5 Temmuz 2025 Cumartesi

SEÇİLMİŞ OLAN 23

 

“uyandı, uyandı. Gözlerini açtı.

seçilmiş olan da tıpkı bizim

gibi bakıyor.”

 

Aysel çalılıkların arasına saklandığı kovuktan başını uzatıyor. Saçları dağılmış, sinemaya giderken özenle yaptığı göz makyajı, ağladığından herhalde yanaklarına doğru akıyor. Korktuğu her halinden belli. Ayağa kalkmaya çekiniyor. Birinin veya birilerinin ya da bir şeyin kendisini bulmasından ödü patlıyor. Beni yanına çağırmak istediğine eminim ama, sesini çıkarmaya ürküyor.  Bulunduğu noktada nasıl duyuracağını bilemeden yerinde sıçrayarak dikkatimi çekmeye uğraşıyor.

Görmezlikten geliyorum.

Eliyle kopardığı küçük bir çalı parçasını fırlatıyor son bir ümitle. Çalı ayaklarımın dibine düşüyor. Üzerine basıp sağımı solumu kontrol ediyor gibi yapıyorum. Hayal kırıklığına uğruyor fakat yine de sağıma soluma bakınmam ümidini ateşliyor. Bu kez arkasına saklandığı çalılıktan görünmek riskini göze alarak daha büyükçe bir parça koparıp var gücüyle fırlatıyor. Çalı parçası havada kendi lisanıyla ıslık çalarak uçuyor bir süre.

Enseme çarpıyor.

Sıcacık bir dalgalanma enseme çarptığı noktadan çoğalarak alnıma dek uzanıyor. Dönüyorum. Dönmek zorunda kalıyorum doğrusu. Süreçteki bir sonraki adımın, tepemin ortasına çalılığın kendisi olmasından çekiniyorum.

Aysel eliyle gel işareti yapıyor. Ona doğru bir adım atıyorum ki, kutsal göğsü kıllı yaşlı adamı ağacın gövdesine tutunmuş beni izlerken fark ediyorum. Dikkatli bakınca yaşlı adamın ağaca tutunmadığını, göğsünün yarısına dek ağacın gövdesine gömülü olduğunu ayırt ediyorum. Hiç konuşmuyor, sadece eliyle, Aysel’in bulunduğu tarafın tam karşısında kalan çalıların arasını gösteriyor. Bakıyorum. Çok tanıdığım fakat, şu an aklıma gelmeyen o şeyi görüyorum. Almak için uzandığımı hatırlıyorum. Hamlemle birlikte bastığım zemin aniden çökmeye başlıyor ve ben yerde açılan kocaman bir çukurun içinde, dengemi kaybederek aşağı doğru yuvarlanıyorum.

Koyu bir karanlık, dişleri dökülmüş nemli ağzıyla vücudumu sarmalayarak yutuyor.

Sadece bağırdığımı aklımdan geçiriyorum.

Fakat beceremiyorum.

Gözlerimi açtığımda o tanıdık sızı ensemde saklandığı noktadan çıkarak bütün gücüyle sırtıma doğru koşturuyor. Oldukça aydınlık bir yerdeyim ve gözlerim tam karşımda alev almış yanan ışıklar yüzünden kamaşıyor.

“Evet, o da tıpkı bizim gibi insan.”

Ses tam arkamdan geliyor. Dönmeye çalışıyorum ancak, her hareket teşebbüsümle eklemlerimi kavuran ağrılar beni engelliyor.

“Acaba o da nefes alıyor mudur?” diye mırıldanıyor bir kız sesi.

“Tabi ki alıyordur, insan nefes almadan yaşayabilir mi?” diye cevaplıyor ilk duyduğum sesin sahibi.

Şaşırıyor diğeri. Duyduğu duymak istediğinden farklı anlaşılan.

“Ama o seçilmiş olan değil mi?” diyor merakla.

“Evet, seçilmiş olan değil mi?”

Konuşmaya katılan ikisinden daha tiz başka bir kız sesi bu defa.

“Evet seçilmiş olan o, kendisi söyledi,” diye söyleniyor kendinden emin kalın bir ses. Ses tanıdık bu defa. Nereden tanıdığımı çıkarmıyorum. “Söyledi değil mi Malak, söyledi. Seçilmiş olan o.”

Tabi ya Dürzü’ydü konuşan. Aynı gece kafama iki kere vuran iri yarı, bıyıklı ve gözlüklü adam.

“Evet, söyledi,” diyerek Dürzü’yü doğruluyor Malak. “Söylemeseydi de zaten o,” diyorsonra. “Baksanıza şunun karizmasına.”

Benden bahsettiklerine emin olamıyorum bir an. Başka bir seçilmiş olan daha mı var diye etrafıma bakmak için kalkmaya çabalıyorum. İnce bir sızı kalınlaşarak sağ kürek kemiğime doğru sürünüyor ve ortasına saplanıyor. Ensemde yanan iki şişlik benden bahsettiklerine dair beni ikna ediyor.

Karizma ha.

“Çok ta yakışıklı,” diye konuşuyor bir kız.

Kendimi hiçbir zaman gerçek anlamda yakışıklı bulmuyorum oysa. Aşağı sarkan yanaklarımın ortasında, özellikle güldüğüm zaman incecik olan, neredeyse gözükmeyen üst dudağımı düşününce ve suratımın tam ortasında patlıcan gibi kocaman burnu göz önüne alınca çok gerçekçi değil söylenenler. Yine de hoşuma gitmiyor değil. Konumu insana olmayan özellikler yükleyebiliyor bazen. Nedense statüsü çirkini yakışıklı, kısayı da uzun yapabiliyor. Ye kürküm ye meselesi. Söyleyeni görebilmek için başımı çevirmeyi düşünüyorum. Başımın arkasında zonklayan iki nokta bu hevesimden vazgeçiriyor hemen.

“Tabi yakışıklı olacak,” diye fikrini belirtiyor başka bir kız. “Seçilmiş olan o.” Ses tonu kulaklardan silinmeyen cinsten. Cümlesindeki her harf çarptığı kulak memelerimi ıslak dil darbelerine maruz bırakarak yalıyor sanki. “Hem bütün seçilmiş olanlar böyle yakışıklı olurlar zaten. Bu onların fıtratında var.”

Kaç tane seçilmiş olan tanıyor ki?

“Kadınlarda mı?”

“Kadınlar seçilmez,” diyerek kestirip atıyor sesi kulaklarıma kazınan. S’leri ıslık çalarak söylüyor. Ön dişler arasında boşluk yoksa bu tıslama çıkmaz pek. Tahrik olma sıralamamda ilk ona dahil bir ayrıntı. Yüzünü görebilmeyi çok istiyorum, ama sonra. Şimdi bulaşmak istemediğim ağrı çeşitleri şakalarımla kürek kemiklerimin arasında kalan bölümü oyun alanı olarak seçiyor ve oyunlarının durmadan bölünmesine kızıyorlar.

“Susun be,” diye kalın bir erkek sesi sohbetin arasına giriveriyor aniden. “Müsabakayı seyrediyoruz burada.”

“Kendisi Seçilmiş olan değil ya, kıskanıyor,” diye fısıldıyor kızlardan biri. Öteki cevap vermiyor ama eminim başını sallayarak arkadaşını onaylıyor. “Çirkin şey.”

Oturduğum, daha doğrusu oturtulduğum koltuk benzeri garip oturaktan yavaşça doğrularak sırtımı yaslıyorum. Sırtıma dağılan ağrılar azalır gibi oluyor.

“Hi, kalkıyor galiba,” diye inliyor kızlardan biri. Diğerleri ne seyrediyor bilemiyorum ama en azından iki kızın beni izledikleri kesin.

“Şşt, sessiz olun,” diyor sertçe aynı kalın sesli adam.

Büyük ihtimal genç kız yanındaki kıza adamı işaret ederek eliyle kıskanıyor hareketi yapıyor.

Her an saçlarımın altına saklanmış ağrının çıkmasını bekleyerek gözlerimi yavaşça aralıyorum. 

Boks ringlerine benzer, kare ve etrafı üç sıra halatla çevrili bir alanın tam karşısında oturuyorum. Üzerlerinde sadece yeşil ve mavi şort bulunan ve yine kollarına bağladıkları şortlarıyla aynı renk bandajı olan iki erkek, hiçbir uzvunu esirgemeden dövüşüyorlar. Birden daha genç olanı rakibinin dengesini kaybetmesini fırsat bilerek bütün gücüyle yumruğunu sallıyor. Kırk yaşlarında tahmin ettiğim diğeri üzerine gelen yumruğu bekliyormuş gibi eğilerek kolaylıkla savuşturuyor. Attığı yumruğun hızıyla tökezleyen genç adam dengesini kaybediyor bu kez. Sağladığında ise suratının ortasına yediği yumrukla ayakları yerden kesiliyor ve arkasında kalan halatlara dek uçuyor.

Hakem olduğunu sandığım ama, geldiğim dünyada daha çok palyaço denebilecek kıyafetlere bürünmüş ringdeki üçüncü adam, halatların dibine yığılan gencin yanına koşup başucunda eğiliyor.

Suratının ortasına yumruğu yiyip havalanan genç adam, düştüğü yerde sendeleyerek kalkmaya çalışıyor, başaramayınca sırtını halatlara dayayıp oturuyor. Göğsünün derin inip çıkışlarından yediği darbenin şokunu henüz atlatamadığı anlaşılıyor.

Palyaço kılıklı hakem, ringin ortasına boş boş bakan gencin yanaklarına iki küçük tokat atıyor. Genç adam tepki vermiyor. Aniden gözlerimi açtığımdan beri arı yuvasını andırır uğuldama şak diye kesiliyor. Kimse nefes almıyor sanki.

“İki kere yedi kaç?” diye soruyor hakem.

Genç adam cevap vermiyor. Ya da veremiyor, bilemiyorum.

“İki kere yedi kaç?” diye yineliyor hakem.

Yine cevap yok.

“On beş mi?” diye soruyor bu kez. On dört diye içimden geçiriyorum. İki kereyle başlayan hiçbir çarpım işleminin sonucu beşli olamaz. Yine de emin olamıyorum. Ya onların on beşi bizim on dördümüzse, ya da ikileri normalde iki değilse. Matematik evrensel bir dildir diyor lisedeki matematik öğretmenimiz. Uzayda hayat varsa eğer anlaşabileceğimiz dil matematiktir diye ekliyor. Neredeyse her ders tekrarlıyor bunu. Ya kendini önemli hissetme gereği duyuyor veya mesleğini övüyor durmadan. Boş veriyorum. Ringin ortasına boş gözlerle bakan adamın cevabını bekliyorum. Bu daha kolay.

“Evet,” diye yanıtlıyor nerede olduğunun farkında olmayan. Soruyu soran palyaçoya bakıyor ama palyaçonun arkasında bir şeyler görüyormuş gibi. Fısıldayarak yineliyor, “Evet.” Cevabından emin. Ben duyduğumdan emin olamıyorum gerçi, dudaklarını da okumuş olabilirim.

“Tekrarla,” diye emrediyor palyaço kılıklı hakem.

“Evet,” diyor sırtı halatlara yapışan genç adam bir öncekinden daha cılız.

Tamamen susan kalabalık birdenbire neredeyse kulaklarımı patlatacak bir coşkuyla çığlıklar atmaya başlıyor. Herkes ayağa fırlayıp olduğu yerde tepiniyor. Birbirinin ellerini sıkarak kutluyorlar, karşılaşma hakkındaki yorumlarını yanlarındaki maç boyunca orada yokmuş gibi biraz da abartarak anlatıyorlar.

Müsabaka bitiyor anlaşılan.

Ringin kenarında halatlara yaslanmış oturan genç adam, nakavt oluyor.

Müsabakanın bitmesiyle ringin ortasında, yerdeki rakibinin yanıtını bekleyen diğeri köşesine gidip oturuyor. Seyircilerin sevinç nidalarına karşın aldığı galibiyetten çok mutlu olmuş görünmüyor nedense. Kazandığını gözlerimle görmesem üzüntüsünden ağlayacak derim.

Diğerinin koluna giren iki kişi henüz kendine gelememiş adamı sürükleyerek ringden indiriyorlar.

 

“hey, bak sen uyandın mı?”

 

Yer yer kırlaşmış sakalları yüzünün çoğunu kaplamış. Otuz, otuz beş yaşlarında, çok güldüğünden herhalde, göz kenarları kırışıklıklardan geçilmeyen üç dişi eksik adam, başındaki külah benzeri başlığını çıkararak yüzüme eğiliyor.

“Bu da senin gerçekten seçilmiş olan olduğunun bir başka ispatı,” diyor. “Kimse Dürzü’nün sopasını yedikten sonra bu kadar çabuk toparlanamaz. Hele kiaynı günde iki defa. Olacak iş değil.”

“Evet,” diye bağırıyor Dürzü. Kendini göremiyorum. “Seçilmiş olan o, bütün gücümle vurdum başına. Çabuk toparlandı, o seçilmiş olan. Biz getirdik onu, Malak’la ben.”

Anlaşılan ikisi açısından büyük bir başarı benim oraya getirilmem. Ayrıca başıma bütün gücüyle vurduğu da, kafamı her çevirmeye yeltenişimde alnıma saplanan ağrıya bakılırsa doğru.

“Görevimizi yaptık biz,” diyerek alçak gönüllülük gösteriyor Malak.

“Ama biz getirdik,” diye üsteliyor Dürzü. “Hem de bütün gücümle vurdum başına.”

Külah benzeri başlığını avuçlarında tutan, tekrar başlığını kafasına geçirip bana doğru eğiliyor tekrar. Yüzü yüzüme o denli yakın ki, konuşurken eksik olan dişlerinin boşluğundan sıçrayan tükürükler yanaklarıma yapışıyor.

“Az bekle seçilmiş olan,” diyor. “Ödül töreni de bitsin, beraber karargaha geçeriz.”

“Karargah.”

Dudaklarımdan sadece bu kadarını çıkarabiliyorum.

“Az bekle,” diye yineliyor. Şu an önemli olan seyrettiği. Koltuğuna oturuyor ardından. Onunla birlikte bütün ayağa kalkmış olanlarda yerlerine geçiyor.

“Çok yakışıklı kız,” diye sesleniyor başta duyduğum kızlardan biri.

“Önce ben gördüm,” diyor öteki. Kulaklarıma yapışan ses tonuyla; “Enişten sayılır,” diye eklemeyi de ihmal etmiyor. Demek ki enişte burada da enişte.

Kendimi topladığımda, bir punduna getirip mutlaka onunla tanışmaya karar veriyorum. Ses tonu böyle akılda yer eden biri kim bilir ne kadar güzeldir. Üstelik hafif peltek konuştuğuna göre üst dudağı öne çıkık olmalı ve kesinlikle –ya da umarım- kalınca.

 

“susun, sırça kalbi verecekler şimdi. susun.”

 

Sakalları yer yer aklanmış adam benimle konuşurken ring saniyeler içinde temizleniyor. Kare sahanın tam ortasına göz açıp kapayıncaya kadar kırmızı kadifeyle kaplanmış tek basamaklı, alçak bir platform kuruluyor. Madalya töreni yapılacak anlaşılan.

Beline dek uzayan kızıl saçlarını omuzlarından aşağı bırakan güzel endamlı, düzeltiyorum çok güzel endamlı bir kız, vücudunun her çıkıntısına birebir yapışan açık mavi üzerine dikine lacivert çizgili tek parça dar bir elbiseyle platformun önünde, palyaço kılıklı hakemin yanında duruyor. Elinde camdan yapıldığı muhtemel geniş bir tepside, yine camdan yapıldığı bu kez garanti kalp şeklinde yontulmuş bir kupa taşıyor.

Kalabalık nefesini tutmuş sadece izliyor. Etrafımı çevreleyen o kadar insana rağmen koca salonda en ufak bir çıtırtı bile çıkmıyor. Ringde neler olduğunu görebilmek için doğrulmaya çabaladığımda önümde dikilen on beş yaşlarında, yüzü çillerden geçilmeyen bir çocuk bana dönüp iyice kıstığı sesiyle yarım yamalak, “Birazdan şampiyon ödülünü almaya gelecek,” diyor.

“Şampiyon mu?”

Çilli çocuk sorumu yanıtlamak gereği bile duymadan önüne dönüyor.

Sessizlik saatler gibi süren uzun birkaç saniye daha devam ediyor. İnsanlar dillerini yutmuş gibi ve aynı insanlar sanki alsalar ses çıkar diye endişeli, nefes almaya bile çekiniyorlar. Birden suskunluğun ataletine iyiden iyiye alıştığımda ringin sağ tarafında kalan kalabalıktan yükselen uğultularla yüreğim ağzıma geliyor. Oturduğum koltukta zor bela doğrularak uğultunun geldiği yöne bakıyorum.

Toplanan insanlar iki yana kayarak rahatlıkla bir kişinin geçebileceği bir koridor açıyorlar.

Aynı anda çevremdeki insanların kulakları sağır eden haykırışlarıyla oturduğum yerden sıçrıyorum.  

Ringe açılan dar koridorun başında önce bir gölge beliriyor, arkasından ringe doğru yalpalayarak ilerleyen adamın yüzü salon ışıkları altında aydınlanıyor.

Ama bu saçmalik!

Gözlerimin önünde ringe çıkan adam, az önce yediği sert yumrukla halatlara yapışıp dakikalarca kendine gelemeyen adamın ta kendisi. Ama niye? Neden kazanan değil de kaybeden ödül almaya geliyor.

Şaşkınlığımı üzerimden atmam çok uzun sürmüyor.

Tabi ya, ikincilik ödülü önce. Kural basit; assolistler en son çıkar.

Şampiyon daha sonra gelecek.

Doğrusu da bu.

Genç adam yüzündeki morluklara rağmen suratına yapıştırdığı morluklardan daha kocaman bir gülümsemeyle platforma çıkıyor.

Palyaço kılıklı hakem eliyle oturdukları sandalyelerden kalkmış, yerlerinde zıplayarak bağıran elleriyle kalabalığa sus yapıyor.

Kalabalık sanki bu hareketi bekliyormuş gibi bağırmaya başladıklarının aynı aniden sessizliğe gömülüyor.

Hakem beline dek uzayan kızıl saçlarını başını anlamsız hareketlerle sallayarak dalgalandıran güzel kızdan aldığı, camdan kalbi havaya kaldırıyor.

“Bu gün, burada, sırça kalbi alarak cesaret adına ilk adımı atan bu genci saygıyla kutluyoruz,” diyor.

Sırça kalp önümde dikilen çilli çocuğun dediğine göre büyük ödül.

Altın madalya yani.

E bu ne demek oluyor şimdi?

“Bu ne demek oluyor?”

Sesli düşünmüş olmalıyım ki, başında külahı olan kırlaşmış sakallı adam, oturduğu yerden beni görebilmek için eğiliyor. Güldüğünde eksik olan üç dişin boşluğundan kıpırdayan dilini fark edebiliyorum.

“Kutlu cesaret sınavını aştı, o artık bir erkek,” diyor.

“Kim?”

Kim artık bir erkek? Eliyle az önce ringin ortasına yapışan genç adamı gösteriyor.

“O,” diye yanıtlıyor. Heyecanlı olduğu sesinden belli. Mutlu da. Bu da gözlerinden anlaşılıyor. “Ödülü almayı hak etti. Sırça kalp ona bağışlandı.”

“Nasıl yani,” diye söyleniyorum. “Yenildiği halde ödülü o mu alacak?”

Neden şaşırdığımı anlamıyor. Ona göre her şey çok basit; Ringin ortasında dayak yiyen ödül kazanıyor. Hayret dolu gözlerini gözlerimin içine dikiyor.

“Sen yabancısın galiba,” diye konuşuyor.

“Ve siz yabancıları sevmiyorsunuz,” diye söyleniyorum.

“Yo, biz severiz,” diyor bu kez. “Hem neden sevmeyelim ki?”

Cevap veremiyorum. Neden sevmesinler ki?

“Neyse,” diyerek kesiyor uzayan sessizliğimi. “Şimdi töreni izleyelim, sonra nasılsa karargahta konuşuruz her şeyi?”

“Peki niye?” diye soruyorum.

Önüne dönmüş, kaldığı yerden ringdeki hareketliliği izlemeye hazırlanmışken bezgin bir surat ifadesiyle dönüyortekrar.

“Ne niye?”

Parmağımla ringde uzatılan ödülü almak üzere olan genç adamı işaret ediyorum. “Neden ödülü kaybedene veriyorsunuz ki, normalde ödül kazananın değil midir?”

Duruyor. Aldığı camdan kalbi havaya kaldırarak seyredenleri selamlayan adamı alkışlıyor. Bana dönüyor yine.

“Sence kazanan yenerek ödülünü almıyor mu zaten?” diye soruyor.

“Peki niye kazanıyor?” diyorum. Öyle ya, insan bir müsabakaya kazanmak için sahaya çıkar çıkmasına ama, müsabakayı kazanmasının nedeni de alacağı ödüldür.

“Niye bu kadar şaşırdın anlayamadım,” diye konuşuyor. “Yenilmek yenmeyi öğrenmenin en kısa ve en güzel yoludur aslında. Biz bu gerçeği fark ettiğimizde ödüllendirme protokolümüzü değiştirdik.” Başıyla elindeki sırça kalbi havaya sallayan genç adamı gösteriyor yine. “O artık eğitimini tamamlamış birisi, bu ödülü okulu bitirdikten sonra kazanılan diploma sayabilirsin.”

“Diğeri?”

Ne demek istediğimi anladığından emin değilim.

“Diğeri derken?”

“Diğeri kendini kötü hissetmiyor mu peki? Hem kazanıp hem de dışlanmak bir insanı üzer, değil mi?”

“Niye, o zaten uzmandı,” diyor. Bunu o kadar doğal söylüyor ki, bir an için yanlışlıkla kaybetse linç edileceğini düşünüyorum. “Yok öyle bir şey,” diye söyleniyor. “Öğrendiğin şeyden ders almıyorsan bu kendi seçimin olur, topluluk seni olman gereken yere koyar o ayrı tabi. Doğrusu da bu ama.”

“Sen de mi akıl okuyabiliyorsun?” diyorum. Ağzımı açmadığım halde, beni cevapladığına göre.

“Hayır, sen sordun ben cevap verdim,” diyor. “Yanlışım varsa düzelt. Hata yapmak aslında insanlar için çok büyük bir fırsattır. Eğer bu fırsatın kıymetini bilirse, aynı hatayı ikinci kez yapmaz artık ve haricindeki hareketlerinde de daha dikkatli olur. Mesela şu genç adam bir daha asla yüzünü açıkta bırakacak şekilde korunmasız hareket etmeyecektir. Hayatı boyunca girişeceği işlerde de böyle. Başarı dediğimiz budur ve devamlılığı oldukça anlam taşır.”

“Ya birisi bilerek yenilirse?” diye soruyorum.

“Bu imkansız,” diyor.

“Nasıl yani?”

“Nasılı falan yok. Bir kere o çok büyük bir ayıptır.”

“Ayıp mı? O kadar mı yani. Ayıp.”

“Yetmez mi,” diyor. “Öğrendiğin bir şeyi unutmak, yahut ders aldığın bir hatayı tekrarlamak toplulukta sen yüceltmez, aksine dışlanırsın ve sonsuza dek yalnız kalırsın. Buna ne diye katlanacaksın peki, sırça bir kalp için mi?” Sessiz kaldığımı görünce iyice eğiliyor. Nefesi kurutulmuş balık kokuyor. “Sence?”

Bence de haklı.

Seremoni bitiyor anlaşılan. Kalabalık yavaş yavaş dağılmaya başlıyor. Ringi kızıl saçlarını savurabilmek için abartılı kırıtışlarla yürüyerek terk eden kızı inene dek takip ediyorum. Elinde tuttuğu muhtemel camdan tepsiyi elinde, ringe çıkışının aksine sıradan bir tepsi gibi sallıyor.

Başı külahlı adam, “Çocuklar kadar olamıyoruz biliyor musun?” diye soruyor. “Amaç sadece mutlu olmaktır oyunlarda. Eğlenmek için oynarlar. Gülerler. Büyüdükçe oyunlar kazanmak zorunda kaldığın yarışlar haline gelir.. Hileler başlar yenmek içinEğlence yerini hırsa bırakır. Oysa oyun aynı oyundur. Biz bunun önüne geçtik işte bu şekilde, doğrusu da bu bence.” Ağzını kocaman açıp esniyor, seyrettiği oyun tatlı bir rehaveti vücuduna hediye ediyor. “Haydi şimdi, karargaha gidelim,” diyor. Ayağa kalkıp doğrulmama yardım amacıyla sağ elini uzatıyor. Uzatılan eli tutuyorum. Başımın arkasında saklanarak kendini unutturan ağrı, fırsatını bulunca ensemden sırtıma doğru yayılıyor tekrar. “Bu arada  adım; Şerefsiz.”

Başımın arkasındaki ağrı yerini karıncalanmaya bırakıyor.

“Ben de Orçun,” diyorum.

 “Garip bir isim. Yani, seçilmiş olan,” diye tamamlıyor.

“Ben seçilmiş olan olamam,” diyorum.

“Mağara öyle demiyor ama,” diye karşılık veriyor. Kendinden o kadar emin ki, onu sınadığımı falan düşünüyor herhalde. “Haydi ayak üstü konuşulacak konu değil bunlar, daha yapmamız gereken planlar var.”

“Planlar mı?”

Konuşmuyor daha. Elimi çekerek ayağa kalkmama yardımcı oluyor.

“Beni takip et.”.

Aynı anda Dürzü ile Malak’ta bizimle birlikte ayaklanıyor ve beni dürtükleyerek Şerefsiz’in ardından hareketlenmek zorunda bırakıyorlar. Ringi çevreleyen toplulukta kalanlar, bizim tersimize ringin etrafında iyice yaklaşmış, elindeki cam kalbi havaya sallamaya devam eden genç adamı çılgınca alkışlamayı sürdürüyor.

“Sabaha kadar sürer artık,” diyor Dürzü. Nereye gidiyorsak gitmeyi pek istiyor gibi değil. Ciddi şeyler konuşmaktansa kutlamalara katılmak daha eğlenceli görünüyor.

“Biz de döneriz, merak etme,” diye avutuyor Malak. Dürzü’nün yüzünde geniş bir gülümseme oluşuyor aniden. Mutluluk içinde gözlüğünü çıkarıp camlarını hiçte temiz olmayan gömleğinde silip tekrar burnuna yerleştiriyor.

“Sabaha kadar eğleniriz di mi?”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ŞEY

  Çook yıllar önce. Babam o zamanlar boyacılık yapıyor. Bir gün sabahın beşinde, -niyeyse kargalar uyanmadan yola çıkıyorduk hep- evden çıkt...