“şşşt, ses çıkarmadan
gel yanıma.”
Daha
önce duyduklarıma benzemeyen bir siren sesiyle uyanıyorum. Kulakları uğuldatan,
futbol maçlarında fanatik taraftarların kendilerini kaybedip öküz böğürtüsü
benzeri ses çıkartan bir siren sesi. Kapının önünde giderek artan bir uğultu
ben hiçbir anlam veremeden büyüyor. Yattığım yerden doğruluyorum. Suratsız’a
bakınıyorum. Yatakta yok. Uyku sersemi gözlerim yarı kapalı odayı
araştırıyorum. Pencerenin önünde. Ayakta. Perdenin arkasından dışarıyı
seyrediyor.
Uyandığımı
fark ediyor.
“Geldiler,”
diyor.
Bana
dönmüyor yine de, gözlerini diktiği pencerenin öte yanından çevirmiyor.
Ayağa
kalkarak Suratsız’ın yanına ilerliyorum. Yanına yaklaştığımı hissetmiş olmalı,
parmağıyla dışarıyı gösteriyor. Omzunun üzerinden başımı uzatarak, tıpkı onun
yaptığı gibi, perdenin arkasında işaret ettiği sokağa bakıyorum. Gecenin karası
ateş böcekleri üşüşmüşçesine yanan küçük ışıltılarla dolu. Esen hafif rüzgarın
dokunuşlarıyla dalgalanan mumların alevleri koyu geceyi karnaval havasına
sokuyor. Bütün köy kulübenin önüne toplanmış, ellerinde tuttukları birbirinin
tıpatıp benzeri mumların aydınlığında hep bir ağızdan garip bir şarkı
mırıldanarak içine tıkıldığımız kulübeye doğru ağır adımlarla yaklaşıyorlar.
Kapıya
on adım kadar kala duruyorlar.
Suratsız,
belki okuldayken öğretildiği için, belki de daha önce tanıdığı insanlara
yapılan törenlere katıldığından
-katılmak zorunda bırakıldığından belki- bildiği seremoniyi anlatmaya
başlıyor.
“Mumlar
karanlığı aydınlattığımızın sembolüdür.”
Aynı
mumlar ölüme çok az kaldığının da habercisi aynı zamanda. Suratsız bunu
söylemiyor.
“Karanlıksa
çekmekle yükümlü olduğumuz cezamız.” O halde ölüm cezanın bitmesi bir bakıma.
Hastalıklı bir yaklaşım bence. Suratsız kafamdaki fırtınadan habersiz. “Şimdi
kutsal refakatçi öne çıkıp kapıyı çalacak,” diyor. Sesinde duymayı beklediğim
korkudan eser yok. Cesur olduğu da söylenemez ama, yine de ayakta durabiliyor.
“Hangisi
o?” diye soruyorum.
Sesim
onun yerine birisinde olması gerekir o korkmuyor madem sen kork yükümlülüğünü
taşıyor.
Cevap
vermesine gerek kalmadan kukuletalı, açık mavi tuhaf giysili yirmi yaşlarındaki
bir erkek kalabalığın arasından çıkıp kapıya doğru ilerliyor. Her adım atışında
bir müddet duralıyor, dudaklarını kıpırdatarak sadece kendisinin işittiği
kelimelerle mırıldanıyor. Arkasında hareketlerini az önceki coşkularından çok
uzak, neredeyse tam bir ölüm sessizliğinde seyreden köy halkı, kıpırdasalar
büyü bozulacak korkusuyla soluk dahi almıyor.
Suratsız
kapıya yaklaşan tuhaf mavi kıyafetli gencin hareketlerini izlemeyi sürdürüyor.
Başını çevirmeden, “Su aslında renksizdir, biliyor musun?” diye konuşuyor.
Gözlerini kapıya giderek yaklaşan adama dikmiş. “Aslında su, neyin altındaysa
onun rengini alır.” Doğru söylüyor. Açıklarda okyanusun mavi olmasının nedeni
ve orman ortasından geçen nehirlerin yeşil görünmesinin sebebi de bu. “Kutsal
refakatçi bu yüzden açık mavi giysiler giyer. Suyun rengi mavi diye yani. Ama
yanlış. Su şeffaftır, rengi yoktur suyun.”
