28 Haziran 2025 Cumartesi

SEÇİLMİŞ OLAN 21

 

“şşşt, ses çıkarmadan

gel yanıma.”


Daha önce duyduklarıma benzemeyen bir siren sesiyle uyanıyorum. Kulakları uğuldatan, futbol maçlarında fanatik taraftarların kendilerini kaybedip öküz böğürtüsü benzeri ses çıkartan bir siren sesi. Kapının önünde giderek artan bir uğultu ben hiçbir anlam veremeden büyüyor. Yattığım yerden doğruluyorum. Suratsız’a bakınıyorum. Yatakta yok. Uyku sersemi gözlerim yarı kapalı odayı araştırıyorum. Pencerenin önünde. Ayakta. Perdenin arkasından dışarıyı seyrediyor.

Uyandığımı fark ediyor.

“Geldiler,” diyor.

Bana dönmüyor yine de, gözlerini diktiği pencerenin öte yanından çevirmiyor.

Ayağa kalkarak Suratsız’ın yanına ilerliyorum. Yanına yaklaştığımı hissetmiş olmalı, parmağıyla dışarıyı gösteriyor. Omzunun üzerinden başımı uzatarak, tıpkı onun yaptığı gibi, perdenin arkasında işaret ettiği sokağa bakıyorum. Gecenin karası ateş böcekleri üşüşmüşçesine yanan küçük ışıltılarla dolu. Esen hafif rüzgarın dokunuşlarıyla dalgalanan mumların alevleri koyu geceyi karnaval havasına sokuyor. Bütün köy kulübenin önüne toplanmış, ellerinde tuttukları birbirinin tıpatıp benzeri mumların aydınlığında hep bir ağızdan garip bir şarkı mırıldanarak içine tıkıldığımız kulübeye doğru ağır adımlarla yaklaşıyorlar.

Kapıya on adım kadar kala duruyorlar.

Suratsız, belki okuldayken öğretildiği için, belki de daha önce tanıdığı insanlara yapılan törenlere katıldığından  -katılmak zorunda bırakıldığından belki- bildiği seremoniyi anlatmaya başlıyor.

“Mumlar karanlığı aydınlattığımızın sembolüdür.”

Aynı mumlar ölüme çok az kaldığının da habercisi aynı zamanda. Suratsız bunu söylemiyor.

“Karanlıksa çekmekle yükümlü olduğumuz cezamız.” O halde ölüm cezanın bitmesi bir bakıma. Hastalıklı bir yaklaşım bence. Suratsız kafamdaki fırtınadan habersiz. “Şimdi kutsal refakatçi öne çıkıp kapıyı çalacak,” diyor. Sesinde duymayı beklediğim korkudan eser yok. Cesur olduğu da söylenemez ama, yine de ayakta durabiliyor.

“Hangisi o?” diye soruyorum.

Sesim onun yerine birisinde olması gerekir o korkmuyor madem sen kork yükümlülüğünü taşıyor.

Cevap vermesine gerek kalmadan kukuletalı, açık mavi tuhaf giysili yirmi yaşlarındaki bir erkek kalabalığın arasından çıkıp kapıya doğru ilerliyor. Her adım atışında bir müddet duralıyor, dudaklarını kıpırdatarak sadece kendisinin işittiği kelimelerle mırıldanıyor. Arkasında hareketlerini az önceki coşkularından çok uzak, neredeyse tam bir ölüm sessizliğinde seyreden köy halkı, kıpırdasalar büyü bozulacak korkusuyla soluk dahi almıyor.

Suratsız kapıya yaklaşan tuhaf mavi kıyafetli gencin hareketlerini izlemeyi sürdürüyor. Başını çevirmeden, “Su aslında renksizdir, biliyor musun?” diye konuşuyor. Gözlerini kapıya giderek yaklaşan adama dikmiş. “Aslında su, neyin altındaysa onun rengini alır.” Doğru söylüyor. Açıklarda okyanusun mavi olmasının nedeni ve orman ortasından geçen nehirlerin yeşil görünmesinin sebebi de bu. “Kutsal refakatçi bu yüzden açık mavi giysiler giyer. Suyun rengi mavi diye yani. Ama yanlış. Su şeffaftır, rengi yoktur suyun.”

Asıl yanlış olan otuz yaşındaki sağlıklı bir adamın kendi işlemediği bir suçun cezasını çekerek sadece otuz yaşına geldiği için yok edilmesi. Ve bunun adı kanun.

“Haklısın,” diyorum.

Suçu işleyenlerin ölümsüzlüğe mahkumiyetleri gibi. Suratsız’ın ifadesiyle, karanlığı aydınlattıkları gibi yani.

Gülümsüyor.

“Suyun günahı yok aslında,” diye fısıldıyor.

“Günahı mı?”

Ruhu olmayanın günahı mümkün mü zaten ya da aklı olmayanın vebali.

“Abim suya çevrildiğinde suyundan içmedim hiç,” diyor. Yüzünü buruşturuyor. Aklına düşen geçmişi hafızasında eskittiği bir bardak suyu boğazına dizmiş gibi yutkunuyor. “İçemedim. O kadar güzel gülerdi ki yüzüne. Sonra suya kızdım, gülüşünü alıp götürdü diye. Ağabeyimi alıp götürdü diye. O kadar güzel gülerdi ki.” Sesi kırgın insanların sesi. Susuyor. Kırgın insanlar nasıl susar, öyle susuyor. İçindeki hesaplaşmanın ağırlığını yaşıyor. “Suyun ne kabahati var ki?” diyerek derin bir nefes alıyor. Tekrar pencereye dönüyor ve bakışlarını kulübenin dışındaki genç adama sabitliyor. “Say şimdi.”

“Saymak mı?” diye soruyorum. Neyi?

“Evet,” diyor. 

“Neyi sayayım.”

Şaşkınlığımın aklıma vurduğu kelepçe dilimi bağlıyor. Bir dilimin ucuna gelmiyor.

İmdadıma Suratsız yetişiyor. “Bir…” diyor.

Gözlerini diktiği yere bakıyorum.

“İki…”

Kutsal refakatçi dediği adam dudaklarını kıpırdatarak, sonuna varmak üzere olduğu kutsal cümleleri  eşliğinde kapıya uzanıyor.

“Üç.”

Kapının ahşabına üç kez vuran yumruğun sesini duyuyorum.

“Haydi gidip açalım,” diyor.

Açmayalım diyemiyorum. Otomatiğe takılmış adımlarla yatağın bitişiğindeki sandalyenin üzerinden mavi pelerini alıp boynuna takıyor. Çocukluğunda mutlaka bu alıştırmaya eğitilmiş parmakları yüzlerce defa tekrarlasam da asla benzerini yapamayacağım karışık bir düğümü ustalıkla atıyor.

“Nasıl görünüyorum?” diye soruyor.

O zaman beyaza yakın açık mavi entari tarzı tek parça bir kıyafet giydiğini fark ediyorum.

“Güzel,” diyebiliyorum. Düğüne gitmiyorsun ama, diyemiyorum.

Aynı otomatik adımlarla bu kez kapıya gidip kapı tokmağını tutuyor.

“İnsan garip varlık,” diyor. “Suyu içmek için can atıyoruz ama su olmaktan kaçıyoruz.”

“Su olmak insanın görevi değil ki?” diye karşılık veriyorum. Bildiğim hiçbir din ya da hiçbir kanun insanın sorumlulukları arasına su olmak görevini yüklemiyor. Burası hariç.

Yüzüme bakıyor. Gülümsüyor. Gülümsemesi canımı yakıyor bu defa. Bir daha göremeyeceğim bu gülüş kapı açılınca alınıp götürülecek.

“Sende mi akıl okuyabiliyorsun?” diyor. Kapıyı açmadan dışarıya sesleniyor. “Kim o, kapımı çalan?”

Dışarıdan kutsal refakatçinin sesi geliyor. Olabildiğince iğrenç cırtlak bir ergen sesi.

“Benim seni ışığa götürecek olan rehber.”

Bu sesle mi?

“Sen olduğuna nasıl inanayım?”

İnanma diye yalvarıyorum içimden. İnanma ve sakın kapıyı açma. Belki giderler. Bir de sus, içerde olmadığımıza başka türlü inanmazlar.

“Suyun rengiyle geldiğimi kokla öyleyse ve suyun kokusunu gör.”

