“burasıda ne böyle?
gözlerime
inanamıyorum.”
Uçsuz
bucaksızmış gibi görünen çöp yığınlarıyla burun buruna geldiğimde neredeyse
küçük dilimi yutuyorum. Kavurgan güneşin altında saatlerdir pişen atık
yığınları, sinelerinde uyuttukları envai çeşit kötü kokuyu uyandırmış, matah
bir şey yapıyormuş havasında dört bir yana aralıksız gönderiyor. Burnumun
kırılan direğini parmaklarımın arasına alarak sıkıyorum. Gözlerimi yaşartan
keskin kokuları biraz olsun azaltmak bile bulanıklaşan görüş alanımı yavaş
yavaş eski netliğine döndürmeye yetiyor.
Bu
kadar çöp poşetinin bir araya toplandığına ilk kez tanık oluyorum.
Durduğum
yerde hareketsiz kalmanın bana faydası yok. Çöp yığınları arasında minyatür
kent maketlerindeki gibi iki kişinin zorlanarak yan yana geçebilecekleri kadar
dar ama oldukça uzun patika yollar var. Uzayarak birikmiş çöp yığınlarını tam
ortasından ikiye bölen yaklaşık beş metre enindeki ana yola bağlanıyorlar.
Durdurbaklardan kaçtığım kasabaya açılan en yakın patika yola girerek sağlı
sollu etrafımı çevreleyen çöplerin arasında ilerliyorum. Attığım her adımla
burnumu sıkan parmaklarıma rağmen içimi bulandırmaya yeminli kokuların ağırlığı
artıyor. Yürürken bir yandan sinsice sızan kokuların marifetiyle tekrar
yaşarmaya başlayan gözlerimi kırpıştırarak bulanıklaşmaya yüz tutan görüşümü
netleştirmeye çabalıyor, bir yandan da insanların çöp sayarak neler
atabildiğini görebilmek amacıyla etrafımı seyrediyorum.
Bir
toplumun refah düzeyi çöplüğünden ve çöplerinden belli oluyor.
Bunu
bir yerden duyuyorum. Ya da okuyorum. Şimdi tam hatırlayamıyorum. Duyduğum veya
okuduğum her neyse, ona göre; aynı zamanda o toplumun saygınlığı ve değeri de
yine çöplüklerine bakılarak anlaşılabiliyor. Basit bir içler dışlar hesabı
yani. En çok neye değer veriyorsan, doğal olarak en az onun çöpünü atıyorsun.
Kural bu işte; benim için kıymetli olan benim evimde kalır. Aynı insanların
değer vermedikleri şeylerse, yani bilinçaltlarının yatak altında sakladıkları
ve uzaklaşmak istedikleri her şey ise ancak çöplüklerinden belli oluyormuş. Muş
diyorum çünkü, ben yediğim elmanın çöpünü bilinçaltımda uzaklaşmak istediğim
bir şey olarak değil, düpedüz çöp olduğunu düşündüğüm için atarım. Bunun
altında da yatabileceğini düşündüğüm gizli anlamları deşifre etmek için kendimi
yormam mesela.
Yine
de çöp ve çöplük konusuna geri dönecek olursak, toplum açısından konuyu
irdelemek gerekiyor ve irdelemek amacıyla konuyu örneklemek zorunda kalırsak,
bunu her zaman fermuarını çekmeyi unutan adamın haliyle açıklayabilirim.
Unutkanlığı adamın iç çamaşırı giydiği vakit sorun değil. Fakat ne zaman ki iç
çamaşırı giymeyi de unutkanlık haline getirir, işte o zaman art niyetten
bahsedilir ve suçlu koltuğuna oturtulur.
Çöplükler
toplum adına fermuarların açık unutulduğu mekanlar.