Asıl
yanlış olan otuz yaşındaki sağlıklı bir adamın kendi işlemediği bir suçun
cezasını çekerek sadece otuz yaşına geldiği için yok edilmesi. Ve bunun adı
kanun.
“Haklısın,”
diyorum.
Suçu
işleyenlerin ölümsüzlüğe mahkumiyetleri gibi. Suratsız’ın ifadesiyle, karanlığı
aydınlattıkları gibi yani.
Gülümsüyor.
“Suyun
günahı yok aslında,” diye fısıldıyor.
“Günahı
mı?”
Ruhu
olmayanın günahı mümkün mü zaten ya da aklı olmayanın vebali.
“Abim
suya çevrildiğinde suyundan içmedim hiç,” diyor. Yüzünü buruşturuyor. Aklına
düşen geçmişi hafızasında eskittiği bir bardak suyu boğazına dizmiş gibi
yutkunuyor. “İçemedim. O kadar güzel gülerdi ki yüzüne. Sonra suya kızdım,
gülüşünü alıp götürdü diye. Ağabeyimi alıp götürdü diye. O kadar güzel gülerdi
ki.” Sesi kırgın insanların sesi. Susuyor. Kırgın insanlar nasıl susar, öyle
susuyor. İçindeki hesaplaşmanın ağırlığını yaşıyor. “Suyun ne kabahati var ki?”
diyerek derin bir nefes alıyor. Tekrar pencereye dönüyor ve bakışlarını
kulübenin dışındaki genç adama sabitliyor. “Say şimdi.”
“Saymak
mı?” diye soruyorum. Neyi?
“Evet,”
diyor.
“Neyi
sayayım.”
Şaşkınlığımın
aklıma vurduğu kelepçe dilimi bağlıyor. Bir dilimin ucuna gelmiyor.
İmdadıma
Suratsız yetişiyor. “Bir…” diyor.
Gözlerini
diktiği yere bakıyorum.
“İki…”
Kutsal
refakatçi dediği adam dudaklarını kıpırdatarak, sonuna varmak üzere olduğu
kutsal cümleleri eşliğinde kapıya
uzanıyor.
“Üç.”
Kapının
ahşabına üç kez vuran yumruğun sesini duyuyorum.
“Haydi
gidip açalım,” diyor.
Açmayalım
diyemiyorum. Otomatiğe takılmış adımlarla yatağın bitişiğindeki sandalyenin
üzerinden mavi pelerini alıp boynuna takıyor. Çocukluğunda mutlaka bu
alıştırmaya eğitilmiş parmakları yüzlerce defa tekrarlasam da asla benzerini
yapamayacağım karışık bir düğümü ustalıkla atıyor.
“Nasıl
görünüyorum?” diye soruyor.
O
zaman beyaza yakın açık mavi entari tarzı tek parça bir kıyafet giydiğini fark
ediyorum.
“Güzel,”
diyebiliyorum. Düğüne gitmiyorsun ama, diyemiyorum.
Aynı
otomatik adımlarla bu kez kapıya gidip kapı tokmağını tutuyor.
“İnsan
garip varlık,” diyor. “Suyu içmek için can atıyoruz ama su olmaktan kaçıyoruz.”
“Su
olmak insanın görevi değil ki?” diye karşılık veriyorum. Bildiğim hiçbir din ya
da hiçbir kanun insanın sorumlulukları arasına su olmak görevini yüklemiyor.
Burası hariç.
Yüzüme
bakıyor. Gülümsüyor. Gülümsemesi canımı yakıyor bu defa. Bir daha göremeyeceğim
bu gülüş kapı açılınca alınıp götürülecek.
“Sende
mi akıl okuyabiliyorsun?” diyor. Kapıyı açmadan dışarıya sesleniyor. “Kim o,
kapımı çalan?”
Dışarıdan
kutsal refakatçinin sesi geliyor. Olabildiğince iğrenç cırtlak bir ergen sesi.
“Benim
seni ışığa götürecek olan rehber.”
Bu
sesle mi?
“Sen
olduğuna nasıl inanayım?”
İnanma
diye yalvarıyorum içimden. İnanma ve sakın kapıyı açma. Belki giderler. Bir de
sus, içerde olmadığımıza başka türlü inanmazlar.
“Suyun
rengiyle geldiğimi kokla öyleyse ve suyun kokusunu gör.”
Ben
demiştim. Artık çok geç.
“Evet,
sensin,” diyor Suratsız ve kapıyı açıyor. “Sen kutsal refakatçisin. Suyun
kokusunu alabiliyorum ve artık seni görebiliyorum. Hoş geldin, gecen gün gibi
aydın olsun.”
“Sana
da müjdeler olsun kutsal akışkan, hayat vereceğin ebediyete hazır mısın?”
Derin
bir nefes alıyor Suratsız. Belli belirsiz bana bakıyor. Canımı yakan
gülümsemesi yüzünde eriyip gidiyor sonra. Canım yanmaya devam ediyor yine de.
Olanlar yanlış. Böyle olmamalı. Birileri çıkmalı ve bu gidişata bir dur demeli.
Suratsız’la çöplükte karşılaştığımız an gözlerimizin önüne geliyor. Kaçmasının
nedenini anlıyorum sanırım.
Suratsız,
“Hazırım,” diyor.
“Öyleyse
beni takip et.”
Suratsız
dışarı adım attığı zaman kapıda sessizce bekleyen topluluğun sevinç çığlıkları
kulübenin camlarını titretiyor. Arkasından kapıyı kapıyorlar. Kapı kapanmadan
görebildiğim kadarıyla kulübedeyken bizi bekleyen herhangi bir nöbetçi yok.
Buna rağmen kaçmak için en küçük bir çaba göstermiyoruz. Nedenini
anlayamıyorum. Gerçi doğrusunu söylemek gerekirse şimdiye dek neyi
anlayabiliyorum ki? Suratsız’da biliyor kapıda nöbetçi dikilmediğini. Kendisi
söylüyor zaten. Yanlış hatırlamıyorsam bir ara söz verdiğinden bahsediyor,
çocukluk çağında okuduğu okulda her sabah hem de ve yine aklımda yanlış
kalmamışsa verdiğin sözü tutmamak büyük bir günah.
Cehennemde
devamlı yanacağına su olmak için bir kere yan mantığı.
Sırf
çocukken verdiği bir sözü tutmak adına kaçmak yerine ölmeyi seçmek bana hiç
doğru gelmiyor. Peki ben kaçmaya uğraştım mı? Hayır. Ben de Suratsız anlattığı
için kapıda nöbetçi olmadığını biliyorum oysa. İhtimalinin yüksekliğinden
eminim diyelim daha doğrusu. Ama arkadaşımı öleceği son birkaç saatinde yalnız
bırakıp gidemiyorum. Belki de ölüm benim için gelmediğinden, bilemiyorum, terk
edemiyorum onu. Hem kalırım diye söz verip vermediğimden emin olamıyorum. Sonra
başımıza ne geliyorsa verdiğimiz sözleri tutmadığımızdan gelmiyor mu?Göğsü
kıllı yaşlı adamın mağarada yaptığı konuşmayı anımsıyorum. Ne demişti yaşlı
adam; İnsan söz verendir.
Bir
de dördüncü ihtiyardan bahsediyor. Anladığım kadarıyla Suratsız’ın bile adını
duymadığı başka bir yaşlı adamdan.
O
kimse, eninde sonunda karşılaşacağım ve bana kendimi tanımamı sağlayacak.
Onunla
henüz tanışmadığıma göre Azrail’in benimle ilgili bir planı yok henüz.
Kendimle
tanıştıktan sonra da köye su getireceğim. Bilmediğim bir köyde tanıdığım tek
adamı su olsun diye az önce köylülerin ortasına gönderiyorum. En azından yapmam
gerekeni yapıyorum sanırım; Köye su getiriyorum. Suratsız’ın suyunu.
Köylülerin
uzaklaştıkları için giderek azalan uğultularını dinlerken pencereden bakmaya
korkuyorum. Suratsız’ın giderayak endişelenip vakur duruşundan
sıyrılabileceğinden ve arkasından ömrümün sonuna dek hafızama saplanıp kalacak
beni kurtar bakışlarını görmekten çekiniyorum. Elimden gelebileceğin yetersiz
kalıp umduğum sonuca götüreceğinden emin olamıyorum. Yapabildiğim ancak bu.
Tabiri caizse başımı kuma gömüyorum ve görmediğimin olmadığını varsayıyorum.
Vicdan
görmeyince daha çabuk yatışıyor.
“güneş içinde doğsun ve
orada uyusun hep.”
Kulübenin
dışındaki karanlık gece eski derin sessizliğine gömülüyor yine. Başımı
dayadığım yastığın kumaş kokusunu ciğerlerime doldururken gözlerimi kapatıp
uykunun gelmesini bekliyorum.
Uyku
gelmiyor ama.
Onun
yerine başka bir konuğum var.
Suratsız’ı
su olsun diye köy halkına teslim edişimden yirmi dakika kadar sonra beni almaya gelen on sekiz
yaşlarındaki genç kız, esenlik temalı kullandığını sandığım bu cümleyle
selamlıyor beni ve tören için hazırlanmam gerektiğini bildiriyor.
“Güneş
içine doğsun ve orada uyusun hep.”
Suratsız’ın
su olma merasimine katılmam yasak. Kulübede beni ziyarete gelen kız bu yasağı
şahsıma yapılmış almamamı, vatan hainliği için böyle cezalandırılmanın
gerekliliğini dört kısa kelimeyle anlatıyor ve kendi törenim için hazırlanmam
gerektiğini tekrarlıyor.
“Su
olmak bakanları da temizler.”
Oysa
vatan hainliği kirli bir meslek ve kirli kalması gerekiyor.
Benim
mahkeme diye nitelendirdiğim toplantıya, sanki her şey yolundaymış gibi sakin
davranan genç kızın tören demesi kötü günler için biriktirdiğim bütün
cesaretimi kırıyor.
Örümcek
ağına takılan sinekler birkaç umutsuz kıpırdanmanın ardından takıldıkları ağda
kıpırdamadan beklerler. Kapıda nöbetçi yok ve karşımda kolayca atlatabileceğim
ufak tefek bir kızcağız duruyor. Yapacak bir şey yok hissi içine düştüğün ağ ya
da mahkeme adı her neyse, kolun kanadın kırılmasına neden oluyor ve ağın ya da
mahkemenin, her neyse işte, sahibi kimse, onun kurallarına uymanı zorunlu
kılıyor. Zorunda bırakıyor.
Genç
kız yatağın bitişiğindeki dolapta bana uygun bir tören elbisesi olduğunu
söylüyor.
“Onu
giyin lütfen.”
Ve
acele etmemi rica ediyor.
Gösterilen
dolabın kapısını açıyorum. Sarı renkli geniş bir gömlek ve aynı renkte yine bol
bir pantolon tam benim bedenime göre hazırlanmış, özenle ütülenmiş ve itinayla
katlanarak dolabın içindeki tek askılığa asılmış. Gömleği alıp katlarını
açtıktan sonra göğsüme tutuyorum.
“Sanki
benim için hazırlanmış,” diyorum.
Kız
üzerime tuttuğum gömleğe bakıyor. “Zaten senin için hazırlandı,” diye
cevaplıyor. “Çabuk ol lütfen, tören başlamak üzere,” diyor arkasından. “Geç
kalırsam ceza alırım.”
Dedim
ya tören kavramlarımız anlam açısından pek uyuşmuyor.
“Ne
töreni bu?” diye soruyorum.
Kızın
kaşları dudaklarımdan dökülen kelimeler daha odanın içerisine dağılmadan
alnında sen ne diyorsun açılanması yaparak çatılıyor.
“Ne
töreni mi?” diye soruyor. Kendisinin yeni idrak ettiği, benimse köyde
rastladığım yaklaşık herkesten duyduğum gerçeği hatırlatıyor yeniden. “Sen
yabancısın galiba?”
Evet,
yabancıyım ben.
“Bunu
en başından beri söylüyorum zaten,” diyorum. “Evet yabancıyım, ne töreni bu?”
“Sudaş
Suratsız’ın kutsal akışkanlık töreni tabii ki,” diyor. Sarışın adamı henüz suya
çevirmemişler. Henüz yaşadığını bilmek içimi rahatlatıyor biraz. “Başka ne
olacak. Önce mahkemeye çıkacak, arkasından bütün köyü gezerek son kez anılarını
hatırlayacak ve en son ağlama ağacının altında ağlayarak günahları için af
dileyecek.”
Kendine
ait olmayan günahları için.
“Sonra?”
diye soruyorum.
Omuzlarını
silkiyor, o kadar sıradan ve o derece kolay bir sıralama dile getirdiği. “Sonra
sabaha kadar ona uyacağız. Ne isterse o olacak. Neyi isterse ona verilecek.”
“Neyi
isterse öyle mi?” diye soruyorum.
Genç
kızın yanakları kıpkırmızı oluyor birdenbire.
“Hayır,”
diyor başını sallayarak. “Su şafağında bir tek o olmaz. Haydi şimdi giyin ben
sırtımı dönüyorum.”
“Bir
dakika,” diyorum.
Yüzüne
yapıştırdığı yine ne var ifadesiyle bana dönüyor.
“Yine
ne var.”
“Peki
ben,” diye fısıldıyorum. “Bana ne olacak?”
Genç
kız, “Sana demin de söylediğim gibi sen Sudaş Suratsız’ın kutsal akışkanlık
törenine katılamazsın. Sen kulübede kalacak ve hazırlanmış olarak kendi mahkemeni
bekleyeceksin,” diyor. “Sonra…” Susuyor. Yutkunduğuna yemin edebilirim.
Yarısındayken
kesilen cümleler oldum olası mideme kramplar girmesine yol açıyor.
“Sonra
ne?” Sayısını bilmediğim bir sürü çekirge göğsümün altında kıpırdanmaya
başlıyor. “Sonra ne?” diye tekrarlıyorum. Sesim her tekrarda biraz daha
cılızlaşıyor.
Genç
kız başladığı için binlerce kere pişman olduğu her halinden belli ve sonunu
getirmeye asla gücünün yetmeyeceğini bildiği cümlesini, “Haydi şimdi giyin geç
kalmayalım, beni bekliyorlar,” deyip kestirip atıyor. Tıpkı Suratsız’ın
kulübeden alındığında benim yaptığımın aynısı sırtını dönerek vicdanını
rahatlatıyor.
Israrla,
“Sonra ne olacak?” diye yineliyorum.
Ne
olacaksa bana olacak ve bana ne olacağını bilmek benim en doğal hakkım. Herhalde.
Sonuncuyu içimden söyleyip söylemediğimden emin olamıyorum.
Kız
sırtı hala bana dönük, eliyle önünde durduğum dolabın altındaki kapağı işaret
ediyor. Duymazdan gelmek en kestirme yol ve en kolay yolu seçiyor.
“Alt
çekmecede sarı boyun bağın da var, onu da takmayı unutma,” diyor ve tehdit mi,
değil mi bilemiyorum ekliyor. “Bak kırk yediye kadar sayacağım ona göre.”
Niye
elliye kadar değil peki?
“Niye
elliye kadar değil?”
“Bir…”
Aceleci
hareketleriyle benim de iki ayağımı bir pabuca sokan genç kızın işaret ettiği
çekmeceyi çekiyorum. Sarı bir boyun bağı çekmecenin tam ortasına gelişi güzel
serpilmiş çeşitli çiçek yaprakları arasına itinayla yerleştirilmiş. Alıyorum.
Mis gibi kokuyor.
“İki…”
Kurulu
saate bağlanmış kızın monoton sesi iyice geriyor beni. Daha sayılacak kırk beş var ama, sıkıntı basıyor.
“Germe
lütfen,” diyorum.
“Üç,”
diye devam ediyor. Bana dönüyor. Yüzüne çok yakışan bir gülümsemeyi yanaklarına
takıp sırıtıyor. “Tamam ama, sende çabuk ol.”
Güzel
bir kız. Güzel gözleri var ve konuşurken takındığı mahcup ifade gözlerini öne
çıkarıyor. Bakmasını biliyor yani. Babam çok konuşmuyor benimle diyorum ya,
ender verdiği öğütlerinden biri de şu; İleride seveceğin kızın gözleri güzel
olmasın önemli değil, ama bakması mutlaka güzel olsun.
Aysel’in
bakmasını çıkaramıyorum.
Başımla
anlaştık işareti yapıyorum. Sarı boyun bağını boynuma takarken göz ucuyla genç
kızı süzüyorum. Sırtını dönüyor tekrar.
“Adın
ne senin?” diye soruyorum. İçimden bir ses Vesikalı örneğini hatırlatarak sorma
diyor sanki. Geç kalıyorum.
Genç
kız kıkırdıyor.
“Yanlış
bir şey söylemedim, değil mi?” diye soruyorum.
Tekrar
kıkırdayarak cevaplıyor beni.
“Memişli,”
diyor.
Sorduğuma
soracağıma pişman olacağımı biliyorum halbuki. Kim kızına böyle bir isim verir
diye düşünmüyorum bile, öyle ya karısının adı Vesikalı olan biri olarak ne
diyebilirim ki?
‘Kayınçosunun
adı Pezo olan biri aynı zamanda.’
“Peki
Memişli, sen kaç yaşındasın?” diye soruyorum. Aslına bakılırsa adının aksine
oldukça zayıf. Adını hak edecek ayrıntıları belli bile değil neredeyse.
Sadece
kıkırdıyor. On sekiz olmadığından eminim.
“On
beş,” diyor.
“Yani
on beş yıl sonra su olacaksın öyle mi?” diye soruyorum.
Bu
kez kıkırdamıyor. Metalik bir tonda teybe kaydedilmiş ezber eşliğinde monoton
bir sesle konuşuyor.
“Hayırlı
su sabahını görürsem kıvançla.”
“Bu
doğru mu sence?” diyorum. “Yani tam kişiliğini kazanmaya başlayıp hayatı
benimsediğin yaşlarda hayata veda etmek doğru mu sence?”
Susuyor.
Yüzüne yakıştırdığı gülümsemesi yüzündeki girintilerin içlerine saklanıyor. Ellerini
nereye koyacağını bilemiyor. Aynı pabuca bu kez kendisi iki ayağını sokmama
uğraşı veriyor.
“Hem
de bile bile.”
Tek
kelime yok.
“Ne
için peki?” diye soruyorum.
“Su
olmak kutsaldır,” diye mırıldanıyor. Duymakla duymamak arası çıkıyor sesi.
“Kutsal olabilmekse cesaret ister.”
Ezberletildiği
belli, bilinçaltına kazınmış satırları çarpım tablosunu sayar gibi bir çırpıda
noktasına dek tamamlıyor. Cesur olmak aptal olmayı ya da hakkını aramamayı
gerektirmemeli. Hem korkmak bazen uzun yaşayabilmek ihtimalini de arttırıyor.
Önemli yani. Su gibi.
“Gecenin
karanlığına karşı ayakta durmak, kahraman ruh ve basiret ister.”
“Bu
ne?” diyorum. “Marş mı?”
Gülümseyerek
bana bakıyor. Suratını ele geçiren yaşlı kadın geldiği gibi gidiyor ve Memişli,
birden on beş yaşına hızla geri dönüyor. Yüzünün girintilerine sinen
gülümsemesini eski yerlerine takıyor yeniden.
“Evet,”
diyor sevinçle. “Kutsal akışkanlık marşı. Köyde hepimiz ezbere biliriz.”
İki
küçük gamze, her iki yanağında gözlerindeki parıltıyı yansıtarak parlıyor.
Gözlerinde çok değil belki de iki yıl önce oynadığı oyunların anıları
canlanıyor. Belki de hala oynadığı. Sırtına yüklenen ciddiyetin ağırlığı
altında ezildiğini unutuveriyor bir an. Tek unuttuğu bu değil ama. Giyinmeye
çalıştığımı fark edince hemen arkasına çevriliyor.
“Özür
dilerim,” diye fısıldıyorkıkırdayarak.
“Önemli
değil,” diyorum.
“Saymaya
devam edeyim mi?” diye soruyor.
“Hayır,”
diye sesleniyorum. “Gerek yok, az kaldı. Bitiyor.”
Kıkırdıyor
belli belirsiz.
“Dört,”
diyor neşeyle.
Sahte
bir bezginlikle, “Hayır,” diye bağırıyorum. Çocuk daha.
Kıkırdamasını
sürdürerek “Beş,” diyor. Ardından,
“Altı… yedi… sekiz.”
Dokuzu
duyduğumu hatırlayamıyorum. En azından sekiz yıldız gözlerimin önünde uçuşurken
genç kızın sırtı dönük neşeyle kıkırdadığını ayırt edebiliyorum o kadar.
Sonrası zifir karanlık ve arı vızıldamasını andırır ıslık sesleri.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder