1 Temmuz 2025 Salı

SEÇİLMİŞ OLAN 22

 

                                                                                                                       “umudun on çeşidi vardır bilinen

çözümün ise sonsuz

içine sığındığın umudun on bir olur bilinen

ve çözümün ise,

şünmeyi unutmadan önceki.

 

Sayılı lütuflar kitabı, sanrı: 12

 

 

 

“sana o kadar sert vurma

dedim di mi dürzü.”

 

Rüyamda Aysel’i buluyorum. Nasıl becerdiğimi sormayın ama Sıtkısıyırtan Ormanı’ndayım ve kocaman ağaçların içinde amaçsızca yürürken yol açabilmek için araladığım çalılıkların arkasında, hiç beklemediğim bir anda karşıma çıkıveriyor. Çırılçıplak, soğuktan ve korkudan sinmiş köpek yavruları gibi büzülmüş, endişeli gözlerle etrafına bakınıyor. Şaşırıyorum önce. Nedense bu kadar kolay bulabileceğimi tahmin etmiyorum. Bir sürü tehlikeyle karşılaşacağım fikrine kendimi öyle kaptırmışım ki, ilk araladığım çalılığın arkasında burun buruna gelince gözlerime inanamıyorum.

Aysel başını bulunduğum tarafa çeviriyor. Beni gördüğüne sevineceğini sanırken birden ayağa kalkıp su diye çığlık atıyor. Bana bakmıyor bile. Beni gördüğünü bile sanmıyorum. Bakışlarını sabitlediği bir noktadan almadan –alamadan daha doğrusu- su diye bağırıp duruyor. Çivilenip kaldığı yere dönüyorum. Dev bir karaltı giderek bize doğru yaklaşıyor. Hiç düşünmeden Aysel’i kavradığım gibi çalıların diğer tarafına geçiyorum ve elimle Aysel’in ağzını kapıyorum. Dudaklarının üzerini örten parmaklarımı ısırmaya çabalıyor. Ayaklarıyla toprağa tutunmaya çalışsa da, sürükleyerek çalılığın derinliklerine doğru geriliyorum. Neredeyse benden kurtulmak istiyor. Nedenini bilmiyorum. Aysel’in genzinden çıkan hafif homurtular duyulmasın diye dua ederek bekliyorum.

Karaltı yanımızdayken duruyor bir süre. Nefesimi tutuyorum, o kadar ki, ciğerlerim patladı patlayacak. Yüzünü çalıların kapattığı karaltı etrafını kolaçan ediyor. Soluk verişlerinde ciğerlerinden kopup gelen tıslamayı işitebiliyorum. Tam sırtını dönüp birkaç adım uzaklaşmışken dikkatimi karaltıya verdiğim için dalgınlığımdan faydalanan Aysel var gücüyle ağzını kapattığım parmağımı ısırıyor ve ben can havliyle elimi çektiğimde bütün gücüyle su diye haykırıyor. Dev karaltı sesi duyunca dönüp bize doğru koşmaya başlıyor. Korkuyla Aysel’e bakıyorum, Aysel parmaklarının arasına alıp yuvarladığı göğüs uçlarını, dudaklarını diliyle ıslatarak bana gösteriyor. Olduğum yerde kendimi geriye atıyorum ve bir iki adım geriliyorum. Sırtım ağacın gövdesine değince durmak zorunda kalana dek.

Bir şey sırtıma batıyor. Sivri uçlu bir şey, kesici mi bilemiyorum ama, kesinlikle sivri uçlu. Arkama dönüyorum; kutsal burun kıllı yaşlı adam bana bakıyor. Parmağını dudağına yaklaştırarak sus işareti yapıyor. Bağırmak istememe rağmen bağıramıyorum. Sanki bir şey boğazıma yapışıyor, sesim çıkmıyor. Yaşlı adam aynı parmağını uzatarak çalıların arasındaki bir gölgeyi gösteriyor. Al demiyor ama, al dediğini hissediyorum.

Uzanıp çalıyı aralıyorum.

Aysel ‘Alma onu,’ diye bağırıyor. “Onu bırak.” Aysel’e bakıyorum. Göğüs uçlarını koparmış, bana uzatıyor. ‘Bunları al,’ diyor.

Midem bulanıyor.

Aysel ellerinde tuttuğu meme uçlarını ağzıma bastırmaya uğraşıyor. Aniden çok uzaklardan konuşarak yaklaşan insanları duyuyorum. Aysel’de duyuyor olmalı. Endişeyle seslerin geldiği yöne dönüyor. Kalkıp ağacın arkasına saklanıyor. Bana, ‘Sen de gel,’ diyor. Gitmek istemiyorum. Oysa buraya onu bulabilmek için geliyorum.

Yaşlı adamın parmağıyla işaret ettiği gölgeye bakıyorum. Çalıların arası bomboş.

Sesler giderek yaklaşıyor. İki kişiler galiba diye aklımdan geçiriyorum. İki erkek. Biri, ‘Gördün mü yaptığını?’ diyor sürekli.

Öbürü, ‘Evet, gördüm, ne var yani?’ diye cevaplıyor.

‘Ne var olur mu?’ diye kızıyor ilk konuşan. ‘Nasıl vurdun adamın başına öyle?’

‘Sen demedin mi?’ diye savunuyor kendini diğeri. S’leri ş’ye yakın r’leri yumuşak g gibi ikincisinin.

‘Kıza niye vurdun peki?’ diyor, harfleri düzgün söyleyen.

‘Hiç,’ diye cevaplıyor bu kez ikinci. ‘İçimden geldi işte. Çok güzel ama, değil mi?’

Sesler giderek yaklaşıyor. Hayal meyal iki siluet görür gibi oluyorum. Ayakta değiller. Yan yana dizlerini kırarak oturmuş beni izliyorlar. Ensemde belli belirsiz bir yanma peydahlanıyor ve kulaklarıma doğru hafifçe yayılıyor. Kolumu kaldıracak gücüm yok.

“Şşşt, kendine geliyor galiba,” diyerek diğerini dirseğiyle dürtüyor harfleri düzgün kullanabilen.

“Gelsin tabi,” diye karşılık veriyor s’yi ş’ye yakın ıslıklayan. Sol bileğindeki saatine göz atıp. “Yarım saattir, yatıyor neredeyse tembel herif.”

İlk konuşan kızarak fırlıyor  ayağa. “Tembel herifmiş.” Bana doğru yaklaşıp, başucuma eğiliyor. Parmaklarını bileğime bastırıp nabzımı dinliyor. “Ölmediğine dua et.” Sinirleniyor. “Ölseydi, Şerefsiz’e ne diyecektik, düşünsene.”

S’leri ş’ye benzeterek söyleyen susuyor. Söylenip duran arkadaşına hak veriyor galiba. Konuşacak kelime bulamıyor ya da. Bu Şerefsiz her kimse, ölesiye korkuyorlar ondan. Adıysa eğer, ismi Şerefsiz olandan korkmamak yanlış tabi.

Ensemden başlayarak kulaklarıma uzanan yanma kendini iyiden iyiye belli ediyor. Yavaş hareketlerle sağ kolumu kaldırabiliyorum. Elimi enseme götürüp avucumun içiyle sıvazlıyorum. Başımın arkasında koca bir şişlik var. Sert bir şeyle başıma vurmuş olmalılar. Arkada kalanın elinde tuttuğu kütük parçasını fark ediyorum.  Parmaklarımla bastırınca ince bir ağrı şişliği terk ederek dört bir yana dağılıyor. Vücudumun sızıya verdiği tepkiden olacak, şişliğe bastırınca gözlerim yaşarıyor. Ensemi bırakıp küçükken her düştüğüm de ilk yaptığım benzeri kanıyor mu diye parmaklarıma bakıyorum.

Kanamıyor..

İşte o zaman kulübeyi anımsıyorum..

Daha önce hiç görmediğim iki adam tam karşımda oturmuş beni seyrediyor. Nereden çıktıkları hakkında en ufak bilgim yok. Odanın ortasına ışınlanıveriyorlar  sanki. Birden aklıma gelen ayrıntıyla olduğum yerde doğruluyorum. Memişli. Beni hazırlamak için gönderilen o kıza ne oluyor?

“Memişli,” diye bağırıyorum.

Kendi sesimi duyunca duralıyorum.

“Kim?” diyor bana daha yakın olan adam. İmkansız fakat, otuzlu yaşlarında gösteriyor. Hatta belki fazla bile.

“Kızdan bahsediyor herhalde,” diye konuşuyor arkasında olan. Elinde tuttuğu kütüğü diğer avucuna vuruyor.

“Kız mı?” diye soruyor ilki. Parmağıyla sağ yanımı işaret ediyor. “Ondan mı. Niye?”

İşaret ettiği yerde Memişli duvar dibinde kıvrılmış bilinçsiz yatıyor. Oturduğum yerden sürünerek genç kıza yaklaşıp, elimle boynundaki atar damara dokunuyorum. Dedem öğretiyor bunu. Sonra filmlerde de aynı sahnelere denk geldikçe muhatabın hayatta kalıp kalmaması hakkında karar vermek için önemli bir yöntem olduğuna inanıyorum. Parmağımı gıdıklayan hafif bir akım hissi genç kızın hayatta olduğunu müjdeliyor. Derin bir nefes alıp olduğum yerde duvara yaslanıyorum.

“Bu mu?” diye soruyor uzakta oturan.

Bu olduğumdan emin olamıyor. Bu, neyse?

O da otuzlu yaşlarının ortasındaymış gibi gösteriyor. Burası neresiyse ilk kez sakalı olmadan bıyık bırakan birine rastlıyorum ve gözlüklü. Evet, gözlüklü. Suratsız’ın Pazar dediği yerde tek kişi de bile yok gözlük.

“Bu olmalı,” diyor diğeri.

“Emin misin peki?”

Bana daha yakın olan oturduğu yerden kalkmadan ördek yürüyüşüyle bana doğru iki adım yaklaşıyor.

“Hey, aradığımız sen misin?” diye sesleniyor.

“Ne?”

Hayatımda bu kadar saçma bir soru duymuyorum. Birini kaçırıyorsun – ki, kaçırıldığım aşikar- kaçırdığın kişiden emin değilsin.

“Aradığımız sen misin diye sordum?” diye yineliyor ben cevap vermeyince çömeldiği yerden beni izleyen. “Yabancısın galiba.”

Koca bir kasabada herkesin bildiği ama bir türlü kimsenin kabullenmediği gerçek bu. Evet, yabancıyım. Ve yabancıları bu kasabada sevmiyorlar. Nedenini bilmiyorlar fakat, sevmiyorlar. Kafasına kütükle vuruyorlar üstelik.

“Evet, yabancıyım,” diyorum.

“Biz burada yabancıları sevmeyiz,” diyor iyice arkada kalan, öndekinin yanına yaklaşarak.

Bana yakın olan parmağıyla yanına yaklaşana sus yapıyor.

“Ama sorumun cevabı bu değildi,” diye söyleniyor.

Arkasına saklanan diğeri yumuşak g’lerini savurarak konuşuyor.

“Evet lütfen sorularımıza doğru yanıt ver, zamanımız çok kıymetli.”

Bunları bana sayıyla mı veriyorlar ya.

“Soru neydi?” diye soruyorum. Yabancısın galiba değildi anlaşılan.

“Son kez soruyorum,” diye hırlıyor bana yakın olan. Ördek yürüyüşüyle üç adım daha yakınıma geliyor.” Aradığımız sen misin?”

“Ne bileyim ben,” diyorum.

Salak mısın sen der gibi bakıyorlar bana. Belki saçma gelecek ama kendimi savunmak gereği duyuyorum.

“Neden aradığınıza bağlı.”

Ellerini dizine vurarak gürültülü bir kahkaha patlatıyor bıyıkları olan. Bu kadar komik olanın ne olduğunu anlayamıyorum. Gözlüğünü çıkarıp gözlerine biriken yaşları silerek cevaplıyor.

“Kaçıracağız tabi, başka neden arayalım?” Kendi mantıklarına vurulduğu zaman doğru, dışarıdan bakıldığı zaman abesle iştigalin bizzat kendisi duyduklarım. Kaçıracaklar, başka neden arasınlar ki? Dudaklarını kıpırdatmadan söyleniyor arkada kalan başını diğerinin omzundan uzatarak. “Pandik galiba?”

“Sus,” diyerek tıslıyor önündeki genç adam. “Duyacak şimdi.”

Duyuyorum bile.

“Pandik te ne?” diye soruyorum.

“Duymuş bile, haydi anlat bakalım.”

Arkada olan dudaklarından dökülen kelimeye bin pişman yüzüme bakıyor. Meraklı bakışlarımı gözlerinden ayırmadan izliyorum. Ellerini nereye koyacağını bilemeden kıvranıyor bir süre. Belki yardım eder ümidiyle önündeki adama dönüyor. Diğeri sırtını dönmüş, göz göze gelmemeye çalışıyor. Karikatürden çıkmış gibiler.

“Pandikte ne gerçekten?” diye soruyorum tekrar. En azından sorumdan rahatsız oldukları açık. Bu da hoşuma gidiyor sanırım.

“Haydi söylesene,” diyor ısrarla bana yakın olan. “Madem kullandın açıkla şimdi.”

“Şey,” diye geveliyor gözlüklü genç adam. “Şey demek işte, şey.” Anlatmaya çalıştığı her neyse açıklayabilmek için ya gerekli cümleleri kuramıyor, ya da oldukça kötü bir anlamı var , açıklaması kolay bir şeyi dile getiremiyor. Tek gerçek olan, oldukça kıt zekalı. “Kıt zekalı demek işte,” diye kestirip atıyor. Rahatlıyor. “Oh be.”

Dokunuyor.

“Sensin pandik,” diyorum.

Hakkettin der gibi bakıyor yakınımdaki arkasındaki adama dönerek.

“Hakkettin ama, bir daha böyle kelimeler kullanmazsın artık.”

“Ama,” diyor öteki, başka da bir şey söylemiyor.

Bana yakın olan iki adım daha yaklaşıyor. Burnu burnuma değiyor neredeyse.

“Aradığımız sen misin?” diye soruyor. Sesine eklemeye çalıştığı sertlik dağılmaya yüz tutmuş, yalvarıyor sanki. “Sen misin ha. Seçilmiş olan.”

“Kabul etmeliyim, geldim geleli öyle diyenler de var,” diyorum.

“Evet,” diye neşeyle haykırıyor pandik dediğim. “Aradığımız bu, haydi.”

“Kesinlikle,” diyor öteki. Bana dönerek sesini iyice düşürüyor. “Üzgünüm seni uyutacağız.”

“O niye?”

“Emir öyle,” diyorbu kez burun buruna değdiğim.

“Ne emri?”

Uzadıkça uzayan konuşmalardan sıkılmışa benziyor. Haksız sayılmaz, aynı diyalogların bir önünden bir arkasından okumak benim de hoşuma gitmiyor.

“Uyutun getirin dediler bize,” diye cevaplıyor bir solukta. “Yapacak bir şey yok.”

Yapacak bir şey var aslında.

“İyi de gidelim deyin sizi takip edeyim.” diye akıl veriyorum. “Bu daha kolay değil mi?” Tabii ki daha kolay. “En azından yetmiş beş kiloyum, bir de beni taşımak zorunda kalmazsınız.”

Son sözlerim uzaktan bizi izleyen genç adamın dikkatini çekiyor.

“Ne diyorsun Malak?” diye soruyor. “Yetmiş beş kilo az değil ya.”

“İsim yok, isim yok,” diyerek hızla solur gibi söyleniyor Malak. Arkasından bana dönerek zar zor anladığım cümlesini tükürükler saçarak kuruyor. “Hayır, emir kesindir, uyutun diyor.”

“Mantıksız ama,” diye itiraz ediyorum. “O zaman ne diye baygınken götürmediniz beni?”

Nasıl insanlar bunlar böyle? Birbirlerine bakıyorlar.

“Dürzü,” diye sesleniyor Malak.

“İsim yok,” diye fısıldıyor diğeri. Bana dönüyor sonra. “O zaman sen olduğunu nereden bilecektik bakalım?”

Bu kadarı şaka gibi artık, diyecek tek kelime gelmiyor aklıma. Cevap veremiyorum.

“Evet, cevap versene zeki çocuk,” diye üsteliyor Dürzü. Verdiği cevap çok hoşuna gidiyor ki arada bir el çırpıp tekrarlıyor. “Haydi, cevap versene, veremiyorsun değil mi?” Eğildiği yerde ellerini dizlerine dayayıp boynunu uzatarak başını sallıyor. Birini kaçırmak için bir kulübeye geliyorsunuz ve kulübede kaçıracağınız adamdan başkası yok. “Biz adamı böyle bozarız işte.”

Malak çenemden tutup başımı çeviriyor.

“Üzgünüm, emir uyutun diyor,” diye yineliyor.

Tartışmanın anlamı yok, bir duvarı, pardon iki duvarı nasıl ikna edebilirsiniz ki? Cevap veriyorum. Edemezsiniz. Ellerimi iki yanıma açıp teslim bayrağını çekiyorum.

“Tamam o halde, siz kazandınız. Nasıl uyutacaksınız peki?” diye soruyorum. “Ne içeceğim?” Suratlarındaki ifade hoşuma gitmiyor. Duralıyorum. “Bir şey içeceğim değil mi?”

Dürzü yanımıza kadar yaklaşıyor.

“İçmek mi?” diye söyleniyor. Başımla onaylıyorum. Malak’a bakıyor.

“Problem zaten içecek bir şey olmaması,” diyor Malak. Pandik olan biri için oldukça felsefi bir söylem. Haydi bakalım.

“Yani?”

Yanisini duymak istediğimden emin değilim.

“Mesele değil,” diye bağırıyor Dürzü. “Ben hallederim. Malak’a bakıyor yine. “Dedim ya, pandik bu.”

“Sus,” diye itiraz ediyor Malak. “Duyacak yine.”

Duyuyorum da. İlkinden daha koyu bir karanlığa yuvarlanmadan hemen önce. Dürzü’nün Memişli’yi de götürmek için Malak’a yalvarışlarını işitiyorum hayal meyal. Malak görevin kutsallığından bu nedenle kızı götürmenin yanlışlığından bahsederken ensemden şakaklarıma doğru yayılan incecik sızıyı artık hissetmiyorum. Arada bir Malak’ın Dürzü’ye Şerefsiz’i kızdırmak isteyip istemediğini sorduğunu duyuyorum o kadar. Sonra her şey susuyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ŞEY

  Çook yıllar önce. Babam o zamanlar boyacılık yapıyor. Bir gün sabahın beşinde, -niyeyse kargalar uyanmadan yola çıkıyorduk hep- evden çıkt...