Bu
bağlamda atılan poşetlerin içindekiler ise eski sahipleri olan insanların bir
bakıma hangi koltuğa oturtulması gerektiğini gösterir belgeleri. Evinden çöp
çıkaramayan iki çocuklu ailenin komşusunun çöp kutusunda yarısı yenmiş çikolata
paketleri yahut ekşidiği için buzdolabını kokutmasın diye attığı zeytinyağlı
yemekler varsa eğer, insanlığı kocaman bir soru işaretidir.
Üzerinde
ilerlediğim dar patikanın ana yola kesişmesine yakın sağ tarafımda, şeffaf
naylon bir poşetin içinde gördüğüm kağıt dikkatimi çekiyor. Nedense
çocukluğumdan beri insanların kullandığı eskilere karşı durduramadığım bir
merakım var. Kağıdın kalitesi ilgimi çekiyor daha çok. Önemli yazılarda
kullanılabilecek türden hamur sınıfından ve her köşesi özenle süslenmiş.
Kırılmış yumurta kabuklarıyla aynı poşette, maydanozlara ait olduğunu sandığım
sapların içinde, sıcağın altında sulanan sapların yeşiline bürünmüş ve
buruşturulmuş. Eğiliyorum, bir daha açılmasının gereksizliğinden herhalde, kör
düğümlenerek bağlanmış çöp paketinin, güneşten iyice yumuşayan naylonunu
deliyorum. Parmaklarıma bulaşan ekşimsi maydanoz kokulu neme aldırış etmeden
aceleyle buruşturulduğu belli katlarını aralıyorum.
Üzerinde
damga pulları olan ve pulların üzerine tarafların imza attıkları,
imzalandıkları vakit imzalayanlardan bireysel tarafta olanların birkaç dakika
kendine gelemedikleri o resmi anlaşmalardan biri. Üç dört okunabilir harflerle
yazılmış satırın hemen altında, yakın gözlükler takmak haricinde asla
okunamayacak boyutlarda otuz, kırk satırın bulunduğu muhteviyatının ciddiyetini
belirtir soluk kahverengi bir resmi evrak. Yine de bütün resmiyetine rağmen
alışık olunmadığı derecede köşeleri süslenmiş. Size garip gelebilir ama, evrak;
harflerini seçebildiğim dört satırdan okuduklarım ve bazı tabirlerin
anlamlarını uydurup uydurmadığımdan emin olamadığım için anlayabildiğimi
sandığım kadarıyla bir dostluk anlaşması. İsimlerini okuyamadığım iki kişinin
birbirleriyle ömürlerinin sonuna dek arkadaş kalacaklarına dair verilmiş imzalı
bir kağıt. Öyle ki, ola ki taraflardan biri dostluğu tek taraflı bozacak olursa
karşılığında diğerine oldukça yüklü bir tazminat ödemesini koşul gösteriyor.
İmzalı kağıt şu an çöplükte, içine buruşturularak atıldığı maydanoz saplarının
sularına bulaşmış biçimde, benim ellerimde bulunduğuna göre imzalayan iki
kişiden biri çoktan bahsi geçen bu borç batağına batmış demek.
“Pişt!”
Nereden
geldiği belli olmayan ses ensemden sırtıma doğru uzayan karıncalanma ile bütün
tüylerimi diken diken ediyor. Elimde
olmadan heyecanlanıp en yakınımdaki poşet yığınının arkasına atlıyorum. İyide
yapıyorum, aynı anda az önce gölgesine sığınarak saklanmaya çalıştığım iki bina
arasında pembe üniformalı dört görevli beliriveriyor. Sürünerek daha iyi
gizlenebileceğim yükseklikteki çöp yığınlarının arkasına yerleşiyorum. Aşırı
adrenalin salgılanmasından olacak, yorgunum, sık solumaya başlıyorum. Her nefes
ciğerlerime çektiğimde önce boğazıma batıyor. Olduğum yerde sırt üstü uzanarak
bir süre kalbimin yaptığı en son besteyi dinliyorum. Hava kelimenin tam
anlamıyla beynimi pişirecek denli sıcak. Binlerce çöp dağının yaydığı koku ise
artık burnumun direğini kırmakla işkencesine ara vermiyor, zaten çoktan kırdığı
direği için için sızlatıyor. Parmaklarımla burun deliklerimi sıkarak kapamam
benliğimi yakan kokudan kurtulmama artık yetmiyor. Cebimden Aysel’e ait bende
kalan son parçayı, yani külotunu çıkartıp burun deliklerime bastırıyorum.
Nereden nereye Aysel’e ait külotu bu nedenle kullanacağım aklıma bile gelmiyor.
Yattığım yerden kalkmadan, poşetlerin arasında açtığım küçük bir delikten
etrafı didik didik arayan görevlileri izlemeye başlıyorum. Vücutlarının, özellikle
göğüslerinin kıyafetlerini doldurmalarını göz önüne aldığımda bunların dört
genç kız olduğunu sanıyorum ve hareketlerine bakılırsa en fazla yirmi- yirmi
bir yaşlarındalar. Görevlerini büyük bir ciddiyetle ve ellerinden geldiğince en
ince ayrıntıları dahi gözden kaçırmamaya özen göstererek dikkatle yapıyorlar.
Pembe
üniformasının kolunda büyük siyah bir yıldız olan, ellerini arkasında
birleştirmiş sağı solu alt üst ederek araştıran diğerlerine nereye bakmaları
gerektiği hakkında emirler yağdırıyor. Ne yaptıklarını daha iyi görebilmek için
önümdeki poşet tepesinde az önce açtığım deliği biraz daha büyütüyorum. Çöp
yığınının içinden tutarak dışarı almak istediğim poşetlerden biri tahminimden
fazla ıslak çıkınca tutamıyorum, parmaklarımın arasından kayıyor. Boş teneke
kutularıyla dolu poşet, beklemediğim bir patırtıyla yere düşüyor. Bir anda
kontrolüm dağılıyor. Korkuyla dört görevlinin olduğu tarafa bakıyorum. Aradaki
mesafeyi düşünürsek küçükte olsa çıkan sesi duymamış olmaları ihtimali var.
Bana en yakın olan pembe üniformalı genç kız aramayı bırakıyor ve saklandığım
çöp yığınına dönüyor. Binaların arasında kalan boşluktan çıkıyor ve bana doğru
birkaç adım atarak çöplük alanına giriyor. Diğerleri onun indiğini görmüyorlar.
Onlar üniformasının kolunda büyük siyah yıldız taşıyanın yağdırdığı emirleri
dinliyor, parmağıyla işaret ettiği her noktayı en küçük boşluk bırakmayacak
şekilde didiklemeye devam ediyorlar. Binaların arkasına geçen genç kız ağır
adımlarla saklandığım çöp yığınına doğru ilerliyor. Birden ne oluyorsa dengesi
bozuluyor ve ayağı yerdeki çöp poşetlerinden birine takılıyor. Ellerini
arkasında bağlamış olan siyah yıldızlı görevli neredeyse yanıma gelmiş olan
genç kızı ancak o zaman fark ediyor.
“Sen,”
diye sesleniyor.
Çöplerin
kuşattığı dar patikaya giren görevli yeniden hareket etmek üzereyken duyduğu
sesle olduğu yerde kalakalıyor.
Grubun
başında olduğunu sandığım kadın bu kez, “Sen nereye gittiğini sanıyorsun?” diye
bağırıyor. Ses tonundaki kızgın ifade havadaki yoğun sıcaktan daha yakıcı.
“Çöplük bizim sahamızın dışında, çabuk geri dön.”
Burnumun
dibine kadar gelen genç kız, “Ama bir ses duydum,” diyor. Sesinin titrediğini
fark edebiliyorum. İlkokulda öğretmenin sorusuna bütün sınıfın önünde cevap
vermeye çalışan öğrencinin heyecanıyla devam ediyor. “Sanırım kaçak burada.”
“Olabilir,”
diyerek kestirip atıyor öteki. Net. Üslubundaki kesinlik karşılıklı konuşmayı
bıçak gibi kesiyor. Amir vasfının emir yetkisini kullanarak üstü kapalı bir
tehditle genç kızı uyarıyor sonra. “Görev alanların ve yetkilerin konusunda
benimle tartışmayacaksın umarım.”
Hemen
önümde, yanlışlıkla bile eğilecek olsa burun buruna geleceğim genç kız, üstü
kapalı imanın altında yatan tehdidi anlayıp amirini başıyla onaylıyor. Yumruk
yaptığı sağ elini önce sol göğsüne, arkasından alnına dokunduruyor, daha sonra
dirseği etrafında hızla çizdiği dairenin bitiminde bütün gücüyle dudaklarına
götürüp şapırtılı bir öpücük sesiyle selamını tamamlıyor.
“Asla
efendim.”
Amir
olduğu her hareketinden belli olan siyah yıldızlı üniformalı kadın,
karşısındaki genç kıza korku veren gücünün hazzıyla yayvan yayvan devam ediyor.
“İyi, o zaman derhal geri gel. Bu çöplük birliklerinin işi.”
Genç
kız son bir kez gizlendiğim çöp yığınından taraf bakıyor. Dudakları belli
belirsiz, büyük ihtimal kolunda siyah yıldız taşıyan amirinin cinsel hayatı
üzerinde varsayımlar içeren sessiz cümleler kurarak geri dönüyor. Siyah
yıldızlı genç kız çöplük alanından çıkmak üzereyken kolundaki saatine bir göz
atıyor ve iki bina arasındaki son kalıntıların altına bakan diğer ikisine
dönerek sesleniyor. “Haydi toparlanın neredeyse öğle arası olacak, merkeze geç
kalmayalım. Durdurbakların sorumluluğu buraya kadar, bundan sonrası
durdursorların işi.”
Yattığım
yerde derin bir nefes alarak ciğerlerimde biriktirdiğim karbondioksiti dışarı
atıyorum. Aldığım derin havaya yapışan metan gazının soluk borumu yakmasına
rağmen, vücudum içine giren taze havayla ağırlaşan halinden biraz olsun
sıyrılıyor. Sesimin duyulmasından korkarak birkaç kere kesik kesik öksürüyorum.
Hemen önüme kadar gelen görevli kız yalnızca önündeki herhangi bir çöp poşetini
kaldırmış olsa beni görecek. Bugün kendimi ikinci kez nedenini anlayamadığım
bir durumdan ötürü arananlar listesinde buluyorum ve yine ikinci kez sebebini
anlayamadığım kurallar yüzünden aramaktan vazgeçtikleri için yakalanmaktan son
anda kurtuluyorum. Görev yeri çizgileri o kadar keskin çizgilerle ayrılıyor ki,
çizginin diğer tarafı görevlileri asla ilgilendirmiyor.
Birden
ayağa kalkıp ben buradayım desem bu kurallarını bozup bozmayacaklarını merak
ediyorum. Tam içimden gelen bu ani isteğe daha fazla karşı koyamayacağımı
düşünürken kulaklarımda uğuldayan üç kısa siren sesiyle olduğum yerde
büzülüyorum. Duyduğum ani siren sesleri midemde kramplara yol açıyor, yemek
borum boyunca çeneme uzayan ip ince bir yanmayı da peşinde getiriyor. Elimden
geldiğince kısmaya çalıştığım birkaç öksürükle ağzıma kadar çıkan safrayı
tekrar yutuyorum. Açtığım delikten baktığımda iki binanın arasındaki boşlukta
kimsecikleri göremiyorum.
Az
önce elimden kayarak düşürdüğüm poşet dikkatimi çekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder