“çok az kaldı, geldik sayılır.”
Koşar
adım iki dar sokağı daha geçtikten sonra köyün pazar alanına geliyoruz. Oldukça
uzun toprak zeminli bir sokağın her iki yanına sokak boyunca sıralanmış
tezgahlarda daha önce gördüğümü sanmadığım bazı eşyalar ve gördüysem bile şu an
hatırlayamadığım yiyecekler dizili. Yaklaşık beş adamın yan yana geçmekte
zorlanacakları genişlikteki sokak hınca hınç dolu. Sokağa girdikten sonra yedi
sekiz adım atıyoruz ki, Suratsız, “İşte burası,” diyor.
“Burası
mı?” diye soruyorum.
“Evet,”
diyor. “Eğer Sıtkısıyırtan’a gitmek istiyorsak bize gerekecek en önemli şey
bu.”
“Sende
mi ormana geleceksin?” diye soruyorum. Çok mutluyum. En azından etrafımda olup
bitenlerden haberi olan birinin yanımda bulunacak olması rahatlatıyor.
“Orada
beni takip etmeye korkarlar,” diyor.
“Peki
sen korkmuyor musun?” diye soruyorum. Yusufluköy’e geldim geleli ilk kez biri
ormana gitmekten kalbi sıkışmadan bahsediyor. Suratsız’a minnetle bakıyorum.
“Korkuyorum,”
diye cevaplıyor. Yüzüme baktığında yine de gülümsüyor. “Ama korkmak ölmekten
daha iyi değil mi sence de?”
“Haklısın,”
diyorum. Haklı da. Bende olsam buzdolaplarında pet şişe dolusu su olmaktansa,
uykusuz gecelerin hüküm sürdüğü bir ömrü tercih ederim diye düşünüyorum. Ederim
de. “Evet, hem de çok haklısın.”
Suratsız
sağına soluna bakınıyor. Birkaç adım ilerleyip bana dönüyor. Eliyle sol
tarafında kalan bir tezgahı işaret ediyor.
“Aradıklarımız
orada.”
Gösterdiği
yere bakıyorum, kalabalık arasında insanların başında toplandığı bir tezgahın
köşesini görebiliyorum, o kadar.
Suratsız
kalabalığı yararak odaklandığı tezgahın başına varmayı çoktan başarıyor. Yanına
gidebilmek için oldukça zorlanıyorum. Kalabalıkta yürüyebilmek baştan beri
acemi kaldığım bir durum zaten. Büyük alışveriş merkezlerinde her zaman
aldıklarının parasını ödeyen en son kişi oluşuma şaşmamak gerekiyor. Hele şimdi
bir de özellikle birilerine dokunmamaya özen gösterdiğimden topu topu üç dört
adımlık mesafe gözümde kilometrelere dönüşüyor.
Yanına
geldiğimde Suratsız, “Ne renk istersin?” diye soruyor.
“Mavi,”
diyorum önce. Neden bahsettiğini anlamıyorum ama. “Neden bahsediyorsun?” diye
soruyorum sonra.
“Atkı,”
diyor. “Atkın ne renk olsun istersin diye sordum. Mavi mi?”
Mavi
oldum olası en sevdiğim renk. Huzur veriyor. Ayrıca diğer bütün renklere de
uyum gösteriyor. Siyah boğazlı kazağımın üzerine mavi şapka takmıştım bir gün.
Aynada kendimi gördüğüm zaman ilk bakışta tanıyamamıştım, neydi o aktörün ismi
şu an hatırlayamıyorum, Cehennem silahında oynayan adama benzetmiştim kendimi.
Beyaz olana. Yine de atkı almak fikri, hele koşturarak pazara gelip çapulcu
gibi saldırmak fiiliyle birlikte garibime gidiyor.
“Atkı
mı?”
İlk
bahardaydık ve önümüz yaz.
“Bir
çiftte eldiven alacağız,” diyor Suratsız. “O da mı mavi olsun.”
“Oldu
olacak kalın örgülü yün bere de alalım bari,” diyorum.
Suratsız
elinde tuttuğu biri mavi, diğeri siyah iki çift eldiveni kenara ayırdığı aynı renklerde
atkıların üzerine koyarken; “Alacağız zaten,” diye cevap veriyor. “O da mavi
olsun değil mi?”
“Evet,”
diyorum. Nedenini sormuyorum ama. Sorsam da alacağım cevabı anlayabileceğimden
emin değilim. Su akar yolunu bulur diye düşünüyorum. Ne olacaksa olacağı zaman
görüyorum zaten. Komik. Suyun olmadığı bir yerde aklıma gelen deyime gülmek
geliyor içimden. Topluluk içinde gülmek suç olur korkusuyla kendimi tutuyorum.
Suratsız
ayırdığı iki kalın örgülü bereyi de diğerlerinin yanına ekleyip, büyükçe bir sırt
çantasının içine tıkıştırıyor ve satıcıya uzatıyor. Arkasından bana dönüyor.
“Üzerinde
ne var?” diye soruyor.
Ceketimin
ceplerini karıştırıyorum fakat para yok. Son bir umut pantolon ceplerine
bakıyorum. Topu topu sekiz lira çıkarabiliyorum. Taksi şoförüne iki katını
teklif ettiğimi hatırlıyorum, adam ya teklifimi kabul etseydi?
“Sadece
sekiz lira var,” diyorum.
“Sekiz
lira mı?” diye sızlanıyor. “lira ne demek? Bende ancak yirmi random var, oda
yetmez. Hay aksi.”
Random
mu? Ya genç adam ormana götürmeyi kabul etseydi. Randomun şeklini bile
bilmiyorum oysa. Bazen çok istenildiği halde olmayan şeylerin gerçekte başına
gelen kişinin daha yararına olduğuna inanmaya başlıyorum. Demek ki hemen
velveleye vermeyip biraz zamana bırakmayı öğrenmek gerekiyor. Dedem hep diyor
zaten; Her şerde hayır vardır diye. Şer ormana götürmeyi kabul etmemesi, hayır,
büyük ihtimal dayak yememem.
Satıcı
eline tutuşturulan sırt çantasını yeniden tezgaha boşaltmak için tek bir işaret
bekliyor. Suratsız elleriyle kendi ceplerini yokluyor bir yandan.
“Para
dediğin neyse, o geçmez burada,” diyor. “Takas edebileceğimiz bir şeyler
lazım.”
“Random?”
diye mırıldanıyorum.
“Karşılık
olacak herhangi bir şey demektir o,” diyor.
Duyduklarım
beyin hücrelerimde yol bulmaya çalışırken yalnızca para geçmez burada cümlesi
iç kulağıma yapışıp kalıyor. Şoförün sözlerime tepkisiz kalma nedenini şimdi
anlıyorum. Otomatiğe aldığım parmaklarım kafamda yankılanıp duran cümlenin
anlamsızlığı eşliğinde ceplerime girip çıkıyor, ikimizin hareketlerini bezgin izleyen
satıcının bakışları altında ne var ne yoksa tezgaha yığıyorum.
Birden
satıcının kalından inceye doğru sivrilen çığlığıyla olduğum yerde
çakılıkalıyorum. Suratsız’da durmuş boğazlanmış tavuklar gibi sesler çıkartarak
debelenen satıcıyı seyrediyor. Neler oluyor, bilmiyorum. Tam bir çeşit nöbet
geçiriyor diye düşünürken adam seri bir hareketle az önce belki bir şey bulurum
ümidiyle ceplerimden çıkarıp tezgahına yığdığım paçavralar arasındaki Aysel’in
külotunu alıp heyecanla sağını solunu çevirmeye başlıyor.
“Neler
oluyor?” diye soruyorum.
Suratsız
gözlerini elindeki külota bir sanat eseriymiş muamelesi çeken satıcıdan
ayırmadan cevaplıyor beni.
“Yusufluköy’de
külot giymeyiz biz,” diyor. “Sende ki bu külot bizim için antika değeri taşıyor
o yüzden ve artık külot bulunmadığı içinde evinde külot bulunanın başına
uğursuzluk gelmeyeceğine inanılıyor.”
Başkası
tarafından kullanılan bir külot uğursuzluktan koruyor. Tavşan kuyruğu taşımak
gibi bir şey sanırım.
“Yani?”
“Yani
biz bugün bu pazardan ne alırsak alalım bu külotu bu adama verirsen eğer,
hepsini o karşılar anlamına geliyor,” diyor.
Yani,
normalde başkası kullanıyor diye iğrenerek bakılan bir nesne birden neredeyse
kutsal bir şekle bürünüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder