“umudun on çeşidi vardır bilinen
çözümün ise sonsuz
içine sığındığın umudun on bir olur bilinen
ve çözümün ise,
düşünmeyi unutmadan önceki.”
Sayılı lütuflar kitabı,
sanrı: 12
“sana o kadar sert vurma
dedim di mi dürzü.”
Rüyamda
Aysel’i buluyorum. Nasıl becerdiğimi sormayın ama Sıtkısıyırtan Ormanı’ndayım
ve kocaman ağaçların içinde amaçsızca yürürken yol açabilmek için araladığım
çalılıkların arkasında, hiç beklemediğim bir anda karşıma çıkıveriyor.
Çırılçıplak, soğuktan ve korkudan sinmiş köpek yavruları gibi büzülmüş,
endişeli gözlerle etrafına bakınıyor. Şaşırıyorum önce. Nedense bu kadar kolay
bulabileceğimi tahmin etmiyorum. Bir sürü tehlikeyle karşılaşacağım fikrine
kendimi öyle kaptırmışım ki, ilk araladığım çalılığın arkasında burun buruna
gelince gözlerime inanamıyorum.
Aysel
başını bulunduğum tarafa çeviriyor. Beni gördüğüne sevineceğini sanırken birden
ayağa kalkıp su diye çığlık atıyor. Bana bakmıyor bile. Beni gördüğünü bile
sanmıyorum. Bakışlarını sabitlediği bir noktadan almadan –alamadan daha
doğrusu- su diye bağırıp duruyor. Çivilenip kaldığı yere dönüyorum. Dev bir
karaltı giderek bize doğru yaklaşıyor. Hiç düşünmeden Aysel’i kavradığım gibi
çalıların diğer tarafına geçiyorum ve elimle Aysel’in ağzını kapıyorum.
Dudaklarının üzerini örten parmaklarımı ısırmaya çabalıyor. Ayaklarıyla toprağa
tutunmaya çalışsa da, sürükleyerek çalılığın derinliklerine doğru geriliyorum.
Neredeyse benden kurtulmak istiyor. Nedenini bilmiyorum. Aysel’in genzinden
çıkan hafif homurtular duyulmasın diye dua ederek bekliyorum.
Karaltı
yanımızdayken duruyor bir süre. Nefesimi tutuyorum, o kadar ki, ciğerlerim
patladı patlayacak. Yüzünü çalıların kapattığı karaltı etrafını kolaçan ediyor.
Soluk verişlerinde ciğerlerinden kopup gelen tıslamayı işitebiliyorum. Tam
sırtını dönüp birkaç adım uzaklaşmışken dikkatimi karaltıya verdiğim için
dalgınlığımdan faydalanan Aysel var gücüyle ağzını kapattığım parmağımı
ısırıyor ve ben can havliyle elimi çektiğimde bütün gücüyle su diye haykırıyor.
Dev karaltı sesi duyunca dönüp bize doğru koşmaya başlıyor. Korkuyla Aysel’e
bakıyorum, Aysel parmaklarının arasına alıp yuvarladığı göğüs uçlarını,
dudaklarını diliyle ıslatarak bana gösteriyor. Olduğum yerde kendimi geriye
atıyorum ve bir iki adım geriliyorum. Sırtım ağacın gövdesine değince durmak
zorunda kalana dek.
Bir
şey sırtıma batıyor. Sivri uçlu bir şey, kesici mi bilemiyorum ama, kesinlikle
sivri uçlu. Arkama dönüyorum; kutsal burun kıllı yaşlı adam bana bakıyor.
Parmağını dudağına yaklaştırarak sus işareti yapıyor. Bağırmak istememe rağmen
bağıramıyorum. Sanki bir şey boğazıma yapışıyor, sesim çıkmıyor. Yaşlı adam
aynı parmağını uzatarak çalıların arasındaki bir gölgeyi gösteriyor. Al demiyor
ama, al dediğini hissediyorum.
Uzanıp
çalıyı aralıyorum.
Aysel
‘Alma onu,’ diye bağırıyor. “Onu bırak.” Aysel’e bakıyorum. Göğüs uçlarını
koparmış, bana uzatıyor. ‘Bunları al,’ diyor.
Midem
bulanıyor.
Aysel
ellerinde tuttuğu meme uçlarını ağzıma bastırmaya uğraşıyor. Aniden çok
uzaklardan konuşarak yaklaşan insanları duyuyorum. Aysel’de duyuyor olmalı.
Endişeyle seslerin geldiği yöne dönüyor. Kalkıp ağacın arkasına saklanıyor.
Bana, ‘Sen de gel,’ diyor. Gitmek istemiyorum. Oysa buraya onu bulabilmek için
geliyorum.
Yaşlı
adamın parmağıyla işaret ettiği gölgeye bakıyorum. Çalıların arası bomboş.
Sesler
giderek yaklaşıyor. İki kişiler galiba diye aklımdan geçiriyorum. İki erkek.
Biri, ‘Gördün mü yaptığını?’ diyor sürekli.
Öbürü,
‘Evet, gördüm, ne var yani?’ diye cevaplıyor.
‘Ne
var olur mu?’ diye kızıyor ilk konuşan. ‘Nasıl vurdun adamın başına öyle?’
‘Sen
demedin mi?’ diye savunuyor kendini diğeri. S’leri ş’ye yakın r’leri yumuşak g
gibi ikincisinin.
‘Kıza
niye vurdun peki?’ diyor, harfleri düzgün söyleyen.
‘Hiç,’
diye cevaplıyor bu kez ikinci. ‘İçimden geldi işte. Çok güzel ama, değil mi?’
Sesler
giderek yaklaşıyor. Hayal meyal iki siluet görür gibi oluyorum. Ayakta
değiller. Yan yana dizlerini kırarak oturmuş beni izliyorlar. Ensemde belli
belirsiz bir yanma peydahlanıyor ve kulaklarıma doğru hafifçe yayılıyor. Kolumu
kaldıracak gücüm yok.
“Şşşt,
kendine geliyor galiba,” diyerek diğerini dirseğiyle dürtüyor harfleri düzgün
kullanabilen.
“Gelsin
tabi,” diye karşılık veriyor s’yi ş’ye yakın ıslıklayan. Sol bileğindeki
saatine göz atıp. “Yarım saattir, yatıyor neredeyse tembel herif.”
İlk
konuşan kızarak fırlıyor ayağa. “Tembel
herifmiş.” Bana doğru yaklaşıp, başucuma eğiliyor. Parmaklarını bileğime
bastırıp nabzımı dinliyor. “Ölmediğine dua et.” Sinirleniyor. “Ölseydi,
Şerefsiz’e ne diyecektik, düşünsene.”
S’leri
ş’ye benzeterek söyleyen susuyor. Söylenip duran arkadaşına hak veriyor galiba.
Konuşacak kelime bulamıyor ya da. Bu Şerefsiz her kimse, ölesiye korkuyorlar
ondan. Adıysa eğer, ismi Şerefsiz olandan korkmamak yanlış tabi.
Ensemden
başlayarak kulaklarıma uzanan yanma kendini iyiden iyiye belli ediyor. Yavaş
hareketlerle sağ kolumu kaldırabiliyorum. Elimi enseme götürüp avucumun içiyle
sıvazlıyorum. Başımın arkasında koca bir şişlik var. Sert bir şeyle başıma
vurmuş olmalılar. Arkada kalanın elinde tuttuğu kütük parçasını fark
ediyorum. Parmaklarımla bastırınca ince
bir ağrı şişliği terk ederek dört bir yana dağılıyor. Vücudumun sızıya verdiği
tepkiden olacak, şişliğe bastırınca gözlerim yaşarıyor. Ensemi bırakıp küçükken
her düştüğüm de ilk yaptığım benzeri kanıyor mu diye parmaklarıma bakıyorum.
Kanamıyor..
İşte
o zaman kulübeyi anımsıyorum..
Daha
önce hiç görmediğim iki adam tam karşımda oturmuş beni seyrediyor. Nereden
çıktıkları hakkında en ufak bilgim yok. Odanın ortasına ışınlanıveriyorlar sanki. Birden aklıma gelen ayrıntıyla olduğum
yerde doğruluyorum. Memişli. Beni hazırlamak için gönderilen o kıza ne oluyor?
“Memişli,”
diye bağırıyorum.
Kendi
sesimi duyunca duralıyorum.
“Kim?”
diyor bana daha yakın olan adam. İmkansız fakat, otuzlu yaşlarında gösteriyor.
Hatta belki fazla bile.
“Kızdan
bahsediyor herhalde,” diye konuşuyor arkasında olan. Elinde tuttuğu kütüğü
diğer avucuna vuruyor.
“Kız
mı?” diye soruyor ilki. Parmağıyla sağ yanımı işaret ediyor. “Ondan mı. Niye?”
İşaret
ettiği yerde Memişli duvar dibinde kıvrılmış bilinçsiz yatıyor. Oturduğum
yerden sürünerek genç kıza yaklaşıp, elimle boynundaki atar damara dokunuyorum.
Dedem öğretiyor bunu. Sonra filmlerde de aynı sahnelere denk geldikçe muhatabın
hayatta kalıp kalmaması hakkında karar vermek için önemli bir yöntem olduğuna
inanıyorum. Parmağımı gıdıklayan hafif bir akım hissi genç kızın hayatta
olduğunu müjdeliyor. Derin bir nefes alıp olduğum yerde duvara yaslanıyorum.
“Bu
mu?” diye soruyor uzakta oturan.
Bu
olduğumdan emin olamıyor. Bu, neyse?
O
da otuzlu yaşlarının ortasındaymış gibi gösteriyor. Burası neresiyse ilk kez
sakalı olmadan bıyık bırakan birine rastlıyorum ve gözlüklü. Evet, gözlüklü.
Suratsız’ın Pazar dediği yerde tek kişi de bile yok gözlük.
“Bu
olmalı,” diyor diğeri.
“Emin
misin peki?”
Bana
daha yakın olan oturduğu yerden kalkmadan ördek yürüyüşüyle bana doğru iki adım
yaklaşıyor.
“Hey,
aradığımız sen misin?” diye sesleniyor.
“Ne?”
Hayatımda
bu kadar saçma bir soru duymuyorum. Birini kaçırıyorsun – ki, kaçırıldığım
aşikar- kaçırdığın kişiden emin değilsin.
“Aradığımız
sen misin diye sordum?” diye yineliyor ben cevap vermeyince çömeldiği yerden
beni izleyen. “Yabancısın galiba.”
Koca
bir kasabada herkesin bildiği ama bir türlü kimsenin kabullenmediği gerçek bu.
Evet, yabancıyım. Ve yabancıları bu kasabada sevmiyorlar. Nedenini bilmiyorlar
fakat, sevmiyorlar. Kafasına kütükle vuruyorlar üstelik.
“Evet,
yabancıyım,” diyorum.
“Biz
burada yabancıları sevmeyiz,” diyor iyice arkada kalan, öndekinin yanına
yaklaşarak.
Bana
yakın olan parmağıyla yanına yaklaşana sus yapıyor.
“Ama
sorumun cevabı bu değildi,” diye söyleniyor.
Arkasına
saklanan diğeri yumuşak g’lerini savurarak konuşuyor.
“Evet
lütfen sorularımıza doğru yanıt ver, zamanımız çok kıymetli.”
Bunları
bana sayıyla mı veriyorlar ya.
“Soru
neydi?” diye soruyorum. Yabancısın galiba değildi anlaşılan.
“Son
kez soruyorum,” diye hırlıyor bana yakın olan. Ördek yürüyüşüyle üç adım daha
yakınıma geliyor.” Aradığımız sen misin?”
“Ne
bileyim ben,” diyorum.
Salak
mısın sen der gibi bakıyorlar bana. Belki saçma gelecek ama kendimi savunmak
gereği duyuyorum.
“Neden
aradığınıza bağlı.”
Ellerini
dizine vurarak gürültülü bir kahkaha patlatıyor bıyıkları olan. Bu kadar komik
olanın ne olduğunu anlayamıyorum. Gözlüğünü çıkarıp gözlerine biriken yaşları
silerek cevaplıyor.
“Kaçıracağız
tabi, başka neden arayalım?” Kendi mantıklarına vurulduğu zaman doğru,
dışarıdan bakıldığı zaman abesle iştigalin bizzat kendisi duyduklarım.
Kaçıracaklar, başka neden arasınlar ki? Dudaklarını kıpırdatmadan söyleniyor
arkada kalan başını diğerinin omzundan uzatarak. “Pandik galiba?”
“Sus,”
diyerek tıslıyor önündeki genç adam. “Duyacak şimdi.”
Duyuyorum
bile.
“Pandik
te ne?” diye soruyorum.
“Duymuş
bile, haydi anlat bakalım.”
Arkada
olan dudaklarından dökülen kelimeye bin pişman yüzüme bakıyor. Meraklı
bakışlarımı gözlerinden ayırmadan izliyorum. Ellerini nereye koyacağını
bilemeden kıvranıyor bir süre. Belki yardım eder ümidiyle önündeki adama
dönüyor. Diğeri sırtını dönmüş, göz göze gelmemeye çalışıyor. Karikatürden
çıkmış gibiler.
“Pandikte
ne gerçekten?” diye soruyorum tekrar. En azından sorumdan rahatsız oldukları
açık. Bu da hoşuma gidiyor sanırım.
“Haydi
söylesene,” diyor ısrarla bana yakın olan. “Madem kullandın açıkla şimdi.”
“Şey,”
diye geveliyor gözlüklü genç adam. “Şey demek işte, şey.” Anlatmaya çalıştığı
her neyse açıklayabilmek için ya gerekli cümleleri kuramıyor, ya da oldukça
kötü bir anlamı var , açıklaması kolay bir şeyi dile getiremiyor. Tek gerçek
olan, oldukça kıt zekalı. “Kıt zekalı demek işte,” diye kestirip atıyor.
Rahatlıyor. “Oh be.”
Dokunuyor.
“Sensin
pandik,” diyorum.
Hakkettin
der gibi bakıyor yakınımdaki arkasındaki adama dönerek.
“Hakkettin
ama, bir daha böyle kelimeler kullanmazsın artık.”
“Ama,”
diyor öteki, başka da bir şey söylemiyor.
Bana
yakın olan iki adım daha yaklaşıyor. Burnu burnuma değiyor neredeyse.
“Aradığımız
sen misin?” diye soruyor. Sesine eklemeye çalıştığı sertlik dağılmaya yüz
tutmuş, yalvarıyor sanki. “Sen misin ha. Seçilmiş olan.”
“Kabul
etmeliyim, geldim geleli öyle diyenler de var,” diyorum.
“Evet,”
diye neşeyle haykırıyor pandik dediğim. “Aradığımız bu, haydi.”
“Kesinlikle,”
diyor öteki. Bana dönerek sesini iyice düşürüyor. “Üzgünüm seni uyutacağız.”
“O
niye?”
“Emir
öyle,” diyorbu kez burun buruna değdiğim.
“Ne
emri?”
Uzadıkça
uzayan konuşmalardan sıkılmışa benziyor. Haksız sayılmaz, aynı diyalogların bir
önünden bir arkasından okumak benim de hoşuma gitmiyor.
“Uyutun
getirin dediler bize,” diye cevaplıyor bir solukta. “Yapacak bir şey yok.”
Yapacak
bir şey var aslında.
“İyi
de gidelim deyin sizi takip edeyim.” diye akıl veriyorum. “Bu daha kolay değil
mi?” Tabii ki daha kolay. “En azından yetmiş beş kiloyum, bir de beni taşımak
zorunda kalmazsınız.”
Son
sözlerim uzaktan bizi izleyen genç adamın dikkatini çekiyor.
“Ne
diyorsun Malak?” diye soruyor. “Yetmiş beş kilo az değil ya.”
“İsim
yok, isim yok,” diyerek hızla solur gibi söyleniyor Malak. Arkasından bana
dönerek zar zor anladığım cümlesini tükürükler saçarak kuruyor. “Hayır, emir
kesindir, uyutun diyor.”
“Mantıksız
ama,” diye itiraz ediyorum. “O zaman ne diye baygınken götürmediniz beni?”
Nasıl
insanlar bunlar böyle? Birbirlerine bakıyorlar.
“Dürzü,”
diye sesleniyor Malak.
“İsim
yok,” diye fısıldıyor diğeri. Bana dönüyor sonra. “O zaman sen olduğunu nereden
bilecektik bakalım?”
Bu
kadarı şaka gibi artık, diyecek tek kelime gelmiyor aklıma. Cevap veremiyorum.
“Evet,
cevap versene zeki çocuk,” diye üsteliyor Dürzü. Verdiği cevap çok hoşuna
gidiyor ki arada bir el çırpıp tekrarlıyor. “Haydi, cevap versene, veremiyorsun
değil mi?” Eğildiği yerde ellerini dizlerine dayayıp boynunu uzatarak başını
sallıyor. Birini kaçırmak için bir kulübeye geliyorsunuz ve kulübede
kaçıracağınız adamdan başkası yok. “Biz adamı böyle bozarız işte.”
Malak
çenemden tutup başımı çeviriyor.
“Üzgünüm,
emir uyutun diyor,” diye yineliyor.
Tartışmanın
anlamı yok, bir duvarı, pardon iki duvarı nasıl ikna edebilirsiniz ki? Cevap
veriyorum. Edemezsiniz. Ellerimi iki yanıma açıp teslim bayrağını çekiyorum.
“Tamam
o halde, siz kazandınız. Nasıl uyutacaksınız peki?” diye soruyorum. “Ne
içeceğim?” Suratlarındaki ifade hoşuma gitmiyor. Duralıyorum. “Bir şey içeceğim
değil mi?”
Dürzü
yanımıza kadar yaklaşıyor.
“İçmek
mi?” diye söyleniyor. Başımla onaylıyorum. Malak’a bakıyor.
“Problem
zaten içecek bir şey olmaması,” diyor Malak. Pandik olan biri için oldukça
felsefi bir söylem. Haydi bakalım.
“Yani?”
Yanisini
duymak istediğimden emin değilim.
“Mesele
değil,” diye bağırıyor Dürzü. “Ben hallederim. Malak’a bakıyor yine. “Dedim ya,
pandik bu.”
“Sus,”
diye itiraz ediyor Malak. “Duyacak yine.”
Duyuyorum
da. İlkinden daha koyu bir karanlığa yuvarlanmadan hemen önce. Dürzü’nün
Memişli’yi de götürmek için Malak’a yalvarışlarını işitiyorum hayal meyal.
Malak görevin kutsallığından bu nedenle kızı götürmenin yanlışlığından
bahsederken ensemden şakaklarıma doğru yayılan incecik sızıyı artık
hissetmiyorum. Arada bir Malak’ın Dürzü’ye Şerefsiz’i kızdırmak isteyip
istemediğini sorduğunu duyuyorum o kadar. Sonra her şey susuyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder