşırırlar. Sadece yapamam derler, beceremem derler. Daha kolaydır çünkü bu.”

“Yapamam ama,” diye onaylıyorum.

Çildekeş ben demedim mi tarzı bakıyor. “Aslında yapmam desen daha doğru olur,” diye düzeltiyor. “Yapamadığın zaman yapamam demek gerekir, yapamadığın denemeden, yapmaya uğraşmak için kılını dahi kıpırdatmadan konuşulacaksa sadece yapmam denilebilir.”

“Ama ben. Nasıl düşünce okuyabilirim ki?” diyorum.

“Bir; Sen Seçilmiş olansın,” diye konuşuyor Çildekeş. Devamı var muhakkak.

“İki,” diyorum.

“İki; İçindeki böcekten haberin yok sanırım,” diyerek gülümsüyor. “Yoksa böyle konuşmazdın.”

“İçimdeki böcek mi, o da ne?” diye soruyorum. “İçimdeki böcekte ne demek oluyor?”

Çildekeş, “Tanrı aşkına şaşırtıyorsun beni,” diye konuşuyor hayretle. “Vücudun haritasını ilkokulda okuturlar.”

Anatomi herhalde.

“Yani?”

“Yani, bilincin altında kalan bilinçaltının ön lobundan bahsediyorum. Çakranın hemen arkasındaki konuşan böcekten. Görüş alanına takılan çakraların arkasındaki böceklerle telepati kuran böcekten. Dudaklarını kullanmana gerek kalmadan iletişim sağlayabilmen için okullarda verilen eğitimle uyandırılırlar hani,” diyor soluksuz sıralayarak.

Yine de es geçtiği bir pürüz var anlattıklarında.

“Ben eğitim almadım ama,” diye söyleniyorum.

Gülümsüyor yeniden.

“Dürzü’nün kütüğünü başına iki kez yemişsin,” diyor. “İnan bana o böceğin uyanması için yeter de artar bile.”

Ensemde neredeyse tamamen unuttuğum eski bir sızı, Çildekeş’in hatırlattığıyla aklımın neresine saklanmışsa çıkıp başımın çevresinde bir tur atıyor.

“Geldik efendim.”

Önümüzde yürüyen iki asker durmuş, önlerine çıkan kayaya sırtlarını vermiş bizi bekliyor.

“Çıkmaz yol mu?” diye söyleniyorum. Yolumuzu tıkayan yığıntı bir kayalık, ucu bucağı gözükmeden önümüzde uzanarak gözden kayboluyor.

Çildekeş kıkırdıyor.

“Gizlerin açıklandığı’na hoş geldin,” diyor. Kayaya yaklaşıyor. Sırtlarını kayaya yaslamış iki asker Çildekeş yanlarına gelince biri sağına öteki soluna doğru kayıp aralanıyor. Aralarından geçen zayıf adam kayanın önünde duruyor.

“Saklıköy’e gel,” diyor ve aynı cümleyi iki kere daha tekrarlıyor.

Aniden yer titremeye başlıyor.

“Deprem,” diye bağırıyorum. “Deprem oluyor.”

“Sakin ol,” diyor Çildekeş. “Deprem falan yok, Gizlerin açıklandığı geliyor. Gürültülü gelmeyi sever o, o kadar.”

“Gizlerin açıklandığı?” Şu mağara. Yusuflu’da normal evcil hayvan çağıran yok galiba. Vesikalı’nın solucanlarından başka, şimdi de Çildekeş’in mağarası.

Cümlemi yeni tamamlıyorum ki Çildekeşin önündeki kaya tam ortasından boydan boya ayrılmaya başlıyor. Yarılan taşların bütünden koparken çıkardığı cayırtıyı ve havaya karışan kükürt kokusunu alabiliyorum.

Çildekeş gözlerini tam karşımızda kendi haykırışlarıyla yırtılıveren koca kayalıktan çevirmeden derin bir nefes çekerek ciğerlerini dolduruyor. “Özgürlüğün kokusunu alıyor musun?” diye soruyor.

Kükürt kokusunu özgürlükle bağdaştırmakta zorlanıyorum ama, bunu kendime saklıyorum.

Sert duvar üzerinde bir insanın rahatlıkla geçebileceği genişlikte yarık oluşunca yer sarsıntısı duruyor. Çildekeş kayalık duvar tamamen hareketsiz kalınca eliyle az önce beliren yarığı işaret ediyor.

“Önden Seçilmiş olan, lütfen.”

Benden bahsediyor.

“Bu mağarayı biliyorum ben,” diye mırıldanıyorum. Fırının yanında karşıma çıkan üzerine kırmızı boyayla çalakalem üç satır yazılmış kayanın aynısı.

“Biliyorum,” diyerek tasdikliyor Çildekeş. “Lütfen Gizlerin açıklandığı’na gir, zamanımız daralıyor.” 

SEÇİLMİŞ OLAN 28

  “Ben buraya girdim daha önce.” Mağaranın içi daha önce 117 numaralı evde, şöminedeki gizli kapıdan Suratsız’la girdiğimiz mağaranın içi ...