Ben demiştim. Artık çok geç.

“Evet, sensin,” diyor Suratsız ve kapıyı açıyor. “Sen kutsal refakatçisin. Suyun kokusunu alabiliyorum ve artık seni görebiliyorum. Hoş geldin, gecen gün gibi aydın olsun.”

“Sana da müjdeler olsun kutsal akışkan, hayat vereceğin ebediyete hazır mısın?”

Derin bir nefes alıyor Suratsız. Belli belirsiz bana bakıyor. Canımı yakan gülümsemesi yüzünde eriyip gidiyor sonra. Canım yanmaya devam ediyor yine de. Olanlar yanlış. Böyle olmamalı. Birileri çıkmalı ve bu gidişata bir dur demeli. Suratsız’la çöplükte karşılaştığımız an gözlerimizin önüne geliyor. Kaçmasının nedenini anlıyorum sanırım.

Suratsız, “Hazırım,” diyor.

“Öyleyse beni takip et.”

Suratsız dışarı adım attığı zaman kapıda sessizce bekleyen topluluğun sevinç çığlıkları kulübenin camlarını titretiyor. Arkasından kapıyı kapıyorlar. Kapı kapanmadan görebildiğim kadarıyla kulübedeyken bizi bekleyen herhangi bir nöbetçi yok. Buna rağmen kaçmak için en küçük bir çaba göstermiyoruz. Nedenini anlayamıyorum. Gerçi doğrusunu söylemek gerekirse şimdiye dek neyi anlayabiliyorum ki? Suratsız’da biliyor kapıda nöbetçi dikilmediğini. Kendisi söylüyor zaten. Yanlış hatırlamıyorsam bir ara söz verdiğinden bahsediyor, çocukluk çağında okuduğu okulda her sabah hem de ve yine aklımda yanlış kalmamışsa verdiğin sözü tutmamak büyük bir günah.

Cehennemde devamlı yanacağına su olmak için bir kere yan mantığı.

Sırf çocukken verdiği bir sözü tutmak adına kaçmak yerine ölmeyi seçmek bana hiç doğru gelmiyor. Peki ben kaçmaya uğraştım mı? Hayır. Ben de Suratsız anlattığı için kapıda nöbetçi olmadığını biliyorum oysa. İhtimalinin yüksekliğinden eminim diyelim daha doğrusu. Ama arkadaşımı öleceği son birkaç saatinde yalnız bırakıp gidemiyorum. Belki de ölüm benim için gelmediğinden, bilemiyorum, terk edemiyorum onu. Hem kalırım diye söz verip vermediğimden emin olamıyorum. Sonra başımıza ne geliyorsa verdiğimiz sözleri tutmadığımızdan gelmiyor mu?Göğsü kıllı yaşlı adamın mağarada yaptığı konuşmayı anımsıyorum. Ne demişti yaşlı adam; İnsan söz verendir.

Bir de dördüncü ihtiyardan bahsediyor. Anladığım kadarıyla Suratsız’ın bile adını duymadığı başka bir yaşlı adamdan.

O kimse, eninde sonunda karşılaşacağım ve bana kendimi tanımamı sağlayacak.

Onunla henüz tanışmadığıma göre Azrail’in benimle ilgili bir planı yok henüz.

Kendimle tanıştıktan sonra da köye su getireceğim. Bilmediğim bir köyde tanıdığım tek adamı su olsun diye az önce köylülerin ortasına gönderiyorum. En azından yapmam gerekeni yapıyorum sanırım; Köye su getiriyorum. Suratsız’ın suyunu.

Köylülerin uzaklaştıkları için giderek azalan uğultularını dinlerken pencereden bakmaya korkuyorum. Suratsız’ın giderayak endişelenip vakur duruşundan sıyrılabileceğinden ve arkasından ömrümün sonuna dek hafızama saplanıp kalacak beni kurtar bakışlarını görmekten çekiniyorum. Elimden gelebileceğin yetersiz kalıp umduğum sonuca götüreceğinden emin olamıyorum. Yapabildiğim ancak bu. Tabiri caizse başımı kuma gömüyorum ve görmediğimin olmadığını varsayıyorum.

Vicdan görmeyince daha çabuk yatışıyor.

 

“güneş içinde doğsun ve orada uyusun hep.”

 

Kulübenin dışındaki karanlık gece eski derin sessizliğine gömülüyor yine. Başımı dayadığım yastığın kumaş kokusunu ciğerlerime doldururken gözlerimi kapatıp uykunun gelmesini bekliyorum.

Uyku gelmiyor ama.

Onun yerine başka bir konuğum var.

Suratsız’ı su olsun diye köy halkına teslim edişimden yirmi dakika  kadar sonra beni almaya gelen on sekiz yaşlarındaki genç kız, esenlik temalı kullandığını sandığım bu cümleyle selamlıyor beni ve tören için hazırlanmam gerektiğini bildiriyor.

“Güneş içine doğsun ve orada uyusun hep.”

Suratsız’ın su olma merasimine katılmam yasak. Kulübede beni ziyarete gelen kız bu yasağı şahsıma yapılmış almamamı, vatan hainliği için böyle cezalandırılmanın gerekliliğini dört kısa kelimeyle anlatıyor ve kendi törenim için hazırlanmam gerektiğini tekrarlıyor.

“Su olmak bakanları da temizler.”

Oysa vatan hainliği kirli bir meslek ve kirli kalması gerekiyor.

Benim mahkeme diye nitelendirdiğim toplantıya, sanki her şey yolundaymış gibi sakin davranan genç kızın tören demesi kötü günler için biriktirdiğim bütün cesaretimi kırıyor.

Örümcek ağına takılan sinekler birkaç umutsuz kıpırdanmanın ardından takıldıkları ağda kıpırdamadan beklerler. Kapıda nöbetçi yok ve karşımda kolayca atlatabileceğim ufak tefek bir kızcağız duruyor. Yapacak bir şey yok hissi içine düştüğün ağ ya da mahkeme adı her neyse, kolun kanadın kırılmasına neden oluyor ve ağın ya da mahkemenin, her neyse işte, sahibi kimse, onun kurallarına uymanı zorunlu kılıyor. Zorunda bırakıyor.

Genç kız yatağın bitişiğindeki dolapta bana uygun bir tören elbisesi olduğunu söylüyor.

“Onu giyin lütfen.”

Ve acele etmemi rica ediyor.

Gösterilen dolabın kapısını açıyorum. Sarı renkli geniş bir gömlek ve aynı renkte yine bol bir pantolon tam benim bedenime göre hazırlanmış, özenle ütülenmiş ve itinayla katlanarak dolabın içindeki tek askılığa asılmış. Gömleği alıp katlarını açtıktan sonra göğsüme tutuyorum.

“Sanki benim için hazırlanmış,” diyorum.

Kız üzerime tuttuğum gömleğe bakıyor. “Zaten senin için hazırlandı,” diye cevaplıyor. “Çabuk ol lütfen, tören başlamak üzere,” diyor arkasından. “Geç kalırsam ceza alırım.”

Dedim ya tören kavramlarımız anlam açısından pek uyuşmuyor.

“Ne töreni bu?” diye soruyorum.

Kızın kaşları dudaklarımdan dökülen kelimeler daha odanın içerisine dağılmadan alnında sen ne diyorsun açılanması yaparak çatılıyor.

“Ne töreni mi?” diye soruyor. Kendisinin yeni idrak ettiği, benimse köyde rastladığım yaklaşık herkesten duyduğum gerçeği hatırlatıyor yeniden. “Sen yabancısın galiba?”

Evet, yabancıyım ben.

“Bunu en başından beri söylüyorum zaten,” diyorum. “Evet yabancıyım, ne töreni bu?”

“Sudaş Suratsız’ın kutsal akışkanlık töreni tabii ki,” diyor. Sarışın adamı henüz suya çevirmemişler. Henüz yaşadığını bilmek içimi rahatlatıyor biraz. “Başka ne olacak. Önce mahkemeye çıkacak, arkasından bütün köyü gezerek son kez anılarını hatırlayacak ve en son ağlama ağacının altında ağlayarak günahları için af dileyecek.”

Kendine ait olmayan günahları için.

“Sonra?” diye soruyorum.

Omuzlarını silkiyor, o kadar sıradan ve o derece kolay bir sıralama dile getirdiği. “Sonra sabaha kadar ona uyacağız. Ne isterse o olacak. Neyi isterse ona verilecek.”

“Neyi isterse öyle mi?” diye soruyorum.

Genç kızın yanakları kıpkırmızı oluyor birdenbire.

“Hayır,” diyor başını sallayarak. “Su şafağında bir tek o olmaz. Haydi şimdi giyin ben sırtımı dönüyorum.”

“Bir dakika,” diyorum.

Yüzüne yapıştırdığı yine ne var ifadesiyle bana dönüyor.

“Yine ne var.”

“Peki ben,” diye fısıldıyorum. “Bana ne olacak?”

Genç kız, “Sana demin de söylediğim gibi sen Sudaş Suratsız’ın kutsal akışkanlık törenine katılamazsın. Sen kulübede kalacak ve hazırlanmış olarak kendi mahkemeni bekleyeceksin,” diyor. “Sonra…” Susuyor. Yutkunduğuna yemin edebilirim.

Yarısındayken kesilen cümleler oldum olası mideme kramplar girmesine yol açıyor.

“Sonra ne?” Sayısını bilmediğim bir sürü çekirge göğsümün altında kıpırdanmaya başlıyor. “Sonra ne?” diye tekrarlıyorum. Sesim her tekrarda biraz daha cılızlaşıyor.

Genç kız başladığı için binlerce kere pişman olduğu her halinden belli ve sonunu getirmeye asla gücünün yetmeyeceğini bildiği cümlesini, “Haydi şimdi giyin geç kalmayalım, beni bekliyorlar,” deyip kestirip atıyor. Tıpkı Suratsız’ın kulübeden alındığında benim yaptığımın aynısı sırtını dönerek vicdanını rahatlatıyor.

Israrla, “Sonra ne olacak?” diye yineliyorum.

Ne olacaksa bana olacak ve bana ne olacağını bilmek benim en doğal hakkım. Herhalde. Sonuncuyu içimden söyleyip söylemediğimden emin olamıyorum.

Kız sırtı hala bana dönük, eliyle önünde durduğum dolabın altındaki kapağı işaret ediyor. Duymazdan gelmek en kestirme yol ve en kolay yolu seçiyor.

“Alt çekmecede sarı boyun bağın da var, onu da takmayı unutma,” diyor ve tehdit mi, değil mi bilemiyorum ekliyor. “Bak kırk yediye kadar sayacağım ona göre.”

Niye elliye kadar  değil peki? 

“Niye elliye kadar değil?”

“Bir…”

Aceleci hareketleriyle benim de iki ayağımı bir pabuca sokan genç kızın işaret ettiği çekmeceyi çekiyorum. Sarı bir boyun bağı çekmecenin tam ortasına gelişi güzel serpilmiş çeşitli çiçek yaprakları arasına itinayla yerleştirilmiş. Alıyorum. Mis gibi kokuyor.

“İki…”

Kurulu saate bağlanmış kızın monoton sesi iyice geriyor beni. Daha  sayılacak kırk beş var ama, sıkıntı basıyor.

“Germe lütfen,” diyorum.

“Üç,” diye devam ediyor. Bana dönüyor. Yüzüne çok yakışan bir gülümsemeyi yanaklarına takıp sırıtıyor. “Tamam ama, sende çabuk ol.”

Güzel bir kız. Güzel gözleri var ve konuşurken takındığı mahcup ifade gözlerini öne çıkarıyor. Bakmasını biliyor yani. Babam çok konuşmuyor benimle diyorum ya, ender verdiği öğütlerinden biri de şu; İleride seveceğin kızın gözleri güzel olmasın önemli değil, ama bakması mutlaka güzel olsun.

Aysel’in bakmasını çıkaramıyorum.

Başımla anlaştık işareti yapıyorum. Sarı boyun bağını boynuma takarken göz ucuyla genç kızı süzüyorum. Sırtını dönüyor tekrar.

“Adın ne senin?” diye soruyorum. İçimden bir ses Vesikalı örneğini hatırlatarak sorma diyor sanki. Geç kalıyorum.

Genç kız kıkırdıyor.

“Yanlış bir şey söylemedim, değil mi?” diye soruyorum.

Tekrar kıkırdayarak cevaplıyor beni.

“Memişli,” diyor.

Sorduğuma soracağıma pişman olacağımı biliyorum halbuki. Kim kızına böyle bir isim verir diye düşünmüyorum bile, öyle ya karısının adı Vesikalı olan biri olarak ne diyebilirim ki?

‘Kayınçosunun adı Pezo olan biri aynı zamanda.’

“Peki Memişli, sen kaç yaşındasın?” diye soruyorum. Aslına bakılırsa adının aksine oldukça zayıf. Adını hak edecek ayrıntıları belli bile değil neredeyse.

Sadece kıkırdıyor. On sekiz olmadığından eminim.

“On beş,” diyor.

“Yani on beş yıl sonra su olacaksın öyle mi?” diye soruyorum.

Bu kez kıkırdamıyor. Metalik bir tonda teybe kaydedilmiş ezber eşliğinde monoton bir sesle konuşuyor.

“Hayırlı su sabahını görürsem kıvançla.”

“Bu doğru mu sence?” diyorum. “Yani tam kişiliğini kazanmaya başlayıp hayatı benimsediğin yaşlarda hayata veda etmek doğru mu sence?”

Susuyor. Yüzüne yakıştırdığı gülümsemesi yüzündeki girintilerin içlerine saklanıyor. Ellerini nereye koyacağını bilemiyor. Aynı pabuca bu kez kendisi iki ayağını sokmama uğraşı veriyor.

“Hem de bile bile.”

Tek kelime yok.

“Ne için peki?” diye soruyorum.

“Su olmak kutsaldır,” diye mırıldanıyor. Duymakla duymamak arası çıkıyor sesi. “Kutsal olabilmekse cesaret ister.”

Ezberletildiği belli, bilinçaltına kazınmış satırları çarpım tablosunu sayar gibi bir çırpıda noktasına dek tamamlıyor. Cesur olmak aptal olmayı ya da hakkını aramamayı gerektirmemeli. Hem korkmak bazen uzun yaşayabilmek ihtimalini de arttırıyor. Önemli yani. Su gibi.

“Gecenin karanlığına karşı ayakta durmak, kahraman ruh ve basiret ister.”

“Bu ne?” diyorum. “Marş mı?”

Gülümseyerek bana bakıyor. Suratını ele geçiren yaşlı kadın geldiği gibi gidiyor ve Memişli, birden on beş yaşına hızla geri dönüyor. Yüzünün girintilerine sinen gülümsemesini eski yerlerine takıyor yeniden.

“Evet,” diyor sevinçle. “Kutsal akışkanlık marşı. Köyde hepimiz ezbere biliriz.”

İki küçük gamze, her iki yanağında gözlerindeki parıltıyı yansıtarak parlıyor. Gözlerinde çok değil belki de iki yıl önce oynadığı oyunların anıları canlanıyor. Belki de hala oynadığı. Sırtına yüklenen ciddiyetin ağırlığı altında ezildiğini unutuveriyor bir an. Tek unuttuğu bu değil ama. Giyinmeye çalıştığımı fark edince hemen arkasına çevriliyor.

“Özür dilerim,” diye fısıldıyorkıkırdayarak.

“Önemli değil,” diyorum.

“Saymaya devam edeyim mi?” diye soruyor.

“Hayır,” diye sesleniyorum. “Gerek yok, az kaldı. Bitiyor.”

Kıkırdıyor belli belirsiz.

“Dört,” diyor neşeyle.

Sahte bir bezginlikle, “Hayır,” diye bağırıyorum. Çocuk daha.

Kıkırdamasını sürdürerek “Beş,” diyor.  Ardından, “Altı… yedi… sekiz.”

Dokuzu duyduğumu hatırlayamıyorum. En azından sekiz yıldız gözlerimin önünde uçuşurken genç kızın sırtı dönük neşeyle kıkırdadığını ayırt edebiliyorum o kadar. Sonrası zifir karanlık ve arı vızıldamasını andırır ıslık sesleri.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

SEÇİLMİŞ OLAN 21

  “şşşt, ses çıkarmadan gel yanıma.” Daha önce duyduklarıma benzemeyen bir siren sesiyle uyanıyorum. Kulakları uğuldatan, futbol maçları...