“uyandı, uyandı. Gözlerini açtı.
seçilmiş olan da tıpkı bizim
gibi bakıyor.”
Aysel
çalılıkların arasına saklandığı kovuktan başını uzatıyor. Saçları dağılmış,
sinemaya giderken özenle yaptığı göz makyajı, ağladığından herhalde yanaklarına
doğru akıyor. Korktuğu her halinden belli. Ayağa kalkmaya çekiniyor. Birinin
veya birilerinin ya da bir şeyin kendisini bulmasından ödü patlıyor. Beni
yanına çağırmak istediğine eminim ama, sesini çıkarmaya ürküyor. Bulunduğu noktada nasıl duyuracağını
bilemeden yerinde sıçrayarak dikkatimi çekmeye uğraşıyor.
Görmezlikten
geliyorum.
Eliyle
kopardığı küçük bir çalı parçasını fırlatıyor son bir ümitle. Çalı ayaklarımın
dibine düşüyor. Üzerine basıp sağımı solumu kontrol ediyor gibi yapıyorum.
Hayal kırıklığına uğruyor fakat yine de sağıma soluma bakınmam ümidini
ateşliyor. Bu kez arkasına saklandığı çalılıktan görünmek riskini göze alarak
daha büyükçe bir parça koparıp var gücüyle fırlatıyor. Çalı parçası havada
kendi lisanıyla ıslık çalarak uçuyor bir süre.
Enseme
çarpıyor.
Sıcacık
bir dalgalanma enseme çarptığı noktadan çoğalarak alnıma dek uzanıyor.
Dönüyorum. Dönmek zorunda kalıyorum doğrusu. Süreçteki bir sonraki adımın,
tepemin ortasına çalılığın kendisi olmasından çekiniyorum.
Aysel
eliyle gel işareti yapıyor. Ona doğru bir adım atıyorum ki, kutsal göğsü kıllı
yaşlı adamı ağacın gövdesine tutunmuş beni izlerken fark ediyorum. Dikkatli
bakınca yaşlı adamın ağaca tutunmadığını, göğsünün yarısına dek ağacın
gövdesine gömülü olduğunu ayırt ediyorum. Hiç konuşmuyor, sadece eliyle,
Aysel’in bulunduğu tarafın tam karşısında kalan çalıların arasını gösteriyor.
Bakıyorum. Çok tanıdığım fakat, şu an aklıma gelmeyen o şeyi görüyorum. Almak
için uzandığımı hatırlıyorum. Hamlemle birlikte bastığım zemin aniden çökmeye
başlıyor ve ben yerde açılan kocaman bir çukurun içinde, dengemi kaybederek
aşağı doğru yuvarlanıyorum.
Koyu
bir karanlık, dişleri dökülmüş nemli ağzıyla vücudumu sarmalayarak yutuyor.
Sadece
bağırdığımı aklımdan geçiriyorum.
Fakat
beceremiyorum.
Gözlerimi
açtığımda o tanıdık sızı ensemde saklandığı noktadan çıkarak bütün gücüyle
sırtıma doğru koşturuyor. Oldukça aydınlık bir yerdeyim ve gözlerim tam
karşımda alev almış yanan ışıklar yüzünden kamaşıyor.
“Evet,
o da tıpkı bizim gibi insan.”
Ses
tam arkamdan geliyor. Dönmeye çalışıyorum ancak, her hareket teşebbüsümle
eklemlerimi kavuran ağrılar beni engelliyor.
“Acaba
o da nefes alıyor mudur?” diye mırıldanıyor bir kız sesi.
“Tabi
ki alıyordur, insan nefes almadan yaşayabilir mi?” diye cevaplıyor ilk duyduğum
sesin sahibi.
Şaşırıyor
diğeri. Duyduğu duymak istediğinden farklı anlaşılan.
“Ama
o seçilmiş olan değil mi?” diyor merakla.
“Evet,
seçilmiş olan değil mi?”
Konuşmaya
katılan ikisinden daha tiz başka bir kız sesi bu defa.
“Evet
seçilmiş olan o, kendisi söyledi,” diye söyleniyor kendinden emin kalın bir
ses. Ses tanıdık bu defa. Nereden tanıdığımı çıkarmıyorum. “Söyledi değil mi
Malak, söyledi. Seçilmiş olan o.”
Tabi
ya Dürzü’ydü konuşan. Aynı gece kafama iki kere vuran iri yarı, bıyıklı ve
gözlüklü adam.
“Evet,
söyledi,” diyerek Dürzü’yü doğruluyor Malak. “Söylemeseydi de zaten o,” diyorsonra.
“Baksanıza şunun karizmasına.”
Benden
bahsettiklerine emin olamıyorum bir an. Başka bir seçilmiş olan daha mı var
diye etrafıma bakmak için kalkmaya çabalıyorum. İnce bir sızı kalınlaşarak sağ
kürek kemiğime doğru sürünüyor ve ortasına saplanıyor. Ensemde yanan iki şişlik
benden bahsettiklerine dair beni ikna ediyor.
Karizma
ha.
“Çok
ta yakışıklı,” diye konuşuyor bir kız.
Kendimi
hiçbir zaman gerçek anlamda yakışıklı bulmuyorum oysa. Aşağı sarkan
yanaklarımın ortasında, özellikle güldüğüm zaman incecik olan, neredeyse
gözükmeyen üst dudağımı düşününce ve suratımın tam ortasında patlıcan gibi
kocaman burnu göz önüne alınca çok gerçekçi değil söylenenler. Yine de hoşuma
gitmiyor değil. Konumu insana olmayan özellikler yükleyebiliyor bazen. Nedense
statüsü çirkini yakışıklı, kısayı da uzun yapabiliyor. Ye kürküm ye meselesi.
Söyleyeni görebilmek için başımı çevirmeyi düşünüyorum. Başımın arkasında
zonklayan iki nokta bu hevesimden vazgeçiriyor hemen.
“Tabi
yakışıklı olacak,” diye fikrini belirtiyor başka bir kız. “Seçilmiş olan o.”
Ses tonu kulaklardan silinmeyen cinsten. Cümlesindeki her harf çarptığı kulak
memelerimi ıslak dil darbelerine maruz bırakarak yalıyor sanki. “Hem bütün
seçilmiş olanlar böyle yakışıklı olurlar zaten. Bu onların fıtratında var.”
Kaç
tane seçilmiş olan tanıyor ki?
“Kadınlarda
mı?”
“Kadınlar
seçilmez,” diyerek kestirip atıyor sesi kulaklarıma kazınan. S’leri ıslık
çalarak söylüyor. Ön dişler arasında boşluk yoksa bu tıslama çıkmaz pek. Tahrik
olma sıralamamda ilk ona dahil bir ayrıntı. Yüzünü görebilmeyi çok istiyorum,
ama sonra. Şimdi bulaşmak istemediğim ağrı çeşitleri şakalarımla kürek
kemiklerimin arasında kalan bölümü oyun alanı olarak seçiyor ve oyunlarının
durmadan bölünmesine kızıyorlar.
“Susun
be,” diye kalın bir erkek sesi sohbetin arasına giriveriyor aniden. “Müsabakayı
seyrediyoruz burada.”
“Kendisi
Seçilmiş olan değil ya, kıskanıyor,” diye fısıldıyor kızlardan biri. Öteki
cevap vermiyor ama eminim başını sallayarak arkadaşını onaylıyor. “Çirkin şey.”
Oturduğum,
daha doğrusu oturtulduğum koltuk benzeri garip oturaktan yavaşça doğrularak
sırtımı yaslıyorum. Sırtıma dağılan ağrılar azalır gibi oluyor.
“Hi,
kalkıyor galiba,” diye inliyor kızlardan biri. Diğerleri ne seyrediyor
bilemiyorum ama en azından iki kızın beni izledikleri kesin.
“Şşt,
sessiz olun,” diyor sertçe aynı kalın sesli adam.
Büyük
ihtimal genç kız yanındaki kıza adamı işaret ederek eliyle kıskanıyor hareketi
yapıyor.
Her
an saçlarımın altına saklanmış ağrının çıkmasını bekleyerek gözlerimi yavaşça
aralıyorum.
Boks
ringlerine benzer, kare ve etrafı üç sıra halatla çevrili bir alanın tam
karşısında oturuyorum. Üzerlerinde sadece yeşil ve mavi şort bulunan ve yine
kollarına bağladıkları şortlarıyla aynı renk bandajı olan iki erkek, hiçbir
uzvunu esirgemeden dövüşüyorlar. Birden daha genç olanı rakibinin dengesini
kaybetmesini fırsat bilerek bütün gücüyle yumruğunu sallıyor. Kırk yaşlarında
tahmin ettiğim diğeri üzerine gelen yumruğu bekliyormuş gibi eğilerek
kolaylıkla savuşturuyor. Attığı yumruğun hızıyla tökezleyen genç adam dengesini
kaybediyor bu kez. Sağladığında ise suratının ortasına yediği yumrukla ayakları
yerden kesiliyor ve arkasında kalan halatlara dek uçuyor.
Hakem
olduğunu sandığım ama, geldiğim dünyada daha çok palyaço denebilecek
kıyafetlere bürünmüş ringdeki üçüncü adam, halatların dibine yığılan gencin
yanına koşup başucunda eğiliyor.
Suratının
ortasına yumruğu yiyip havalanan genç adam, düştüğü yerde sendeleyerek kalkmaya
çalışıyor, başaramayınca sırtını halatlara dayayıp oturuyor. Göğsünün derin
inip çıkışlarından yediği darbenin şokunu henüz atlatamadığı anlaşılıyor.
Palyaço
kılıklı hakem, ringin ortasına boş boş bakan gencin yanaklarına iki küçük tokat
atıyor. Genç adam tepki vermiyor. Aniden gözlerimi açtığımdan beri arı yuvasını
andırır uğuldama şak diye kesiliyor. Kimse nefes almıyor sanki.
“İki
kere yedi kaç?” diye soruyor hakem.
Genç
adam cevap vermiyor. Ya da veremiyor, bilemiyorum.
“İki
kere yedi kaç?” diye yineliyor hakem.
Yine
cevap yok.
“On
beş mi?” diye soruyor bu kez. On dört diye içimden geçiriyorum. İki kereyle
başlayan hiçbir çarpım işleminin sonucu beşli olamaz. Yine de emin olamıyorum.
Ya onların on beşi bizim on dördümüzse, ya da ikileri normalde iki değilse.
Matematik evrensel bir dildir diyor lisedeki matematik öğretmenimiz. Uzayda
hayat varsa eğer anlaşabileceğimiz dil matematiktir diye ekliyor. Neredeyse her
ders tekrarlıyor bunu. Ya kendini önemli hissetme gereği duyuyor veya mesleğini
övüyor durmadan. Boş veriyorum. Ringin ortasına boş gözlerle bakan adamın
cevabını bekliyorum. Bu daha kolay.
“Evet,”
diye yanıtlıyor nerede olduğunun farkında olmayan. Soruyu soran palyaçoya
bakıyor ama palyaçonun arkasında bir şeyler görüyormuş gibi. Fısıldayarak
yineliyor, “Evet.” Cevabından emin. Ben duyduğumdan emin olamıyorum gerçi,
dudaklarını da okumuş olabilirim.
“Tekrarla,”
diye emrediyor palyaço kılıklı hakem.
“Evet,”
diyor sırtı halatlara yapışan genç adam bir öncekinden daha cılız.
Tamamen
susan kalabalık birdenbire neredeyse kulaklarımı patlatacak bir coşkuyla
çığlıklar atmaya başlıyor. Herkes ayağa fırlayıp olduğu yerde tepiniyor.
Birbirinin ellerini sıkarak kutluyorlar, karşılaşma hakkındaki yorumlarını
yanlarındaki maç boyunca orada yokmuş gibi biraz da abartarak anlatıyorlar.
Müsabaka
bitiyor anlaşılan.
Ringin
kenarında halatlara yaslanmış oturan genç adam, nakavt oluyor.
Müsabakanın
bitmesiyle ringin ortasında, yerdeki rakibinin yanıtını bekleyen diğeri
köşesine gidip oturuyor. Seyircilerin sevinç nidalarına karşın aldığı
galibiyetten çok mutlu olmuş görünmüyor nedense. Kazandığını gözlerimle
görmesem üzüntüsünden ağlayacak derim.
Diğerinin
koluna giren iki kişi henüz kendine gelememiş adamı sürükleyerek ringden
indiriyorlar.
“hey, bak sen uyandın
mı?”
Yer
yer kırlaşmış sakalları yüzünün çoğunu kaplamış. Otuz, otuz beş yaşlarında, çok
güldüğünden herhalde, göz kenarları kırışıklıklardan geçilmeyen üç dişi eksik
adam, başındaki külah benzeri başlığını çıkararak yüzüme eğiliyor.
“Bu
da senin gerçekten seçilmiş olan olduğunun bir başka ispatı,” diyor. “Kimse
Dürzü’nün sopasını yedikten sonra bu kadar çabuk toparlanamaz. Hele kiaynı
günde iki defa. Olacak iş değil.”
“Evet,”
diye bağırıyor Dürzü. Kendini göremiyorum. “Seçilmiş olan o, bütün gücümle
vurdum başına. Çabuk toparlandı, o seçilmiş olan. Biz getirdik onu, Malak’la
ben.”
Anlaşılan
ikisi açısından büyük bir başarı benim oraya getirilmem. Ayrıca başıma bütün
gücüyle vurduğu da, kafamı her çevirmeye yeltenişimde alnıma saplanan ağrıya
bakılırsa doğru.
“Görevimizi
yaptık biz,” diyerek alçak gönüllülük gösteriyor Malak.
“Ama
biz getirdik,” diye üsteliyor Dürzü. “Hem de bütün gücümle vurdum başına.”
Külah
benzeri başlığını avuçlarında tutan, tekrar başlığını kafasına geçirip bana
doğru eğiliyor tekrar. Yüzü yüzüme o denli yakın ki, konuşurken eksik olan
dişlerinin boşluğundan sıçrayan tükürükler yanaklarıma yapışıyor.
“Az
bekle seçilmiş olan,” diyor. “Ödül töreni de bitsin, beraber karargaha
geçeriz.”
“Karargah.”
Dudaklarımdan
sadece bu kadarını çıkarabiliyorum.
“Az
bekle,” diye yineliyor. Şu an önemli olan seyrettiği. Koltuğuna oturuyor
ardından. Onunla birlikte bütün ayağa kalkmış olanlarda yerlerine geçiyor.
“Çok
yakışıklı kız,” diye sesleniyor başta duyduğum kızlardan biri.
“Önce
ben gördüm,” diyor öteki. Kulaklarıma yapışan ses tonuyla; “Enişten sayılır,”
diye eklemeyi de ihmal etmiyor. Demek ki enişte burada da enişte.
Kendimi
topladığımda, bir punduna getirip mutlaka onunla tanışmaya karar veriyorum. Ses
tonu böyle akılda yer eden biri kim bilir ne kadar güzeldir. Üstelik hafif
peltek konuştuğuna göre üst dudağı öne çıkık olmalı ve kesinlikle –ya da
umarım- kalınca.
“susun, sırça kalbi
verecekler şimdi. susun.”
Sakalları
yer yer aklanmış adam benimle konuşurken ring saniyeler içinde temizleniyor.
Kare sahanın tam ortasına göz açıp kapayıncaya kadar kırmızı kadifeyle
kaplanmış tek basamaklı, alçak bir platform kuruluyor. Madalya töreni yapılacak
anlaşılan.
Beline
dek uzayan kızıl saçlarını omuzlarından aşağı bırakan güzel endamlı,
düzeltiyorum çok güzel endamlı bir kız, vücudunun her çıkıntısına birebir
yapışan açık mavi üzerine dikine lacivert çizgili tek parça dar bir elbiseyle
platformun önünde, palyaço kılıklı hakemin yanında duruyor. Elinde camdan
yapıldığı muhtemel geniş bir tepside, yine camdan yapıldığı bu kez garanti kalp
şeklinde yontulmuş bir kupa taşıyor.
Kalabalık
nefesini tutmuş sadece izliyor. Etrafımı çevreleyen o kadar insana rağmen koca
salonda en ufak bir çıtırtı bile çıkmıyor. Ringde neler olduğunu görebilmek
için doğrulmaya çabaladığımda önümde dikilen on beş yaşlarında, yüzü çillerden
geçilmeyen bir çocuk bana dönüp iyice kıstığı sesiyle yarım yamalak, “Birazdan
şampiyon ödülünü almaya gelecek,” diyor.
“Şampiyon
mu?”
Çilli
çocuk sorumu yanıtlamak gereği bile duymadan önüne dönüyor.
Sessizlik
saatler gibi süren uzun birkaç saniye daha devam ediyor. İnsanlar dillerini
yutmuş gibi ve aynı insanlar sanki alsalar ses çıkar diye endişeli, nefes almaya
bile çekiniyorlar. Birden suskunluğun ataletine iyiden iyiye alıştığımda ringin
sağ tarafında kalan kalabalıktan yükselen uğultularla yüreğim ağzıma geliyor.
Oturduğum koltukta zor bela doğrularak uğultunun geldiği yöne bakıyorum.
Toplanan
insanlar iki yana kayarak rahatlıkla bir kişinin geçebileceği bir koridor
açıyorlar.
Aynı
anda çevremdeki insanların kulakları sağır eden haykırışlarıyla oturduğum
yerden sıçrıyorum.
Ringe
açılan dar koridorun başında önce bir gölge beliriyor, arkasından ringe doğru
yalpalayarak ilerleyen adamın yüzü salon ışıkları altında aydınlanıyor.
Ama
bu saçmalik!
Gözlerimin
önünde ringe çıkan adam, az önce yediği sert yumrukla halatlara yapışıp
dakikalarca kendine gelemeyen adamın ta kendisi. Ama niye? Neden kazanan değil
de kaybeden ödül almaya geliyor.
Şaşkınlığımı
üzerimden atmam çok uzun sürmüyor.
Tabi
ya, ikincilik ödülü önce. Kural basit; assolistler en son çıkar.
Şampiyon
daha sonra gelecek.
Doğrusu
da bu.
Genç
adam yüzündeki morluklara rağmen suratına yapıştırdığı morluklardan daha
kocaman bir gülümsemeyle platforma çıkıyor.
Palyaço
kılıklı hakem eliyle oturdukları sandalyelerden kalkmış, yerlerinde zıplayarak
bağıran elleriyle kalabalığa sus yapıyor.
Kalabalık
sanki bu hareketi bekliyormuş gibi bağırmaya başladıklarının aynı aniden
sessizliğe gömülüyor.
Hakem
beline dek uzayan kızıl saçlarını başını anlamsız hareketlerle sallayarak
dalgalandıran güzel kızdan aldığı, camdan kalbi havaya kaldırıyor.
“Bu
gün, burada, sırça kalbi alarak cesaret adına ilk adımı atan bu genci saygıyla
kutluyoruz,” diyor.
Sırça
kalp önümde dikilen çilli çocuğun dediğine göre büyük ödül.
Altın
madalya yani.
E
bu ne demek oluyor şimdi?
“Bu
ne demek oluyor?”
Sesli
düşünmüş olmalıyım ki, başında külahı olan kırlaşmış sakallı adam, oturduğu
yerden beni görebilmek için eğiliyor. Güldüğünde eksik olan üç dişin
boşluğundan kıpırdayan dilini fark edebiliyorum.
“Kutlu
cesaret sınavını aştı, o artık bir erkek,” diyor.
“Kim?”
Kim
artık bir erkek? Eliyle az önce ringin ortasına yapışan genç adamı gösteriyor.
“O,”
diye yanıtlıyor. Heyecanlı olduğu sesinden belli. Mutlu da. Bu da gözlerinden
anlaşılıyor. “Ödülü almayı hak etti. Sırça kalp ona bağışlandı.”
“Nasıl
yani,” diye söyleniyorum. “Yenildiği halde ödülü o mu alacak?”
Neden
şaşırdığımı anlamıyor. Ona göre her şey çok basit; Ringin ortasında dayak yiyen
ödül kazanıyor. Hayret dolu gözlerini gözlerimin içine dikiyor.
“Sen
yabancısın galiba,” diye konuşuyor.
“Ve
siz yabancıları sevmiyorsunuz,” diye söyleniyorum.
“Yo,
biz severiz,” diyor bu kez. “Hem neden sevmeyelim ki?”
Cevap
veremiyorum. Neden sevmesinler ki?
“Neyse,”
diyerek kesiyor uzayan sessizliğimi. “Şimdi töreni izleyelim, sonra nasılsa
karargahta konuşuruz her şeyi?”
“Peki
niye?” diye soruyorum.
Önüne
dönmüş, kaldığı yerden ringdeki hareketliliği izlemeye hazırlanmışken bezgin
bir surat ifadesiyle dönüyortekrar.
“Ne
niye?”
Parmağımla
ringde uzatılan ödülü almak üzere olan genç adamı işaret ediyorum. “Neden ödülü
kaybedene veriyorsunuz ki, normalde ödül kazananın değil midir?”
Duruyor.
Aldığı camdan kalbi havaya kaldırarak seyredenleri selamlayan adamı alkışlıyor.
Bana dönüyor yine.
“Sence
kazanan yenerek ödülünü almıyor mu zaten?” diye soruyor.
“Peki
niye kazanıyor?” diyorum. Öyle ya, insan bir müsabakaya kazanmak için sahaya
çıkar çıkmasına ama, müsabakayı kazanmasının nedeni de alacağı ödüldür.
“Niye
bu kadar şaşırdın anlayamadım,” diye konuşuyor. “Yenilmek yenmeyi öğrenmenin en
kısa ve en güzel yoludur aslında. Biz bu gerçeği fark ettiğimizde ödüllendirme
protokolümüzü değiştirdik.” Başıyla elindeki sırça kalbi havaya sallayan genç
adamı gösteriyor yine. “O artık eğitimini tamamlamış birisi, bu ödülü okulu
bitirdikten sonra kazanılan diploma sayabilirsin.”
“Diğeri?”
Ne
demek istediğimi anladığından emin değilim.
“Diğeri
derken?”
“Diğeri
kendini kötü hissetmiyor mu peki? Hem kazanıp hem de dışlanmak bir insanı üzer,
değil mi?”
“Niye,
o zaten uzmandı,” diyor. Bunu o kadar doğal söylüyor ki, bir an için
yanlışlıkla kaybetse linç edileceğini düşünüyorum. “Yok öyle bir şey,” diye
söyleniyor. “Öğrendiğin şeyden ders almıyorsan bu kendi seçimin olur, topluluk
seni olman gereken yere koyar o ayrı tabi. Doğrusu da bu ama.”
“Sen
de mi akıl okuyabiliyorsun?” diyorum. Ağzımı açmadığım halde, beni
cevapladığına göre.
“Hayır,
sen sordun ben cevap verdim,” diyor. “Yanlışım varsa düzelt. Hata yapmak
aslında insanlar için çok büyük bir fırsattır. Eğer bu fırsatın kıymetini
bilirse, aynı hatayı ikinci kez yapmaz artık ve haricindeki hareketlerinde de
daha dikkatli olur. Mesela şu genç adam bir daha asla yüzünü açıkta bırakacak
şekilde korunmasız hareket etmeyecektir. Hayatı boyunca girişeceği işlerde de
böyle. Başarı dediğimiz budur ve devamlılığı oldukça anlam taşır.”
“Ya
birisi bilerek yenilirse?” diye soruyorum.
“Bu
imkansız,” diyor.
“Nasıl
yani?”
“Nasılı
falan yok. Bir kere o çok büyük bir ayıptır.”
“Ayıp
mı? O kadar mı yani. Ayıp.”
“Yetmez
mi,” diyor. “Öğrendiğin bir şeyi unutmak, yahut ders aldığın bir hatayı
tekrarlamak toplulukta sen yüceltmez, aksine dışlanırsın ve sonsuza dek yalnız
kalırsın. Buna ne diye katlanacaksın peki, sırça bir kalp için mi?” Sessiz
kaldığımı görünce iyice eğiliyor. Nefesi kurutulmuş balık kokuyor. “Sence?”
Bence
de haklı.
Seremoni
bitiyor anlaşılan. Kalabalık yavaş yavaş dağılmaya başlıyor. Ringi kızıl
saçlarını savurabilmek için abartılı kırıtışlarla yürüyerek terk eden kızı
inene dek takip ediyorum. Elinde tuttuğu muhtemel camdan tepsiyi elinde, ringe
çıkışının aksine sıradan bir tepsi gibi sallıyor.
Başı
külahlı adam, “Çocuklar kadar olamıyoruz biliyor musun?” diye soruyor. “Amaç
sadece mutlu olmaktır oyunlarda. Eğlenmek için oynarlar. Gülerler. Büyüdükçe
oyunlar kazanmak zorunda kaldığın yarışlar haline gelir.. Hileler başlar yenmek
içinEğlence yerini hırsa bırakır. Oysa oyun aynı oyundur. Biz bunun önüne
geçtik işte bu şekilde, doğrusu da bu bence.” Ağzını kocaman açıp esniyor,
seyrettiği oyun tatlı bir rehaveti vücuduna hediye ediyor. “Haydi şimdi,
karargaha gidelim,” diyor. Ayağa kalkıp doğrulmama yardım amacıyla sağ elini
uzatıyor. Uzatılan eli tutuyorum. Başımın arkasında saklanarak kendini
unutturan ağrı, fırsatını bulunca ensemden sırtıma doğru yayılıyor tekrar. “Bu
arada adım; Şerefsiz.”
Başımın
arkasındaki ağrı yerini karıncalanmaya bırakıyor.
“Ben
de Orçun,” diyorum.
“Garip bir isim. Yani, seçilmiş olan,” diye
tamamlıyor.
“Ben
seçilmiş olan olamam,” diyorum.
“Mağara
öyle demiyor ama,” diye karşılık veriyor. Kendinden o kadar emin ki, onu
sınadığımı falan düşünüyor herhalde. “Haydi ayak üstü konuşulacak konu değil
bunlar, daha yapmamız gereken planlar var.”
“Planlar
mı?”
Konuşmuyor
daha. Elimi çekerek ayağa kalkmama yardımcı oluyor.
“Beni
takip et.”.
Aynı
anda Dürzü ile Malak’ta bizimle birlikte ayaklanıyor ve beni dürtükleyerek
Şerefsiz’in ardından hareketlenmek zorunda bırakıyorlar. Ringi çevreleyen
toplulukta kalanlar, bizim tersimize ringin etrafında iyice yaklaşmış, elindeki
cam kalbi havaya sallamaya devam eden genç adamı çılgınca alkışlamayı
sürdürüyor.
“Sabaha
kadar sürer artık,” diyor Dürzü. Nereye gidiyorsak gitmeyi pek istiyor gibi
değil. Ciddi şeyler konuşmaktansa kutlamalara katılmak daha eğlenceli
görünüyor.
“Biz
de döneriz, merak etme,” diye avutuyor Malak. Dürzü’nün yüzünde geniş bir
gülümseme oluşuyor aniden. Mutluluk içinde gözlüğünü çıkarıp camlarını hiçte
temiz olmayan gömleğinde silip tekrar burnuna yerleştiriyor.
“Sabaha
kadar eğleniriz di mi?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder